Daha karşılaşır karşılaşmaz, “Gel kardaşım, ortalıkta yorgun ve gezici mermiler dolaşıyor” diyor. Diyarbakırlıların ‘kursi’ dediği küçük tabureye oturtuyor beni. Hal hatır sormadan, küçücük çay ocağının camlı kapsından karşı binayı gösteriyor. İki mermi isabet etmiş binaya. Polis, mermilerden birini “yorgun”, diğerini de “gezici” olarak tarif etmiş. “O yorgun mermiden bir şey olmaz” diyor Ekrem abi, “Ama diğeri gezici, öldürecek adam arıyor.”
Bunu alaycı bir gülümsemeyle anlatıyor, sonra birkaç gün önce evinde kahvaltı yaparken öldürülen Melek Apaydın’ı hatırlatıyor. Herkes bir kör kurşuna gidebilir, demek istiyor. “Ne olduğu bilinmeyen cisim dediler, devlet işine gelmeyince hiçbir şey bilmiyor” diyor.
Kar mı, yağmur mu belli olmayan ipince bir şey yağıyor dışarıda. Yağan şey’den değil, daha çok soğuktan hızlı adımlarla geçiyor insanlar. Ekrem abinin arkası dışarıya dönük, aramızda masa işlevi gören küçük bir sehpa, başımızın üstünde bir elektrik sobası… Televizyonun sesi açık olduğu için, üç gündür Sur’a aralıksız yapılan bombardımanı duymuyoruz. Ben zaten, sadece Ekrem abiyi duymak istiyorum.
50 yıllık gazeteci
Ekrem Sunar Diyarbakırlı gazetecilerin duayeni. 1964’te Mücadele gazetesinde başlamış mesleğe. Bingöl depremini de haber yapmış, Maraş Katliamı’nı da izlemiş gazeteci olarak. Peşmerge komutanı Talabani ile ilk röportaj yapan gazetecilerden biridir. Ankara, Van, Adana birçok ilde çalışmış. Köylerin yakıldığı, gözaltında kayıpların, faili meçhullerin gerçekleştiği, gazetecilerin ve gazete dağıtıcısı çocukların sokak ortasında vurulduğu Ekim 1993'te Diyarbakır’da çalışmış bir gazeteci. Bütün bu yaşadıklarını, tanıklıklarını bugüne kadar yayımladığı altı kitapta anlatıyor.
Ekrem abi, 1993’te PKK’nin kırsalda düzenlediği basın toplantısına katılan birkaç gazeteciden biridir. Gözaltına alınmış, ifadesi alınmış, serbest bırakılmış, ama dönemin Olağanüstü Hal Valisi Ünal Erkan, Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde ona seslenmeden edememiş. “Ya sen, ihtiyar” demiş Ekrem abiye, “Teröristlerle görüşmeye giderken sen neden haber vermedin güvenlik güçlerine.” Ekrem abi, “Sayın Valim” demiş, “Ben habere giderken eşime bile haber vermiyorum.”
Ekrem abi, “Gazetecilik yapmak kolay değildi o yıllarda, ama şimdi de kolay değil, hatta daha zor” diyor. “Şimdi bir şey yazsan hemen Silivri’ye gönderiyor, hain ilan ediyor, işsiz bırakıyor. Korkutarak ya da çok para vererek susturuyor herkesi.” Kim, diye sormuyorum.
Dışarıda ipince bir şey yağıyor. Arkadaşına, evine, işine geç kalma telaşı içindeki insanlar geçiyor camın ardında. İmc Tv kameramanı Refik Tekin henüz vurulmamış Cizre’de. Anadolu Ajansı Refik Tekin’in terörist olduğunu ima etmemiş daha.
Dağkapı’daki büfeden Ofis’e
Ekrem Sunar, Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nin yönetim kurulunda bulundu uzun yıllar. Ben onu orada tanıdım, çünkü sabahtan akşama kadar hep orada olurdu. Gelenlerle muhabbet ederdi, gazetecilerin bürokratik işlerini hallederdi ve kitaplarını yazardı orada.
Yönetim kurulundan ayrıldıktan sonra Cemiyet’e uğramaz olmuştu. Yeni mekânı Dağkapı’daki büfe olmuştu. Neredeyse bütün gün orada oturur, gazetesini orada okur, çayını orada içerdi.
Geçmiş zaman dili kullanıyorum, çünkü Ekrem abi 50 gündür, oturmak için gidemiyor Dağkapı’ya. Çünkü Dağkapı Meydanı polis barikatlarıyla çevrilmiş ve kimsenin meydandan yürüyerek geçmesine bile izin verilmiyor.
“Bugün, gideyim dedim o tarafa. Bomba seslerinden gidemedim, geri döndüm buraya.” Burası Ekrem abinin yeni mekânı, Ofis semtinde küçücük bir çay ocağı. Arada uğrayıp çıkanları saymazsak, bizden başka kimse yok.
Televizyonun sesi çok açık. Çay ocağını işleten Emin abi Meclis Tv’yi açmış, Meclis’te milletvekillerinin konuşmasını, tartışmasını pür dikkat izliyor. Ekrem abiyi dinliyorum, ama televizyondan gelen sesler de dinletiyor kendisini. CHP ve AKP’li vekiller, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı için kullandığı “diktatör bozuntusu” değimini tartışıyor hararetle.
“Onların derdi başka, bizim derdimiz başka” diyor Ekrem abi. “Biz bomba sesleri arasında yaşamaya çalışıyoruz, can derdine düşmüşüz, onların konuştuğuna bak. Bir ilçeyi yok ettiler, kimse konuşmuyor, ben şimdi bunları niye dinleyeyim?”
Sur’a gidememek
Sur, Ekrem abinin doğup büyüdüğü, evlenip barklandığı mahallesi. Şimdi Kayapınar’da oturuyor, ama her gün Sur’a gelmeden içi rahat etmiyor. Yıllardır öğlen ve ikindi namazlarını Ulu Cami’de kılan bir Diyarbakırlı. Apartmanın kapıcısı sormuş bir gün, “Nereye gidiyorsun” diye. Ekrem Abi, “Diyarbekir’e” diye karşılık vermiş. Kapıcının şaşırdığını görünce, “Diyarbekir Sur’dur” demiş ve kapıcıya Sûka Şevitî’yi, Aşefçiler Çarşısı’nı, Mardin Kapı’yı, doğup büyüdüğü Hüsrev Paşa mahallesini anlatmış.
Hüsrev Paşa Mahallesi şimdilerde daha çok Cemal Yılmaz Mahallesi olarak biliniyor. Bunun hikâyesini de anlatıyor Ekrem abi: “1950’lerde Cemal Yılmaz adlı pilot, mahallede oturan sevgilisine hava atmak isterken, THY’na ait pırpır dediğimiz uçağı düşürüyor. Mahalle, pilotun hatırasını yaşatmak için Cemal Yılmaz adını alıyor.”
Bu hikâyeyi gülümseyerek anlatan Ekrem abi, “Ama şimdi benim hatıralarımı öldürüyorlar” diyerek ciddileşiyor.
Bir yaşama biçim olarak Sur
“Taşındıktan sonra da her gün geldim Sur’a. Eskiden sokağa çıkınca belki elli kişiye selam verirdim. Şimdi mahallede tanıdık kimse kalmadı neredeyse, ama yine de gelirdim, dolaşırdım Sur’u. Benim çocukluğum, gençliğim, ömrüm burada geçti. Bütün hatıralarım burada.”
Baharla birlikte sokakların menekşe koktuğunu, sonra Diyarbakır’ın güllerini anlatıyor Ekrem abi. Delikanlıların sevgililerine nasıl kur yaptıklarını, elindeki gülü koklar gibi yaparak gösteriyor. Oradan Hevsel Bahçeleri’ne geçiyor. Burada yetiştirilen ve Kara Hübür adıyla bilinen karadutu, kum şeftalisini anlatıyor. “Şeftalici Tahsin vardı, o satardı” diyor. Telefondan internete bağlanıp Tahsin’i buluyoruz. Nedense yaşlı birini beklerken gencecik, yakışıklı bir adam çıkıyor karşıma. Ekrem abi kendi gençliğini bulmuş kadar seviniyor, 1950’li yıllara ait soluk fotoğraflara bakınca. Sonra, “Ne kum şeftalisi kaldı ne de Tahsin” diyerek kederleniyor.
Sur’da bıraktığı, elli gündür göremediği arkadaşlarını anlatıyor sonra. Gazcı Musa, Keçel Veysi, Kunduracı İhsan, Hancı Yusuf… İlçede sokağa çıkma yasağı yokken onlarla Mardin Kapı’da buluşur, muhabbet edermiş. Gazcı Musa’yı tanıyorum, televizyon programı için yarım saat Diyarbakır’ı, Suriçi’ni, burada yaşayan insanları anlatmıştı. “Musa benim çocukluk arkadaşım” diyor Ekrem abi. “Daha doğru dürüst elektrik yokken gaz satardı, hâlâ satar. O da artık Sur’da oturmuyor, ama para kazanamasa da dükkanı orada, çünkü oradan ayrılamıyor.”
Ekrem Sunar hatıralarını anlatırken Sur’la ilgili başka bir dünyanın kapıları açılıyor önümde. Ermeniler, Kürtler, Şehir Çocukları, hırsızlar, esnaf, kabadayılar, varsıllar ve yoksullar… Hepsinin birlikte meydana getirdiği bir yaşama biçimi. Zamanla Sur’un ‘asıl sahipleri’, surların dışında inşa edilen konutlara, Ermeniler ve Süryaniler İstanbul’a, Avrupa’ya yerleşti. Onların bıraktığı boşluğu, 90’lı yıllarda köyleri boşaltılanlar doldurdu. Buna rağmen Sur, Ekrem abinin Diyarbekir’i olarak kalmayı başardı. TOKİ’nin Kentsel Dönüşüm Projesi itirazlar üzerine askıya alındı. Dozerlerin giremediği Sur’a tanklar giriyor şimdi. Tanklar, Ekrem abinin hatıralarını, Diyarbakır’ın tarihini ve Sur’a ait yaşama biçimini katlediyor.
“Moğolların yapamadığını yapıyorlar”
Elli gün ablukada, çatışmaların içinde yaşamak hiç kolay değil. Sur’dan ayrılmak da kolay değil, çünkü orada yaşayanlar yoksul insanlar ve ancak orada yaşayabiliyorlar. Evleri, komşuları, işleri, hatıraları, hepsi orada. İnsan bir günde nasıl bırakır gider, nasıl unutur sokağının seslerin, renklerini?
“Moğolların yapamadığını yapıyorlar” diyor Ekrem abi. Bütün silahlarıyla saldırıyorlar, yıkıyorlar, hatıralarımı öldürüyorlar. Ben bunu nasıl unuturum? Kimse unutmaz.
Kaç çay içtik, neler konuştuk kimi zaman kederlenerek kimi zaman öfkelenerek? Gecenin karanlığı çökmüş dışarıda. Televizyonda hâlâ Meclis Tv açık, Emin abi pür dikkat izlemeye devam ediyor. HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız 38 gündür ağır bir kuşatma altında olan Cizre’de. Yaralıları hastaneye götürmek isterken içinde bulunduğu heyete henüz ateş açılmamış, yanındakiler yaralanmamış ve “Kime ne çağrı yapayım, Cizre katlediliyor” dememiş, katıldığı televizyon programında saldırının fütursuzluğunu ifade edebilmek için “Bu son görüşmemiz olabilir” dememiş.
Dışarıya, geceye, ipince yağan şey’e çıkıyoruz. Ekrem abiyi otobüs durağına bırakıyorum, ben yürüyeceğim eve kadar. Vedalaşırken, “Yasak kalksın, bütün mahalleyi gezdireceğim sana” diyor. “Avlulu, kuyulu, dut ağaçlı evini de gösterecek misin?” diye soramıyorum. Aklımdan geçeni anlamış gibi, “Doğduğum evi de göstereceğim sana” diyor. “Tabii yıkılmamışsa...” (VE/NV)