Değişik tarihlerde birçok anket firması, Türkiye’nin sorunları sıralaması üzerine anketler yapar.
Anketteki soru sorma şekilleri, ankete katılanı maniple edici soru teknikleri, anketin yapılış şekilleri, anket sahası, katılımcı kesitleri ve sayıları gibi, işin teknik kısımlarını, siyasal ve sosyal amaçlarını yazının konusu bakımından bir tarafa bırakalım.
Ülkenin sorunlarının kamuoyuna önem sırasına göre yansıması üzerine yapılan anketlerde ne kadar bir manipülasyon çabası olsa da genelde bir ortalamasını bulmak mümkündür. Bu açıdan tek tek anketler üzerinde durmanın gereği yok.
2019-2020 yılı içinde yapılan sorunlar sıralaması anketlerinde genel olarak ekonomi birinci sorun olarak yer alıyor. Ekonomi ilk sorundur diyenlerin oranı farklı anketlerde yüzde 45 ila yüzde 55 bandı arasında.
Anketlerde işsizlik şıkkı ayrıca yer alıyor ve katılımcıların yüzde 10 ila yüzde 15’i işsizliği ikinci sırada sorun olarak görüyor.
İşsizlik, ekonomik sorunun doğrudan bir parçası olması nedeniyle aslında ekonomiyi sorun olarak görenlerin oranı ortalama yüzde 65’i buluyor.
Eğitim, terör, sağlık vb. şıkların etkin bir oranı olmaması nedeniyle bunları değerlendirme dışında tutabiliriz.
Anketlerde en az orana sahip bir şık daha var: Demokrasi.
Sorunlar sıralamasında katılımcılar tarafından genellikle yüzde 3’ler oranında sorun olarak görülen demokrasi (kimi anketlerde hukuk olarak yer alıyor), bana göre anketin en ilginç ve önemli sonucunu oluşturuyor.
Ekonomi-demokrasi ilişkisi
Konumuz için isabetli olması nedeniyle Marx’ın sıkça kullanılan bir sözüyle başlayalım. Marx, diyalektik materyalist felsefe kuramını açıklarken, gençlik döneminde bir süre takipçisi olduğu büyük filozof Hegel’in diyalektiğinde bulunan düşünceden fenomenler dünyasına doğru izlenen felsefi idealizmini, fenomenlerden düşüncelere doğru izlenen bir felsefeye dönüştürerek, Hegel’in baş aşağı duran diyalektiğini ayakları üzerine oturttum der.
Türkiye’de ekonomi demokrasi ilişkisinin toplumdaki algısı, tam da bu baş aşağı duruş tersliğine sahip. Toplumda birinci sorun olarak görülen ekonomi ile son sıralarda bir sorun olarak görülen demokrasi ilişkisinde, ayak olması gereken demokrasinin ayakları havada kaldığı bir yanılsama var.
Vatandaş için yaşamın temel ihtiyaçlarının (beslenme, barınma, sağlık vb.), ekmeğin, soğanın, domatesin, etin, elektriğin, doğalgazın, kiranın fiyatıdır önemli ve öncelikli olan. Ekonominin yüksek oranda ilk sorun olarak görülmesi, yaşamın somut, zorunlu bir sonucudur.
Ancak ülkemizdeki bu yakıcı gerçeklik, ekonomi-demokrasi bağlamında yine de başağı duran bir toplumsal algıya sahip.
Ülkemizdeki ekonomik sorunların nedeni, demokrasinin yokluğudur dersek, abartmış olmayız.
Hukukun, şeffaflığın, yargının bağımsız olmadığı;
Meclis (ki, hem yasama hem de yürütmeyi denetleme organıdır), Sayıştay gibi denetim organlarının çalıştırılmadığı ve seçilmişlerden oluşan meclisin işlevsiz kılındığı;
Güçler ayrılığının ortadan kaldırılarak tek kişi otoritesine tabi bir yürütme oluşturulduğu;
Yürütmenin ve bürokrasinin hesap vermeyeceği veya onlardan hesap sorulamayacağı güvencesi ve keyfiliğinin olduğu;
İhalelerin şeffaf olmadığı, hangi işin kaç liraya yapıldığının ve hangi şirketlere ne kadar ödeme yapıldığının bilinmediği;
Kamu adına alınan dış kredilerin nerelere kullanıldığının, hangi arazilerin kimlere tahsis edildiğinin, kamu bankalarından kimlere yüklü kredilerin verildiğinin ve bu kredilerinin geri dönüşünün olup olmadığının bilinmediği;
Kaynakların nerelere ve nasıl kullanıldığının açıklanmadığı;
Akıldışı, rantabl olmayan ve sermaye aktarmanın bir aracı olarak kullanılan inşaat temelli projelerin doğaya, insana verdiği zararlara kulak tıkayarak fütursuzca uygulandığı;
Toplumun bilgi alma hakkının medya yoluyla alabildiğine kısıtlandığı, çarpıtıldığı, sansürün artarak sürdüğü;
Kısacası ülkenin sisteminin bir kişinin iki dudağı arasına kilitlendiği yerde demokrasiden söz edilemez.
Enflasyon, devalüasyon, işsizlik, fakirleşme, cari açık, faiz lobisine teslimiyet, ağır vergiler gibi bilumum ekonomik sorunların kaynağı, demokrasinin olmamasıdır!
Elbette ekonomik sorunlar ile demokrasi arasında her koşulda tam olarak işleyen, doğru ya da ters orantı kurulamaz. Örneğin ekonomisi güçlü olan ya da şimdilik ekonomik bunalım yaşamayan kimi petrodolarlara sahip ülkelerde demokrasi yoktur. Ancak ekonomik sorunlarla demokrasi arasındaki bağı görmeden yapılan her analiz de eksik ve yanıltıcıdır. Hele bizim gibi ülkelerde bu ilişkinin önemi çok daha büyüktür.
Baş aşağı algısı düzeltilebilir mi?
Sorunun esasta bir demokrasi sorunu olduğu, başta ekonomik olmak üzere toplumdaki diğer sorunların çözümlerinin büyük ölçüde sistemin demokratikleştirilmesine bağlı olduğu algısı toplumda yaygınlık kazanabilir mi? Öncelikli sorunlar arasında demokrasi talebi yüzde 30-40’lara kadar artabilir mi?
Kısa sürede bunun olması mümkün gözükmüyor. Bunun iki nedeni var. Birisi Türkiye toplumunun egemenlere karşı tarihsel olarak da genel bir demokrasi mücadelesi olmadı. Elbette egemen iktidarlara karşı ciddi muhalif direnişler oldu. Ama bunlar yeterince demokratik bir bilinç ve bütünlükten yoksundu.
Bir diğeri ise kitleler soyut talepler yerine somutla ilgilenirler. Soyutun somutu şekillendirdiği durumların açıklığa kavuşturulması büyük bir çaba gerektirir. Hayat pahalılığı somuttur. Ancak bu pahalılığın nedenlerinden olan hukuksuzluk, soyuttur.
Tüm bu dezavantajlara rağmen muhalefetin, ekonomik sorunları demokrasi ile olan neden sonuç ilişkisi bağlamında bıkmadan, usanmadan ifade etmesi, örnekleyerek açıklaması, halk nezdindeki bu baş aşağı algısını değiştirerek, demokrasi taleplerini artıracaktır.
Bu sıralarda Deva Partisi Başkanı Ali Babacan böyle bir politik tutum sergiliyor. Esnaf gezilerinde insanlar ekonomik sıkıntılarını anlatırken Babacan, onlara bu sıkıntıların hukuk yoluyla aşılacağını söylüyor.
Muhalefet tarafından bu politik tutum yaygınlaştırılmalı, sürekli vurgulanmalı ve her bir ekonomik sorunun iktidarın hesapsız kitapsız ve keyfi uygulamalarından kaynaklandığı, bu keyfiliğe ise tek kişi yönetiminin yol açtığı örneklemeler yoluyla anlatılmalı. Ve özellikle Erdoğan iktidarından hesap sorulmasının ancak demokratikleşmekle mümkün olduğuna kitleleri ikna edilmeli.
AB zirvesi öncesinde Erdoğan’ın itirafı
10-11 Aralık tarihinde AB Liderler Zirvesi yapılacak. Türkiye-AB ilişkileri, zirvenin bir gündem maddesi olarak yer alacak. Daha kasım ayında Avrupa Parlamentosu bu zirveye, Türkiye’ye yaptırım kararı alması çağrısında bulundu.
Ekonomik darboğazda olan Türkiye’ye AB tarafından yaptırım uygulanması, Erdoğan iktidarını büyük ölçüde sarsacağı için, Erdoğan, daha dün “Eeeeyy Avrupa” nidalarıyla yaptığı açıklamalarından (ki, aslında iç politikaya dönük milliyetçi söylemlerdi), son günlerde AB’yi kastederek "Muhataplarımızdan, Türkiye'nin uzattığı bu eli havada bırakmamalarını bekliyoruz" noktasına geldi.
Erdoğan, “Ülkemizi yerli ve uluslararası yatırımcılar nezdinde, riski az, güveni yüksek, kazancı tatminkâr bir cazibe merkezi haline getirmekte kararlıyız. Önümüzdeki dönemde bu alanda gerçekleştireceğimiz ilave reformlarla yatırım ortamını daha da iyileştireceğiz” dedi.
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül ile Maliye Bakanı Lütfi Elvan’ın AB Zirvesi öncesinde bir Reform Zirvesi başlığı altında yaptıkları toplantıda iş çevreleriyle bir araya gelmek istediklerini ve bu toplantıda, başta yabancı yatırımlar olmak üzere, genel olarak yatırım ortamının iyileştirilmesi noktasında yargı alanında atılması gereken adımların ele alınacağını açıkladılar.
Kısacası Erdoğan ve ilgili bakanları AB’ye diyorlar ki, biz hukukta, yargıda reformlar yapacağız, bize kredi musluklarını açın.
İktidarın reform vaatleri (iktidarın gayrı resmi ortağı Bahçeli’nin karşı tavır koymasıyla Erdoğan’a, partisinden Bülent Arınç’ı yiyerek geri adım attırdı), ülkede demokrasiyi kökten kesip attıklarının bir başka itirafıdır! Kaldı ki bu reform söylemlerinin ağızlara bir parmak bal çalmaktan öteye hiçbir esamisi yoktur.
Böylece sorumlu ağızlar, ekonomi ile demokrasi arasındaki ilişkiyi ifade etmek zorunda kaldılar.
(NÖ)