Hem küresel hem de ulusal düzeyde ekonomik sorunların yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Küresel ekonomideki yavaşlama, küresel işsizliğin artması Türkiye’de enflasyon, gelir dağılımı bozukluğu ve dış ticaret dengesizlikleri ile birlikte gündemde. Küresel ve ulusal sorunların aynı anda yaşanması çözümü zorlaştırıyor, siyasal belirsizliği artırıyor.
Küreselleşme 20. yüzyılın son çeyreğinde dünya ticaretinde, sermaye hareketlerinde ve yatırımların dağılımında olağanüstü değişikliklere yol açarken, tek tek ülkelerin ekonomi politikalarını da bambaşka mecralara sürükledi. Hem ülke ekonomileri hem de dünya ekonomisi daha önce hiç görülmemiş yapılar edindiler.
21. yüzyılın ilk çeyreği sona ererken, yarım yüzyıla yaklaşan küreselleşme deneyimi yeniden değerlendiriliyor. Küreselleşmeyi eskisi kadar coşkulu savunanlar azaldı, yeni sorunlar dile getiriliyor hatta geri dönüş eğilimleri gittikçe artıyor.
Küreselleşmenin -her zaman olduğu gibi- eşitsiz gelişmeye yol açması zaman zaman eleştiri konusu olurdu. Ancak son sıralar genel olarak beklenen büyümenin sağlanamaması ve üstelik enflasyon, dış ticaret açıkları gibi sorunların yaşanması birçok ülkede geleceğe ilişkin kuşkuları artırdı.
Küresel ticarette hayal kırıklığı
Pandemiyi atlattıktan sonra göstergelerdeki hızlı düzelme herkesi umutlandırmıştı. Dünyadaki toplam gayrisafi hasıla 2019 yılındaki 88 trilyon doları aşarak 2022 yılında 100 trilyon dolara kadar yükselmişti. Fakat 2023 yılında beklenen büyümenin sağlanamadığı anlaşılıyor.
Üstelik küreselleşmenin gereği olarak dış ticaretin önündeki bütün engeller tasfiye edildiği halde, dış ticaretin dünya gayrisafi hasılasının içindeki payı, 2008’de kriz öncesi dönemde yüzde 61’e kadar ulaşmışken, 2020 yılından beri yüzde 50’li rakamlarda. 2023’te de umut edildiği gibi yükselmeyeceği anlaşılıyor.
Bu durumda küreselleşmeyi savunmak Çin ile birlikte süreçten kazançlı çıkan Uzakdoğu ülkelerine kalıyor. ABD başta olmak üzere birçok Batı ülkesi halinden hoşnut görünmüyor. Küreselleşme sürecinde yepyeni yapısal sorunlarla karşılaşan bir dizi ülke de öyle.
Ne var ki küreselleşme birilerinin oturup hazırladığı ve dünyaya telkin ettiği bir “proje” değil. Üretim güçlerindeki büyük gelişmenin ve sermayenin olağanüstü yoğunlaşmasının karşısında ulus devlet sınırlarının ekonomi için çok küçük kalmasından kaynaklanan bir zorunluluk.
Mevcut teknolojik düzey ve mevcut sermaye yoğunluğu küresel pazardan daha aşağısına olanak vermiyor. Yani küreselleşme öncesine dönüş dünyadaki firmaların büyük kısmı için yıkım anlamına gelecek.
Küreselleşmeden vazgeçilemeyecek fakat bu şekilde devam etmek de pek sürdürülebilir görünmüyor. Başka bir küreselleşme gündeme gelir mi, şimdiki neoliberal küreselleşme modelinde ısrar mı edilir, henüz bilmiyoruz. Fakat 2008 krizinin hala atlatılamadığı da anlaşılıyor.
2008’den bu yana krizin sona erdiğine dair birkaç müjde almıştık. Fakat hepsi de kısa sürdü. Gerçi 1929 krizinden sonra da 1933, 1936 yıllarında krizin bittiği ilan edilmişti ama kriz -benzetmek gibi olmasın- ancak 1939 yılında 2. Dünya Savaşı başladıktan sonra sona ermişti.
Kapitalizmin kriz dönemlerini atlatmanın yolu pazarı büyütmekten geçer. Yeni ülkeler pazara zorla veya uzlaşmayla dahil edilebilir ki günümüzde Kuzey Kore dışında açılacak pazar kalmadı. Sürükleyici teknolojik gelişmelerle bütün mal ve hizmetlerin dönüştürülmesi piyasayı canlandırabilir ki günümüzde yapay zekâya bu konuda büyük ümitler bağlanmış vaziyette. Savaş da dünya pazarını hızla büyütür ama neyse ki günümüzde pek göze alınamayacak kadar riskli bulunuyor.
Ucuz emeğe dayalı ihracat
Dünyadaki tıkanma ihtimali bir yana, bazı ülkeler çok daha erken bir tıkanma ile karşılaşma riski yaşıyorlar. Küreselleşme süreci ile karşılaşınca ülkeler kendilerince uyum politikaları oluşturdular. Azgelişmiş ülkelerden bazıları kalkınma politikalarına ağırlık verdi, bazıları da hızla küresel piyasada avantaj sağlama çabasına girişti.
Küresel piyasada avantaj sağlamak için iki yol arasında tercih yapmak gerekiyordu. Bunlardan biri yenilikçi politikalarla teknolojik gelişmeye ağırlık vermek ve insan gücü kalitesini yükseltmek yoluyla rekabet gücü kazanmaktı. İkincisi de üretim maliyetini mümkün olduğunca düşürerek küresel piyasada güçlü bir ihracatçı olarak yer almaktı.
Türkiye, uluslararası kuruluşların aksi yöndeki telkinlerine rağmen bir süre birinci yolda ısrar etti. 12 Eylül darbesi ülkenin ucuz emeğe dayalı, düşük maliyetli ihracat ülkesi olmayı kabul ettiğinin ilanı gibiydi. Yine de bir süre kalkınma politikaları tam olarak terk edilmedi.
Ülke kesin tercihini AKP iktidarı ile yaptı. Araştırma-geliştirme, bilim, teknoloji gibi kavramlara çok uzak olan yönetim anlayışı, bütün politikalarını memlekete hızla para girişini sağlamak üzere kurguladı.
Yatırım yapmanın en kolay yolu olarak, fazla teknoloji gerektirmeyen, zaten deneyim sahibi olduğumuz konut ve fiziki altyapı yatırımları öne çıktı. Sendikalaşma iyice zorlaştırılarak emek maliyetlerinin düşürülmesi sağlandı. Düşük maliyetli emeğin kalitesi önemli olmadığı için eğitim kurumlarının zayıflamasında bir sakınca görülmedi. Teknoloji ve know-how elde etmeyi düşünmeden, her türlü paranın ülkeye girmesi için yasal düzenlemeler birbirini izledi.
Doğrusu bu politikalar işe de yaradı. Türkiye taş atıp da kolu yorulmadan, zahmetli çabalara girişmeden, sadece kendi halkını yoksullaştırma yoluyla uzun süre ekonomisini ayakta tutmayı başardı. Ama tabii her şeyin bir sonu var.
Türkiye’de ücretler o kadar düşürüldü ki, dünya sıralamasında 67. sıraya geldik. Vergi sonrası ortalama net aylık ücret Almanya’da 3 bin doların, İngiltere’de, Japonya’da 2 bin doların, İtalya’da, Kıbrıs’ta, Güney Afrika’da bin doların, Yunanistan’da, Çin’de 9 yüz doların, Bulgaristan’da 800 doların, Ermenistan, Filistin ve Hindistan’da 600 doların üzerindeyken, Türkiye’de 500 dolar dolaylarında kaldı.
Fakat bu bile Türkiye’nin dış ticaret açığı sorununu çözmeye yetmiyor zira ücret düşürme yarışına girince her zaman daha beteri vardır. Nitekim vergi sonrası net ücretler Vietnam ve Arjantin’de 400 dolar, Azerbaycan, Fas ve Filipinler’de 300 dolar, Bangladeş ve Nepal’de 200 dolar civarında. Sri Lanka, Pakistan ve Mısır’da 200 doların da altında.
Bu durumda Türkiye’nin ihracatı miktar olarak artsa bile birim değer endeksi 2022’nin ikinci çeyreğinden beri sürekli düşüyor. Bizden çok daha düşük ücret veren ülkeler var oldukça ihraç mallarının fiyatı daha da düşecek. Ucuz emeğe dayalı ürünle piyasaya çıkmanın bedelidir bu. Ne kadar yoksullaşsan da, tercih edilmeyi bekleyen daha yoksul birileri vardır mutlaka.
Ucuz emek politikasının artık tıkandığı görülüyor. Türkiye’de ücretler daha fazla düşürülemez. Çaresiz mültecilerin boğaz tokluğuna çalıştırılması bile çözüm getirmiyor. Küresel ticaretin büyümediği hatta daraldığı bir ortamda daha fazlasının yapılması lazım.
Tepkileri bastırmaya yönelik hazırlıklar
O halde, artık döviz kurunun yükselmemesi için gösterilen gayrete son verilecek, Türk parasının değeri büyük ölçüde düşürülecektir. Bunun seçimlerden sonraya kalması için uğraşılıyor. Başarılırsa 2024’ün ikinci çeyreğinden itibaren döviz kurlarında hızlı bir yükseliş beklemek gerekecek.
Tarih bize Türkiye’de hayli yumuşak başlı bir halkın yaşadığını gösterse de, arada Gezi gibi patlamalar olabiliyor. Ülkeyi yönetenler de bunun farkında. Geniş kitlelerde hızlı bir yoksullaşmaya yol açacağı bilinen uygulamaların öncesinde bazı tedbirleri almaları beklenir.
24 Ocak kararlarının uygulanması için 12 Eylül faşizminin gerekli görülmesi gibi, şimdi de tepkileri bastıracak önlemler gündeme gelebilecektir. Gezi tutsakları gibi, AİHM kararlarını tanımama gibi, Anayasa Mahkemesini itibarsızlaştırma gibi aniden ortaya çıkan olayların aslında ani kararların sonucu olmadığını, önümüzdeki genel hoşnutsuzluğa karşı tedbir alındığını düşünmeliyiz.
Bir yandan da Devlet Bahçeli’nin coşkulu hali, ülkücülerin yeniden hareketlenmeleri, mafyacıların pervasız tavırları, uluorta tehditler savrulması, peş peşe MHP kökenli yeni partilerin kurulması, her konuşmaya şiddet çağrıştıran kelimelerin sıkıştırılması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Sistem tıkanırken kendilerine görev düştüğünü hatırlatır gibiler.
(BD/VC)