1970'lerde açığa çıkan ekolojist, feminist ve diğer "ikinci kuşak toplumsal hareketler", daha ziyade işçi sınıfı hareketi içinde karşılanmayan ya da görmezden gelinen ihtiyaçlara, kimliklere, sorun alanlarına tekabül etmekte ve kendilerini çokça sınıf hareketinden ayırarak, ayrım noktalarını belirginleştirerek siyasal alana dühul etmekte idiler.
Bu, o dönemde keskin bir gerçekliğe tekabül ediyordu. O da, işçi sınıfı hareketinin ve genel olarak güncel Marksizm'in kütlesel olarak cinsiyet körü, ekoloji körü olduğu idi. Her ne kadar daha sonraki kuramsal ve politik açılımlar Marksizm'de böyle bir damar olduğu yönünde ikna edici argümanlar sunsa da, 1970'ler pek çok ülkede sosyalist solun toplumsal hareketleri en iyi ihtimalle işçi sınıfı hareketinin kaderine bağladığı, en kötü ihtimalle de yoksaydığı ve hatta sınıf düşmanı ilan ettiği yıllardı. Bu nedenle, bu hareketler, büyük oranda bağımsız, ayrılıkçı bir siyasal çizgi izlediler ve çoğunlukla kendi seyirlerinde geliştiler.
1990'lar ise toplumsal hareketlerin bütünleşik bir çatı altında olması gerektiğini gösterdi, bu dönemin başındaki birleşik parti deneyimleri, daha sonrasında gelişen küreselleşme karşıtı hareket, toplumsal muhalefet hareketlerini bir araya getiren bir dinamik taşıyordu.
Yine de kurucu mantık, "hareketlerin hareketi" idi. Bir başka deyişle, toplumsal hareketler kendi bağımsız dinamiklerini koruyarak "konu temelli" biçimde bir araya gelip dağılıyordu. Ancak bu biraraya gelip dağılışların her birinde toplumsal hareketlerin birbirinden "yeterince etkilenmemiş olması", sanki hiç bir araya gelinememiş gibi her bir hareketin kendi kabuğuna geri çekilmesi, kısaca bu zeminlerin yeterli bir etkileşim deneyimi sunamamış olması, politik-pratik sorunlardan bir tanesi olarak ortada durmakta idi.
Diğer yandan, gittikçe inkar edilemez bir biçimde, dünya düzeyindeki gelişmelerin bu hareketlerin öznelerini iç içe geçirmesi söz konusu idi. Bu bakımdan 2000'ler, her bir kimliğin iç içeliğinin önemini bir kez daha gördüğümüz yıllar oldu. 21. Yüzyıl sosyalizmi, artık hem feminist, hem ekolojist, hem ırkçılık karşıtı, hem de öz özgürleşme ve özyönetim yanlısı kimliklerin tek bir sosyalistte vücut bulduğu yıllar olarak tasarlanmalıydı. Bu tasarım, sadece hayal gücünün ürünü değil, kapitalist küreselleşmenin bütüncül saldırısına karşı verilecek en etkili yanıtın yine bu bütüncüllükten geçtiği bilincinin bir sonucu idi. Ya da nihayet, kapitalizmin ırkçı, cinsiyetçi, ekolojik yıkıma ve sınıf sömürüsüne dayanan karakteri, kimsenin inkar edemeyeceği biçimde açığa çıkmış oluyordu.
İşte 1970'lerde ekofeminizm adı altında yeşermeye başlayan, ekoloji ve feminizm arasındaki derin bağı açığa çıkartan ve bunun üzerinden politikleşen hareketin bir kolu ve sosyalist hareketin (sosyalist feminist hareketin) işin içine ekolojinin de katılması iradesini göstermek gerektiğini ileri süren bir kolu arasındaki buluşma da bu tarihsel seyir içinde gerçekleşti. Bu yazı, bu tarihsel seyri, ekofeminizm ve ekososyalist feminizmin temel argümanlarını, çıkış noktalarını özetlemek suretiyle gözden geçirme amacı taşıyor. Ancak bu yazı, yazarı açısından da tartışma noktalarını belirginleştirmek amacı ile kaleme alınan bir giriş yazısı niteliğinde.
Ekofeminizm nedir?
Ekofeminizm 1970'lerde François D'Eubonne, Ynestra King, Vandana Shiva gibi kuramcılar tarafından ortaya atılıyor. Bu yaklaşımın temel varsayımları ise şunlar: *
"1) Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır.
2) Kadınların ve doğanın sömürülmesi bağlantılı olduğundan, kadınlar yeşil hareket içinde aktif rol oynamalıdırlar.
3) Ataerkil sistemde kadın doğaya (ve özel alana), erkek ise kültüre (ve kamusal alana) yakın görülür. Doğa kültürden aşağı bir konumda tasavvur edildiği için, kadın da erkekten aşağı görülmüştür.
4) Feminist ve yeşil hareketler eşitlikçi, anti-hiyerarşik sistemleri savunurlar. Ekofeminizm de, emperyalizme, heteroseksüellik dayatmasına, militarizme ve kapitalizme karşı çıkar ve farklı ezilme biçimleriyle de ilgilenir.
5) Yeryüzü temelli bir bilinç için yaratmak için farklı tinsellikler oluşturmak gerekir".
Ekofeminizm, doğanın sömürüsü ile kadın ezilmesi arasında bir paralellik olduğu varsayımına dayanır. Bu paralelliğin niteliği üzerine yaklaşımlar, ekofeminizm içinde de değişik akımların var olmasına neden olmuştur. Kültürel ekofeministler, toplumsal ekofeministler, feminist çevreciler gibi...
Kültürel ekofeministler kadın ve doğa ilişkisini, kadınnın doğurma yetisi dolayımı ile doğaya daha yakın olduğu tezi ile bağlantılandırırken, toplumsal ekofeministler, doğa ve kadın arasında kurulan bu parallelliğin toplumsal düzeyde inşa edildiğini ileri sürer.
Bu bakımdan kültürel ekofeministler Aydınlanma'nın kadın=doğa, erkek=akıl ikiliğini yerinden üreten bir özcülükle eleştirilmiştir. Ancak ekofeminizmle ekososyalist feminizm arasındaki temel tartışma, doğayı da kadını da sömürenin erkek egemenliği olup olmadığı ile ilgilidir. Ekososyalist feminizm, erkek egemenliğini / patriyarkayı hem doğayı hem de kadınları sömüren somut bir mekanizma olarak tanımlamakla birlikte, cinsiyetçilik ve ekolojik sömürüyü, üretim tarzına, kapitalizme bağlar. Elbette bu, kapitalizm öncesinde kadınların ve doğanın sömürülmediği anlamını taşımaz. Ancak, bu sömürü biçimlerinin kapitalizmde yeni, başka ve organik bir biçim aldığını ileri sürer. Diğer yandan bunların iç içeliğine vurgu yaparak, kapitalizme karşı mücadelenin bütüncül karakterine dikkat çeker.
Ekososyalizm için feminizm yeter- şart mıdır? Gerek-şart mı?
Kapitalizm, cinsiyetçilik ve ekolojik yıkım arasındaki içsel ilişkiyi anlamak, kapitalizmin aşağıda genel olarak sıralanan bazı temel özelliklerini anlamamızı zorunlu kılar:
1) Bir üretim tarzı olarak kapitalizm üretim ilişkilerine ve yeniden üretim ilişkilerine dayanır. Kapitalizmin temel çelişkisi, ücretli emek ve sermaye arasında değildir. Marx'ın da ifade ettiği gibi, "karşılığı ödenen emek, bir köleye biraz daha iyi bir ücret vermekten başka bir anlam taşımaz ve bir işçiye insan statüsü ve onuru kazandırmaya yetmez" (Marx, 1979). Kapitalizmin mantığı, metayı en ucuza mal etmek üzerine kuruludur. Bu bakımdan, karşılığı ödenmeyen emek, yedek işgücü, köleliğin yeni biçimleri, işsizlik gibi tüm biçimler, kapitalizm öncesi değil, tam da kapitalizmin kendisine ait, içkin biçimlerdir. Kapitalizm, emeğin, özellikle kadın emeğinin ve doğanın sömürüsüne dayalıdır. Bu nedenle bir proleterleşmeden öte, "evkadınlaştırma" pratiğinden söz edebiliriz. Precario (güvencesiz işgücü) tartışmalarını da bu bağlamda yeniden ele almak gerekir. Kapitalizmin ücretli işgücünü esas alan üretim biçimini değiştiriyor olması kapitalizmin kendinden başka birşey olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, kapitalizmi mümkün olan en ucuz meta üretimi ve bunun sınırsızca üretilmesi ve kontrolsüzce satılması olarak anladığımızda, ancak güvencesizliği, doğanın ve kadınların sömürüsünü tam olarak kavrayabiliriz. Kapitalizm emeği ücretli emeğe çevirmeye çalışmaz, emeği, yaşamı ve gezegenin kendisini, paraya ve metaya çevirmeye çalışır. Serbest bölgeler ve maquiladoralar, hem kadın hem de doğa sömürüsünün nasıl iç içe geçtiğinin en canlı kanıtlarıdır. Suyun, havanın ve toprağın metalaştırılması, kapitalizmin metalaştırma hırsının son canlı kanıtlarıdır. Bütün bu saptamaların sonucunda; kapitalizmin temel çelişkisinin ücretli emek ve sermaye arasında değil, esas olarak yaşam ve sermaye arasında olduğunu söyleyebiliriz.
2) Şiddete dayalı ilksel sermaye birikimi, kapitalizmin başlangıç aşamasında değil, her zaman varolan, kapitalizmle iç içe bir olgudur. Bilindiği gibi, ilksel birikim, emeğe el koyma, ücretsiz kölelik, doğanın sömürgeleştirilmesi gibi yoğun emek sömürüsünü içerir. Bu bakımdan kadın emeği ve doğanın üretkenliğinin sömürüsü, her zaman bir ilksel sermaye birikimi olarak iş görür. İlksel sermaye birikimi kapitalizmde her zaman bir el koyma ilişkisi olarak devam eder. Suyun özelleştirilmesi tartışmaları, bu ilksel sermaye birikiminin bir göstergesidir. Kadınların kendi bedenlerinden ve ürettiklerinden yabancılaştırılması da bu el koymanın bir önkoşulu olarak iş görür. Diğer yandan, bu sürecin içerdiği şiddet, hem kadınlar hem de doğa üzerinde devam etmektedir. Küresel bir el koyma ve sömürü biçimi olarak kapitalizm ve onun vazgeçilmez parçası olan savaşlar, kadın emeğine ve kadın bedenine sürekli bir tecavüz aracı olarak iş görür.
3) Makineleşme. Kapitalizmde karın artırılması sabit sermaye yatırımlarının çoğaltılarak emek üretkenliğinin artırılmasına bağlıdır. Makineleşme, kapitalizmde vahşi doğanın toplumsallaştırılması / ehlileştirilmesi mantığına bağlıdır. Aydınlanma'dan beri, doğa (vahşi doğa)= kadın, akıl (toplumsal doğa)=erkek ikilemi içinde, makineleşme aynı zamanda hem doğa hem de kadınlar üzerinde erkek iktidarının yeniden kurulması işlevini görmüştür. Kadınların üremelerini denetim altına alan modern doğum kontrol yöntemleri, kadın bedeni üzerindeki denetimi artıran jinekoloji, şiddetin potansiyel ve gerçek bir tehdit olarak kullanılması ile birlikte kadınların üretim sürecinden ve kamusal yaşamdan dışlanması gerçekleşir. Diğer yandan, makineleşme ile birlikte, üretken emek ve üretken olmayan birbirinden ayrılır ve üretken emek, erkeğin emeği olurken, kadının emeği ve üretim sürecine ancak ölü bir üretim aracı olarak katılmaya hak kazanan doğanın kendisi, üretken olmayan olarak sınıflandırılır. Hatta doğa bu üretkenliğe saldıran unsur olarak değerlendirilir. Sanki doğayı tehdit eden insan değil de, insanı tehdit eden doğa varmış gibi... "Vahşi doğa intikamını alıyor" söylemi bunun en çarpıcı göstergesidir.
4) Kontrol / Yabancılaşma: Kapitalizm temel olarak sıkı bir kontrol mekanizması ile birlikte çalışır. Bu kontrolün ilk unsurlarından biri özel / kamusal alanın ayrılması ve özel alanda kadın bedeni üzerinde denetimin kurulması, kadının kendi bedeninden yabancılaştırılması olmuştur. Aynı zamanda kente dayalı kapitalizm, insanlığın doğadan yabancılaşması, doğanın ölü/ ruhsuz bir unsur, üzerinde egemenlik kurulması gereken bir unsur olarak yeniden tarif edilmesini de içerir. Diğer yandan, karmaşık teknoloji ürünleri ve üretim bantları, insanın doğaya ve aynı zamanda kendi doğasına yabancılaşmasını beraberinde getirir. "Üreticilerin kendi toplam emek ürünleri ile ilişkileri, onlarla kendi aralarında bir ilişki olarak değil de, emek ürünleri arasında toplumsal bir ilişki olarak" kurulur ve bu ilişki içinde emekle birlikte yaşam da bireylerin tek tek üzerinde denetim ve karar sahibi olabileceği bir unsur olmaktan çıkar.
Marksizm ve daha genel olarak sosyalizm, tüm egemenlik biçimlerinin ilgası ve bireylerin özgerçekleştirimi ve özözgürleşmesi olarak kendi hayatlarını yeniden ellerine alması olarak kavrandığında, -ki meta fetişizmi, yabancılaşma ve sömürünün bilinebilen tek karşıtı özgürlüktür- doğanın, insanın ve yaşamın sömürüden kurtulması da ekonomik, siyasal ve felsefi bağlamda kendi kendini gerçekleştirme olarak siyasal projemiz olmalıdır.
Marx'ın temel sorunu da sınıflı toplumlarda adil olmayan bölüşüm sorununun giderilmesi değil, emeğin ve bir bütün olarak yaşamın özgürleşmesidir. Bir başka deyişle, emeğin karşılığının ödendiği sistem, sömürünün ortadan kalktığı anlamını taşımaz. Sömürüsüz bir dünya, insanın ve doğanın zordan ve yabancılaşmadan arındığı, insanın kendi bedeni, yaşamı ve yaşam dünyası hakkında söz ve karar sahibi olduğu bir dünya olacaktır. Ancak, bu mücadele, kuşkusuz "insanı" kadın ve erkek, "yaşamı" doğa ve insan olarak parçalayan zihniyete, anlamlar dünyasına, pratiğe karşı da bir mücadeledir. (EB/EZÖ)
* "Ekofeminizm" Berna Kurt, Ekim 2001 www.feminisite.net
Referanslar:
Kovel, Joel, Michael Löwy "Ekososyalist Bir Manifesto" www.ekolojistler.org
Joel Kovel (2005) "The Ecofeminist Ground of Ecosocialism" Capitalism, Nature, Socialism; Jun 2005; 16, 2.
Kurt, Berna (2001) "Ekofeminizm" Ekim 2001 www.feminisite.net
Marx, Karl (1979) Gotha ve Erfrut Programlarının Eleştirisi Sol yayınları.
Wolf Frieder Otto (2007) "The Missed Rendezvous of Critical Marxism and Ecological Feminism" Capitalism, Nature, Socialism; Jun 2007; 18, 2;
von Werlhof Claudia (2007) "No Critique of Capitalism without a Critique of Patriarchy! Why the Left Is No Alternative" Capitalism, Nature, Socialism, Vol. 18, Nr. 1, March 2007, pp. 13-27.