Ekolojik dengenin alt üst oluşunun, insan kaynaklı bir felaket olarak bilimsel raporlarda karşılık bulması (IPCC; Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli, Şubat 2007 raporu), küresel ısınma telaşına bir meşruiyet kazandırdı ve sermaye odaklarının (ExxonMobil) bu tansiyonu yatıştırmak üzere harekete geçirdiği kuruluşlarsa (The American Entreprise Institute), aynı ölçüde ters yüz edilmiş oldular.
Bu noktada, küresel ısınmayla mücadelede bir adım öne geçtiğimizi düşünmeye başlamışken, aslında nasıl bir neoliberal kuşatma etrafında sıkışmış olduğumuzu fark ediverdik. Küresel ısınma gündeminde, egemen ideolojinin rahatını kaçırmayacak “devrimcilik”te küresel örgütlenme kampanyaları, etkili bir ses getirmeye başladı bile. Etrafımızda ekolojik ürün katologları, yardım konserleri, Kyoto’culuk, vs muhalefetin sesini bastırmaya yetiyor, ve bize de ekolojist muhalefetin özneleri olarak, küresel ısınma portföyünde sevimli roller bahşediliyor. Şimdi burada sormamız gereken, bu rolü oynayıp oynamayacağımız, ve nasıl bir alternatif yaratacağımız.
Ekolojik besinler, duştan 1 dakika daha erken çıkma, özel araç kullanmayıp toplu taşımayı tercih etmek, vb onlarca “ekolojist” tedbirle aslında önemli ölçüde sorumluluğu bireye yüklemiş oluyor ve daha kitlesel sorumluluğa sahip odakların “suç”unu meşrulaştırmayı öngörüyorüz. Öte yandan, küresel ölçekte dayatılan Kyoto Protokolü de, neoliberal küreselleşmeyi hızlandırmak ve kolaylaştırmaktan öteye gitmeyecek bir dizi acil reçete sunuyor.
Kyoto Protokolü’nün, küresel ısınmayla mücadele etmek için nasıl bir plan ortaya koyduğunu inceleyince, akla çok ciddi soru işaretleri ve felaket senaryoları geliyor. Bunun, iki temel dayanağı var. Birincisi, uygulanması önünde engeller ve zorluklar. Asıl önemli olansa, neoliberalizm ve sermayenin küreselleşmesi altında, “sera gazı salınımı”nın azaltılmasının, hangi sınıfsal çelişkiler içerdiği meselesi.
Kyoto Protokolü, 119 ülke tarafından onaylandı ve 55 ülke tarafından onaylanması için çalışılıyor. Ancak bu 55 ülke, öyle bir 55 ülke ki, zaten dünyadaki sera gazı salınımının %55’inden sorumlu olanlar. Bu ülkeler arasında, sıralamada ilk beşte yer alan ABD ve Avustralya’nın yanı sıra, gaz salınımındaki artışta rekor kıran Türkiye’nin olmasının ekonomik ve siyasal nedensellikleri de yok değil.
Öncelikle sürdürülebilir kalkınma fetişine engel olarak görülen Kyoto Protokolü, kalkınma/ekoloji ikiliğinde, kar mantığı açısından çelişkili bir konumda duruyor. ABD’nin küresel ölçekte hem ekonomik hem siyasal spekülasyonlarında araçsallaştırdığı, ancak ekolojik açıdan en büyük tehditlerden biri haline gelen enerji sektörünün de, bu ekoloji/kalkınma çelişkisi içerisinde feda edilemeyeceği düşünülecek olursa, ABD gibi ülkelerin Kyoto Protokolü’nü imzalamamakta diretmesi “anlamlı” duruyor. Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin, sadece gaz salınımlarına dair rapor sunmaktan öte bir yükümlülüğünün olmadığı bir Kyoto Protokolü, elbette ABD’nin işine gelmiyor ve böylesi bir “haksız” rekabet öngördüğü için kabul edilir bulunmuyor.
Kyoto’nun öngördüğü neoliberal tahribata gelecek olursak, durum daha çapraşık bir hal alıyor ve tablo biraz daha korkunçlaşıyor. Öncelikle gaz salınımlarındaki azaltmayı 40-50 yıllık bir zamana yaymayı öngören protokol, elinden geldiğince üretim ihtiyacını (ve tabi tüketim, mal değişimi, kar etme ihtiyacı) sekteye uğratmayacak bir çizelge oluşturmuş durumda. Bu çizelgenin oluşturulduğu 50 yıllık eylem planı, bu sürenin sonunda bir şeyleri başlatmak için çok geç olabileceğinden, tatmin edici durmuyor.
Öte yandan, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler kategorizasyonu, ilk bakışta rekabet koşullarını dengeleyecek gibi görünse de, aslında sadece ve sadece “kirlilik”in yer değiştirmesini teşvik ediyor. Kuzey ülkelerindeki “kirli” yatırımlar, bulunduğu ülkelerdeki sera gazı kotalarından kaçmak için, çareyi benzer kotaların bulunmadığı “Güney” ülkelerine taşınmakta bulacağından, halihazırda sera gazı salınımlarını azaltmak bir yana, sera gazlarını globalleştirmekten öteye gidemeyecekler. Kuzey’in ucuz emek gücü olarak sömüregeldiği Güney, Kuzey’in çöplüğü olma vasfını da protokol sayesinde kazanmış olacak. (Tanuro, Kyoto: Climate of Fear)
Kyoto Protokolü’nün yaratması muhtemel bir diğer felaketse, soluduğumuz havayı ülkeler arası alınır-satılır bir emtiaya dönüştürerek, yaşamsal haklarımızı ipotek altına almasıdır. (Fevzi Özlüer, Yeni Harman röportajı, Mayıs 2007) Protokolün 17. maddesine göre, salınım hedefinin altında bir seviyeye ulaşan bir ülke, aradaki farkı bir başka ülkeye satabilecektir. Benzer şekilde, 6. maddeye göre, bir başka ülkede salınım azaltıcı bir projeye katkı sağlayan bir ülke, kendi hedefinden düşülmek üzere kredi kazanacaktır.
İnsanın, nefes alıp verdikçe atmosfere verdiği karbondioksitin de, küresel ısınma içerisinde bir payı olduğu düşünülecek olursa, havanın metalaşması sürecinin, muhtemel yasal düzenlemelerce soluduğumuz havayı vergilendirmeyi öngörmesi çok mu gerçeğe uzak duruyor? İçtiğimiz su için para ödediğimizi düşününce… Tıpkı hava gibi, su da kolektif haklarımızdan biri olmalıyken, nasıl başkalarının özel mülkiyeti haline geldi? Buradan bakınca, her şey yerli yerine oturuyor.
İşin biraz daha masum gözüken yanıysa, “temiz kalkınma mekanizması” olarak adlandırılan protokolün 12. maddesine göre, salınım azaltmakla yükümlü bir ülkenin, böyle bir hedefi belirlememiş gelişmekte olan bir ülkede salınım azaltılmasına yönelik projeye katkı sunması durumunda, kendi kotasından düşülmek üzere kredi kazanmasının düzenlenmesi. Ancak; böylesi bir uygulamada, Güney’in Kuzey’e ekonomik ve siyasal olarak bağımlılığının günbegün arttığı küresel düzende, teknoloji transferlerinin bu ilişki biçimlerini pekiştireceği öngörülüyor. Bu küresel ilişki biçiminin neoliberal yan etkileri de, Güneyli yoksul halkın, yoksulluğunun kronikleşmesi anlamına geliyor.
Küreyi ısınmaya mahkum eden yapısal düzenlerin öznesi olan kişi ve kuruluşlar, kurbanlarıyla adil olmayan bir görev dağılımı öngörüyorlar ve bunu bir emir-komuta zinciri içerisinde uygulatma konusunda ısrarcılar. Bu noktada, alternatif bir ekolojist hareketin, eşitlikten, özgürlükten ve adaletten yola çıkarak, alternatif bloğunu oluşturması aciliyetini koruyor. Küresel ısınmaya dair, daha küresel, daha eşitlikçi bir perspektiften bakmak ve çareyi insandan yana reçetelerde aramak için zamanımız giderek azalıyor.(HU/EÜ)