“Yerel seçim” iyice genellersek, yerel kurumların yönetme ve yönetilme biçimi, kaynakların kullanımı, yurttaşın aldığı hizmet(ler) bağlamında, sivil ortam ve süreçlerin çoğunda söz sahibi olan belediyenin işleyişi üzerine fikrini ve tercihini beyan ettiği hukuki bir zeminidir.
Kısaca, yurttaşın kendi yükümlülükleriyle yönetimin yükümlülüğünün ne derece örtüştüğünü değerlendirdiği bir süreçtir yerel seçim. Ülkemizde ise yerel seçimler partilerin programlarıyla, parti liderleriyle, ideolojilerle her zaman çok sıkı bir bağ içinde gerçekleşmiştir.
Özellikle1990’ların sonlarından başlayarak yerel seçimler ideolojik ve zihinsel, toplumsal ve siyasal bölünmenin devasa bir göstergesine dönüşmüştür.
Toplumsal değişim ve dönüşümü birebir yansıtan son yirmi beş yılın seçimleri bizi güçlenen, yükselen, toplumsal sözleşmeleri yeniden yazan, yeni değer dizgeleri kurgulayan, kimlik anlayışımızı yeniden tanımlayan, sivil alanlardaki duruş ve seçimlerimizi yeniden belirleyen, kısaca, süregelmiş toplumsal akitleri sil baştan tanımlayan bir yönetim anlayışıyla tanıştırdı.
Siyaset bilimcilerinin ve sosyologların alanına girmeyeceğim; insan ve kültür bilimleri açısından ülkenin kocaman bir gözlem/inceleme sahasına dönüştüğünü düşünürsek, alanda yapacak çok iş var.
Bu yazı, yinelenen 2019 belediye başkanlığı seçimi döneminde karşımıza çıkan söylemlere bir bakış sunmayı amaçlıyor. Seçimlerde alışıldığı üzere iki temel söylem ortaya çıkmış ve birbiriyle yarışmıştır. Ancak bu söylemlere eklemlenen ve medya kanallarında söz alan tartışmacıların söylemlerini de yabana atmamak gerekir.
Postmodernist düşüncenin kurucularından sayılan Jean-François Lyotard’ın işaret ettiği parçalanmış, ayrışmış, “büyük anlatı”ların yerini, çoğul söylemlerin genel görelliğine (relativizm) bıraktığı toplum kavrayışını göz önüne aldığımızda, seçim ortamının ürettiği dilsel verilere bakmak kaçınılmaz oluyor.
Toplumsal ve ekonomik gelişmelerin yeni aidiyetler, yeni sınıflar, yeni kimlikler ürettiğini unutmadan, çoğullaşan söylemlerin tek ve evrensel “büyük anlatı”yı tahtından ettiğini biliyoruz.
Lyotard da “dil oyunları” adını verdiği toplumsal/iletişimsel olgunun tek bir “üst anlatı”yı yerinden eden, kurulu hatta kurucu dizgeyi devreden çıkaran sözel edimlere dikkat çeker. Çünkü söylemlerin çoğulluğu kurumların, geleneklerin, yargıların sorgulanması anlamını taşır (Condition postmoderne, 1979).
Michel Foucault iktidar mekanizmalarının ideoloji üretme yeteneğinden söz ederken toplumsal varlığın etrafında kurulan söylemin egemenlik ya da hükümranlıkla ilişkisine dikkat çekmiştir.
Öte yandan, konuşmak/söz almak bir risk almaktır aynı zamanda: Foucault “Konuşmak kadar tehlikeli ne olabilir” diye sorarken, her toplumda söylem üretiminin denetlenir, paylaşıma açılır, düzenlenir ve tercihlere göre belirlenir olduğunu dile getirir (Ordre du Discours, 1971).
Toplumsal yaşamda egemenin söyleminin ağırlığını ve belirleyiciliğini vurgulayan sadece Foucault değildir. Pierre Bourdieu iktidar söyleminin, dil kullanımının toplumsal bağlamda simgesel/sembolik işlevini vurgular; iktidarlar kaçınılmaz biçimde “yapılandıran söylem” üretirler (Langage et pouvoir symbolique, 2001).
Dilin siyasetle ilişkisini seçim kampanyalarında değerlendiren göstergebilimciler ise söylemin ürettiği “anlam”ın başka veri tabanlarında kaybolmaması amacıyla, mesajın içeriğine odaklanarak, seçim söylemlerinin vazgeçilmez öğesi “ikna ediciliği” , “çokanlamlılığı”, “siyasal” olanın aday söylemlerinde nasıl demirlediğini, söylemin sunduğu vizyonu diğer aktörlerle nasıl paylaştırdığını, seçmenle adayın nasıl buluştuğunu ortaya koymak isterler (Denis Bertrand ve diğerleri, Parler pour Gagner, 2007).
Bu son noktadan hareketle İstanbul’a Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu’nun kurduğu söylemin temeline yerleşen siyasal iletiyi toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik, göç, eğitim gibi toplumun tüm gruplarını ilgilendiren sorunlar üzerine kurmuş olmasının seçmenle buluşmasında önemli bir etmen olduğu açık.
Bu içeriği aktaran söylemi destekleyen beden dilini de göz önüne alırsak, (seçmenlerle dokunsal ve sözel teması, seçmene fiziksel olarak yaklaşması, aradaki mesafeyi düzenli biçimde yakın tutması, kamusal alanlarda ulaşılır olması, mitinglerde göz göze geldiği gençleri yanına çağırması, kalabalıkların içinde seçmenle birebir iletişim kurmaya çalışması) siyasal mesajlarda iletişim biçiminin önemini kavrarız. Paradoksal biçimde ilk kampanyada iktidarın “Gönül belediyeciliği” şeklinde kurguladığı dövizin “gönül” kazanma görevini adeta muhalefetin adayı üstlenmiş gibi oldu.
Yine göstergeler düzeyinde kalırsak, seçimin başından beri İmamoğlu’nun siyasi söylemi, onu dinleyeni, oy versin veya vermesin İstanbulluyu ortak aktör olmaya çağıran, söylemin taşıdığı anlatıya; “Ben İstanbul’u yönetmeye adayım, Beylikdüzü’nde kendimi kanıtladım, tarzım sosyal belediyecilik, partim beni aday gösterdi, ben de çok çalışarak İstanbul için iyi olanı yapmak üzere karşınızdayım” şeklinde şemalaştırabileceğimiz temel anlatısına ortak eden bir söylemsel strateji kurdu.
Sürekli olarak toplumun her kesiminden bu beklentisini dile getirdi. Tüm siyasal partilerin seçmenlerine ortak aktörlüğü vaad etti. Nitekim Mazbata Töreni sonrasındaki mitingde İstanbullularla birlikte çalışacağı vurgusuyla sözlerini tamamladı.
Bir gözlem de İmamoğlu söyleminin dil/söylem araştırmacılarının pek sevdiği “ethos” yani inandırıcılık etmenidir. “Sözü özü bir” dediğimiz türden söylem öznesinin kişiliği, duruşu ve ilkelerinin söylemine yansıması anlamı taşıyan “ethos” İmamoğlu’nun söylemine güç kazandıran retorik bir etmen olarak kampanyaya damgasını vurmuştur.
İmamoğlu’nun kurduğu retoriğin ayrı bir yazıda ele alınması gereken çok fazla sayıda özelliğe sahip olduğunu da belirtelim.
İktidara yakın çevrelerin alaya almak amacıyla dillendirdikleri, muhalefetin de refleks biçiminde dillendirdiği “mağduriyet söylemi”ne çok fazla anlam yüklendiğini düşünüyorum. Mağduriyet, içinde yaşadığımız toplumsal ve siyasal ortamda ne anlama geldiği artık anlaşılmaz bir kavrama dönüşmüş durumdadır.
Kaldı ki, iktidar da, muhalefet de seçim yinelenmesi karşısında “mağduruz” önermesini kullandı. İktidarın mutlak gücünün biçimlendirdiği siyasal bir ortamda “mağdur” sıfatını üstlenmiş olması fazla ikna edici görünmemekle birlikte, muhalefetin “mağduriyet”inin de fazla basmakalıp bir niteleme olması da akla geldi.
İktidar çalınan oyların aktörünü ortaya çıkaramazken, muhalefet de bir zamanlar iktidar partisinin temel söylemlerinde sıklıkla geçen “mağduriyet” sözcüğünden medet umar gibi durdu.
Ancak İmamoğlu’nun seçim iptali karşısında bitmeyen bir enerji ve kararlılıkla dile getirdiği haksızlık yapıldığı saptaması “mağduriyet” sözcüğünün içinden “acıma” anlamını çekip alarak, “haksızlık” vurgusunu öne çıkardı.
Bu vurgunun söylem kurgusunda son derece stratejik bir değer taşıdığı ve seçmende İmamoğlu’nun haksızlığa uğramasından çok, sistemin sürece müdahale etmesiyle toplumsal bir haksızlık meydana geldiği akla gelmektedir.
Postmodern’cilerin çok sevdiği kavram olan “büyük anlatı”’nın alternatifi, seçimler sırasında tanıklık ettiğimiz üzere, birbirini dinlemekten aciz, karşı tarafın argümanını kendi düşünce dizgesi içine yerleştirerek değersizleştirmeye yönelik bir çaba içindeki konuşucu öznelerin kurduğu “şirâzesi şaşmış” nefret söylemler olabilir mi?
Teksesli, tek biçimli, daracık bir retoriğe sığdırılmış söylemler silsilesini şu ünlü “büyük anlatı”ya göre nasıl konumlandıracağız?
Kimi Lyotard okuyucuları ya da takipçileri “söylem”e bambaşka bir rol atfederler: Uzlaşmanın, çatışmaların çözümünün yegâne ve minimal uzamdır dil.
Seçimler öncesinde medya kanallarında tartışma programlarında izlediğimiz söylemlerin karşı tarafı bir türlü duyamayan, duysa bile anlamamaya yemin etmişçesine ezberlenmiş argümanların dışına çıkmayan özneleri, kendisi gibi düşünmeyenlere karşı sıfır anlayışla, küçümseme ve dışlamayla kurdukları söylemlerinde “büyük anlatı”yı nasıl tanımladılar? Meydan muharebesine dönüşmüş tartışma programlarından geriye “linç”, “bekâ”, “terörist”, “dış mihraklar”, “vip salonu” kalıyorsa eğer büyük anlatıyı bir kez daha sorgulamalıyız.
Postmodernciler için, düzen, verili bilginin sorgulanması, totaliter “üst anlatı”ların tartışılmasını olanaklı kılan “dil oyunları” olmaksızın düşünülemez; buna göre postmodern toplumda özne tek bir dilin öznesi, tek bir anlatının aktaranı ya da temsilcisi değildir. Farklı dil oyunlarının içinde yer alır; çünkü rasyonalizmin tanımladığı anlamda tek bir adalet, tek bir kültür, tek bir algılayış artık söz konusu değildir.
“Dil Oyunları”nın “özne”leri söz alan, sözceler üreten, dili üstlenen “söylem özneleri”dir. Üretilen söz/söylem diğer öznelerle birlikte kurulan toplumsal bir alanı gerekli kılar.
Yine sormadan edemiyoruz: Verili rollerin içine kapatılmış ve bu sayede yetkilendirilmiş özneler var olan siyasi süreçleri ne kadar değerlendirebilir ya da yeni bir siyasi anlayışı nasıl formüle edebilir?
İki aşama halinde içinden geçtiğimiz ve iktidarın itirazıyla iki turda tamamlanarak, muhalefet adayının başarısıyla sonuçlanmış 2019 İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi yalnızca İstanbulluların konusu olmaktan çıkarak, tüm ülke siyasetini etkilemiş, iktidarın seferberlik yaratarak sürdürdüğü kampanyalarla ülkenin birincil konusu olmuşken, seçilen Belediye başkanının göreve başlaması haberinin bazı gazetelerde yer almayışı, ana akım medyanın “görevi devraldı/mazbatasını aldı” şeklinde üçüncü sayfa türü haberlerin altında verilmiş olması kuşkusuz bir söylem stratejidir; anlattığı, toplumsal uzlaşmanın yerle bir olduğu bir ülkenin hâlidir.
Seçim söylemlerinin Türkiye’de kendine özgü, uzun ve liderlerle özdeşleşmiş renkli bir geçmişi vardır.
Bugün geldiğimiz noktada, siyasi söylemlerin, toplumsal süreçleri daha iyi kavramak adına, söz edimlerine ilişkin model, yapı ve kurguların gözden geçirilmesini ve üretilen söylemlerin nesnel biçimde çözümlenmesini gerektiren, bunun için de sosyoloji ve siyaset biliminin desteğini talep eden bir alana işaret ettiği gerçektir. (NÖK/EMK)
* Manşet fotoğrafları: ekremimamoglu.com