Amsterdam merkezli uluslararası bir araştırma ve savunuculuk enstitüsü olan Transnational Institute’un (TNI) internet sitesinde Hamza Hamouchene imzasıyla yayımlanan bu analizi, Diyar Saraçoğlu’nun çevirisiyle sizlere sunuyoruz. Bu analiz, Filistin mücadelesini fosil kapitalizmine ve emperyalizme karşı küresel mücadeleyle ilişkilendirerek, Filistin’in kurtuluşu olmadan gerçek bir iklim adaletinin mümkün olmayacağını öne sürüyor.
Gazze’de devam eden soykırımın ortasında iklim ve ekoloji meselelerinden söz etmek ilk bakışta yersiz, hatta uygunsuz görünebilir; oysa Gazze’de yaşananlar yalnızca bir soykırımdan ibaret değildir, aynı zamanda bir ekokırımdır ya da bazılarınca söylendiği gibi bir holokırım: tüm bir toplumsal ve ekolojik dokunun kasıtlı olarak yok edilmesidir. Gazze bugün, büyük bölümü insan kalıntıları içeren 40 milyon tonun üzerinde enkaz ve tehlikeli maddeyle kaplı. 2024’ün başına gelindiğinde, Gazze’nin tarım arazilerinin önemli bir kısmı çoktan yok edilmişti; meyve bahçeleri, seralar ve temel gıda ürünleri amansız bombardımanlarla silinip gitmişti. Zeytinlikler ve tarlalar kupkuru, ölü toprağa dönüşürken; mühimmat ve zehirli maddeler hem toprağı hem de yeraltı sularını kirletti. Öte yandan, İsrail’in elektrik akışını kesmesi ve arıtma tesislerini tahrip etmesi nedeniyle Gazze’nin deniz suları da kanalizasyon ve atıkla boğulmuş durumda.
İsrail’in soykırımı kapsamında gerçekleşen ekolojik yıkımı kavramak, iklim ve ekoloji kriziyle Filistin’in kurtuluş mücadelesi arasındaki hayati kesişimleri görünür kılar. Filistin’in özgürlüğü olmadan gerçek bir küresel iklim adaleti mümkün değildir; tıpkı Filistin halkının özgürlük mücadelesinin, yeryüzünün ve insanlığın varoluşuyla özünde bağlı olması gibi. Bu yazı, İsrail’in Filistin’deki yerleşimci sömürgeci şiddetiyle ekolojik yıkımı arasındaki derin iç içeliği, özellikle mevcut soykırımda ulaştığı “zirveyle” birlikte takip ediyor. Başından bu yana çevresel tahribatın, Siyonist sömürgeci egemenliğin temel bir unsuru olduğunu ve bir kontrol ve silme aracı olarak kullanıldığını ortaya koyuyor. Analiz, buradan hareketle şu temel alanlara odaklanıyor: Filistinlilere dayatılan orantısız iklim kırılganlıkları; İsrail’in işgali ve apartheid rejimini örtbas etmek için başvurduğu yeşil aklama ve eko-normalizasyon uygulamaları; Gazze’deki güncel ekokırım ve İsrail’in küresel fosil kapitalist düzendeki yeri. İnceleme, toprağa, kültüre ve bakıma dayalı pratiklerle sürdürülen Filistin direnişiyle sona eriyor -yalnızca tahakkümün reddini değil, özgürlüğe dayanan bir çevresel adalet vizyonunu da ortaya koyuyor.

Çevresel oryantalizm
İsrail, 1948 öncesi Filistin’i uzun süredir boş, çorak bir çöl olarak tasvir eder ve bu imgeyi, İsrail devletinin kuruluşuyla güya yeşillenen bir vahayla karşıtlık içinde sunar. Bu ırkçı çevresel anlatı, Filistin’in yerli halkını, üzerinde binlerce yıldır yaşadıkları toprağı önemsemeyen, hatta onu tahrip eden ekolojik vahşiler olarak betimler. Ancak bu çevresel söylem ne yenidir ne de İsrail sömürgeciliğine özgüdür. Coğrafyacı Diana K. Davis’in “çevresel oryantalizm” olarak adlandırdığı kavrama göre, 19. yüzyıldaki Anglo-Avrupa tahayyülleri Arap dünyasının çevresini sıklıkla “bir şekilde bozulmuş” olarak tasvir etmiş, böylece onu iyileştirmek, onarmak, normale döndürmek ve düzeltmek için müdahale edilmesi gerektiği fikrini ima etmiştir.[1]
Toprağın “kurtarılması” fikrine dayalı Siyonist ideoloji, İsrail’e bağlı yarı devlet kurumu Yahudi Ulusal Fonu’nun (JNF) yürüttüğü ağaçlandırma projesi etrafında inşa edilen anlatıda somutlaşır. JNF, bu ağaçlandırma yoluyla Nakba sırasında yok edilen 86 Filistin köyünün fiziksel ve simgesel izlerini silmeyi amaçladı.[2] “Koruma” kisvesi altında, JNF ağaç dikimini sömürgeci kitlesel yerinden etme, etnik temizlik, çevre tahribatı ve mülksüzleştirmeyi gizleyen bir silaha dönüştürdü; yerli peyzajın yerini alacak yeni bir manzara yarattı.
Ghada Sasa, bu tür ekosömürgeci uygulamaları çarpıcı bir biçimde çözümler ve bunları “yeşil sömürgecilik” olarak tanımlar: İsrail’in çevreciliği, yerli Filistinlileri ortadan kaldırmak ve kaynaklarını gasp etmek üzere sahiplenmesidir. Sasa, İsrail’in koruma alanı statülerini (millî parklar, ormanlar ve doğa rezervleri) nasıl kullandığını şöyle açıklar: (1) arazi gasplarını meşrulaştırmak; (2) Filistinli mültecilerin geri dönüşünü engellemek; (3) Filistin’i tarihinden koparıp Yahudileştirmek ve Avrupalılaştırmak suretiyle Filistin kimliğini silmek ve İsrail baskısına direnişi bastırmak; (4) apartheid rejimine yönelik imajını yeşil aklamayla parlatmak.[3]
İsrail’in kaynak gaspı, Filistin’in su varlıklarına da uzanıyor. İsrail’in 1948’de kurulmasının hemen ardından, Yahudi Ulusal Fonu (JNF) tarihsel Filistin’in kuzeyindeki Hula Gölü’nü ve çevresindeki sulak alanları kuruttu.[4] Bu işlemin, tarım arazilerini genişletmek için gerekli olduğu öne sürüldü. Oysa proje, Avrupa’dan yeni gelen Yahudi yerleşimciler için “verimli” tarım arazisi yaratmakta başarısız olduğu gibi, ciddi çevresel tahribata da yol açtı; yaşamsal önemdeki pek çok bitki ve hayvan türü yok oldu[5] ve Celile Gölü’ne akan suyun kalitesi ciddi biçimde bozuldu, bu da Ürdün Nehri’nin aşağı kesimlerindeki akışı sekteye uğrattı.[6] Aynı dönemde, İsrail’in ulusal su şirketi Mekorot, Ürdün Nehri’nden suyu İsrail kıyı şeridindeki yerleşimcilere, şehirlere ve Necef Çölü’ndeki Yahudi yerleşimlerine yönlendirmeye başladı.[7] 1967’de Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail tarafından işgal edilmesinin ardından, İsrail Ürdün Nehri’nden su gaspını daha da yoğunlaştırdı. Bugün Ürdün Nehri -özellikle de aşağı kesimi- artık neredeyse çamur ve kanalizasyonla dolu kirli bir dereye dönüşmüş durumda.[8]
İsrail’in, ister ağaçlandırma yoluyla ister su kaynaklarını kurutarak gerçekleştirdiği Filistin çevresine yönelik saldırıları, çevreye dair tutumların yerleşimci sömürgeci projenin daha geniş çerçevesine nasıl yerleştiğini gösteriyor. Yerleşimci sömürgecilik, “yerli toplulukların toprak üzerindeki ortak varlığını ve sürekliliğini bilinçli olarak ortadan kaldırmayı” hedefleyen, halkların yaşadıkları toprakla kurdukları bağı şiddet yoluyla koparan bir tahakküm biçimidir.[9] Bu açıdan bakıldığında, yerleşimci sömürgecilik ekolojik bir üstünlük biçimidir: Yerli halklar için anlamlı olan ilişkilerin niteliklerini siler ve onların yerine sömürgeci ekolojiler dayatır. Kyle Whyte’ın ifade ettiği gibi, “yerleşimci topluluklar, yerli halkların ekolojilerinden kendi ekolojilerini yaratmaya çalışır -ki bu genellikle ek malzemelerin ve canlıların getirilmesini gerektirir.”[10] Benzer şekilde, Shourideh Molavi de sömürgeci şiddetin “her şeyden önce bir ekolojik şiddet” olduğunu, bir ekosistemin yerine başka bir ekosistem dayatma girişimi olduğunu öne sürer. Eyal Weizman da aynı görüştedir; çevrenin, “sömürgeci ırkçılığın hayata geçirildiği, toprağın gasp edildiği, kuşatma hatlarının sağlamlaştırıldığı ve şiddetin sürdürüldüğü araçlardan biri” olduğunu belirtir.[11] Weizman, Filistin bağlamında şunu gözlemler: “Nakba’nın daha az bilinen bir çevresel boyutu vardır -çevrenin, iklimin, toprağın, yerli iklimin, bitki örtüsünün ve gökyüzünün tümden dönüştürülmesi. Nakba, sömürgecilik tarafından dayatılmış bir iklim değişikliği sürecidir.”[12]

Filistin’de iklim krizi
İsrail’in Filistin’in çevresini dönüştürmesi bağlamında, Filistinliler artık küresel iklim krizinin giderek şiddetlenen etkileriyle yüz yüze. Bu yüzyılın sonuna gelindiğinde, Filistin’deki yıllık yağış miktarının 1961-1990 dönemiyle karşılaştırıldığında %30’a kadar azalabileceği öngörülüyor.[13] Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), sıcaklıkların 2,2 ila 5,1°C arasında artacağını ve bunun çölleşmenin hızlanması da dahil olmak üzere yıkıcı iklim değişimlerine yol açabileceğini belirtiyor.[14] Filistin ekonomisinin temel direklerinden biri olan tarım bu durumdan ciddi biçimde etkilenecek; daha kısa ekim dönemleri ve artan su ihtiyacı gıda fiyatlarını yükselterek gıda güvenliğini tehlikeye sokacak.
Filistinlilerin iklim kırılganlığı, yüzyılı aşkın süredir devam eden sömürgecilik, askerî işgal, apartheid rejimi, mülksüzleştirme, yerinden edilme, sistematik baskı ve soykırımın oluşturduğu acımasız tarihsel bağlam içinde anlaşılmalıdır. Bu tarihsel arka plan nedeniyle, Zena Agha’nın da belirttiği gibi, iklim krizinin İsrail ile İşgal Altındaki Filistin Toprakları üzerindeki etkileri arasında derin ve kalıcı asimetriler vardır ve olmaya devam edecektir.[15] İsrail’in süregiden işgali, Filistinlilerin kaynaklara erişimini ve iklim değişikliğine uyum sağlayacak altyapı ile stratejiler geliştirmesini engellerken; İsrail, bölgedeki iklim değişikliğine en az kırılgan ülkelerden biri olmanın yanı sıra, bu krize müdahale etmeye en hazırlıklı olanlardan biridir. Bunun nedeni, İsrail’in Filistin’in topraktan suya, enerjiden tarıma kadar uzanan kaynaklarının büyük kısmını gasp edip kontrolü altına alması ve Filistinli işçilerin emeğiyle, emperyal güçlerin aktif desteğiyle, iklim değişikliğinin bazı etkilerini hafifletebilecek teknolojiler geliştirmiş olmasıdır. Kısacası, Filistin ile İsrail’de iklim değişikliğine uyum kapasitesi derin biçimde eşitsizdir; bu eşitsizlik ırk, din, hukuki statü ve yerleşimci sömürgeci hiyerarşiler temelinde şekillenmektedir. Bu durum çoğu zaman “iklim apartheid’ı” ya da “eko-apartheid” olarak adlandırılır.[16]
Bu durumun en çarpıcı biçimde görüldüğü alan suya erişimdir. Komşu ülkelerin aksine, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında gerçek bir su kıtlığı yoktur. Buna rağmen, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinliler, işgalin dayattığı Yahudi üstünlüğü ve apartheid su altyapısı nedeniyle kronik bir su kriziyle karşı karşıyadır. İsrail, 1967’de Batı Şeria’yı işgal ettiğinden bu yana su kaynakları üzerinde bir tekel kurmuş; bu durum, 1995’te imzalanan II. Oslo Anlaşması’yla resmileşmiş ve İsrail’e Batı Şeria’daki suyun yaklaşık %80’i üzerinde kontrol hakkı tanımıştır. İsrail bir yandan su teknolojisini geliştirip Yeşil Hat boyunca erişimi genişletirken, Filistinlilerin suya erişimi apartheid uygulamaları, toprak gaspları ve mülksüzleştirme nedeniyle giderek azalmıştır. Bu tablo; İsrail’in su kaynakları üzerindeki mutlak kontrolünü, Filistinlilere dayattığı katı kullanım kotalarını, gelişme hakkının (örneğin kuyu açılmasının) reddedilmesini ve Filistinli su altyapısının defalarca yıkılmasını da içerir. Sonuç olarak, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında yaşayan İsrailli Yahudiler arıtılmış su ve bolluk gibi lükslere sahipken, Filistinliler iklim değişikliğiyle birlikte daha da ağırlaşacak kronik bir su kıtlığı içinde yaşamaktadır. Aradaki fark çarpıcıdır: 2020 yılında İsrail’de kişi başına günlük su kullanımı 247 litre iken, Batı Şeria’daki Filistinlilere düşen miktar yalnızca 82,4 litredir.[17]
Batı Şeria’da, İsrail’in 600 bin yasa dışı yerleşimcisi, 3 milyonluk Filistinli nüfusun yaklaşık altı katı kadar su tüketiyor. Dahası, bu yasa dışı yerleşimler kişi başına günde 700 litreye kadar su harcıyor; bu miktara havuzlar ve çim alanlar gibi lüks tüketimler de dahil. Buna karşılık, su şebekesine erişimi olmayan bazı Filistinli topluluklar kişi başına yalnızca 26 litre suyla yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Bu miktar, afet bölgelerinde görülen ortalamaya denk düşüyor ve Birleşmiş Milletler ile Dünya Sağlık Örgütü’nün kişisel ve evsel ihtiyaçlar için önerdiği günlük 50 ila 100 litre aralığının çok altında kalıyor.[18]
2015 yılında Batı Şeria’daki hanelerin yalnızca %50,9’u günlük suya erişebiliyordu. 2020 yılına gelindiğinde ise, B’Tselem’in tahminlerine göre, Batı Şeria’daki Filistinlilerin sadece %36’sı yıl boyunca düzenli ve güvenilir su erişimine sahipti; nüfusun %47’si ise ayda 10 günden az süreyle su alabiliyordu.
Gazze’de durum daha da kötü. Mevcut soykırımdan önce bile hanelerin yalnızca %30’u günlük suya erişebiliyordu; bu oran, İsrail saldırıları sırasında keskin biçimde düşmüştür.[19] İsrail, Gazze’ye yeterli miktarda temiz su girişini engellemekle kalmıyor; aynı zamanda altyapının inşasını ya da onarımını da, gerekli malzemelerin girişini yasaklayarak imkânsız hâle getiriyor. Sonuç ise felakettir: Soykırım öncesinde Gazze’deki suyun %90 ila %95’i içme ya da sulama için güvenli değildi.[20] Kirli su, bildirilen hastalıkların %26’sından fazlasına yol açmakta ve çocuk ölümlerinin başlıca nedenlerinden biri hâline gelmişti; bölgedeki çocuk ölümlerinin %12’sinden fazlasından sorumluydu.[21] 2025 yılı Şubat ayında, soykırımcı şiddet sürerken ve kıtlık daha da ağırlaşmışken, Oxfam, Gazze’de kişi başına günde yalnızca 5,7 litre suya erişim olduğunu tahmin ediyordu.
Suya erişimin bu denli kısıtlı olduğu bir bağlamda, iklim değişikliğinin suyun miktarı ve kalitesi üzerindeki etkileri özellikle Gazze’de ölümcül sonuçlar doğuracaktır.

Yenilenebilir enerjiler çağında eko-normalizasyon ve yeşil aklama
Filistinlilerin karşı karşıya olduğu su, çevre ve iklim krizlerinin giderek ağırlaştığı bu bağlamda, İsrail kendini işgal altındaki Filistin topraklarında ve ötesinde yeşil teknolojilerin, deniz suyu arıtma sistemlerinin ve yenilenebilir enerji projelerinin öncüsü olarak sunuyor. İsrail bu yeşil imajını, sömürgeci politikasını ve mülksüzleştirmeyi meşrulaştırmak; yerleşimci sömürgeci ve apartheid rejimini yeşil aklamayla gizlemek ve Filistin halkına karşı işlediği savaş suçlarını, kendini kurak ve “gerici” bir Orta Doğu’da çevreci ve gelişmiş bir ülke olarak göstererek örtbas etmek için kullanıyor. Bu imaj, İsrail’in 2020 yılında Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Fas ve Sudan ile imzaladığı İbrahim Anlaşmalarıyla ve yenilenebilir enerji, tarım ve suya ilişkin çevre projelerinin ortak uygulanmasını öngören anlaşmalar aracılığıyla pekiştirilmiştir. Bunlar, eko-normalizasyon biçimleridir: “çevreciliğin”, İsrail baskısını ve Arap bölgesinde (ve ötesinde) yarattığı çevresel adaletsizlikleri yeşil aklama yoluyla meşrulaştırmak ve normalleştirmek için kullanılmasıdır.[22]
Fas ile İsrail arasındaki Aralık 2020’deki normalleşme, iki işgalci güç arasında ve onların emperyal hamisi olan Trump yönetimindeki ABD’nin aracılığıyla yapılan bir anlaşmayla gerçekleşti. Bu anlaşma kapsamında İsrail ve ABD, Fas’ın Batı Sahra üzerindeki egemenliğini de tanıdı. O tarihten bu yana İsrail’in Fas’taki yatırımları ve anlaşmaları özellikle tarım endüstrisi ve yenilenebilir enerji alanlarında hızla arttı.
8 Kasım 2022’de, Şarm el-Şeyh’teki COP27 sırasında Ürdün ve İsrail, BAE’nin arabuluculuğunda, birbiriyle bağlantılı iki proje -Mavi Refah (Prosperity Blue) ve Yeşil Refah (Prosperity Green)- üzerinde fizibilite çalışmasını sürdürmek amacıyla bir mutabakat zaptı imzaladı; bu iki proje birlikte Refah Projesi’ni oluşturuyor. Anlaşmaya göre Ürdün, Akdeniz kıyısında kurulacak bir İsrail deniz suyu arıtma tesisinden (Mavi Refah) yılda 200 milyon metreküp su satın alacak. Bu tesis, Ürdün’de inşa edilecek 600 megavatlık bir güneş enerjisi santrali (Yeşil Refah) tarafından çalıştırılacak ve santral, BAE devletine ait yenilenebilir enerji şirketi Masdar tarafından inşa edilecek. Mavi Refah’ın ardındaki “hayırsever” söylem, daha önce de açıklandığı gibi, İsrail’in onlarca yıldır Filistinli ve Arap su kaynaklarını yağmalamasını gizliyor; aynı zamanda İsrail’in, bölgesel su kıtlığındaki sorumluluğunu reddetmesine olanak tanırken, kendisini çevreci bir koruyucu ve bölgesel bir “su gücü” olarak sunmasına hizmet ediyor. İsrail’in deniz suyu arıtımındaki başlıca aktörlerinden biri olan Mekorot, İsrail’in yeşil aklama anlatısı sayesinde kendisini küresel ölçekte bir lider olarak konumlandırıyor ve elde ettiği kârları hem kendi operasyonlarını finanse etmek hem de İsrail hükümetinin Filistinlilere karşı yürüttüğü su apartheid’ı uygulamalarını sürdürmek için kullanıyor.
Ağustos 2022’de Ürdün, Fas, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve Umman’la birlikte, iki İsrailli enerji şirketi -Enlight Green Energy (ENLT) ve NewMed Energy- ile bölge genelinde güneş, rüzgâr ve enerji depolamayı kapsayan yenilenebilir enerji projelerini hayata geçirmek üzere bir başka mutabakat zaptı imzaladı. Bu girişimler, bir yandan İsrail’in yenilenebilir enerji alanındaki yeniliklerin merkezi olarak imajını güçlendirirken, diğer yandan onun yerleşimci sömürgeci projesini derinleştirmesine ve bölge üzerindeki jeopolitik etkisini genişletmesine olanak tanıyor. Amaç, İsrail’i Arap bölgesinin enerji ve ekonomik alanlarına hâkim bir konumdan yerleştirmek; böylece normalleşme gündemini güçlendiren yeni bağımlılıklar yaratmak ve İsrail’i vazgeçilmez bir ortak olarak sunmak. Ekolojik ve iklim krizleri derinleştikçe, enerji, su ya da teknoloji açısından İsrail’e bağımlı hâle gelen ülkeler, kendi çıkarlarını ve erişimlerini güvenceye almayı Filistin mücadelesinden daha öncelikli görmeye başlayabilir.
Suudi ACWA Power ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait Masdar gibi Körfez şirketlerinin bu sömürgeci girişimlerde yer alması, Arap bölgesinin temel yapısal bir özelliğine işaret ediyor. Bölgeyi homojen bir bütün olarak görmek yerine, içindeki hiyerarşileri ve eşitsizlikleri tanımak büyük önem taşıyor. Körfez, yarı çevresel -hatta kimi yönleriyle yarı emperyalist- bir güç işlevi görüyor. Sadece komşularına kıyasla çok daha zengin olmakla kalmıyor; aynı zamanda bölgesel düzeyde artı değeri ele geçirme ve aktarma süreçlerine katılarak, sömürü, dışlama ve mülksüzleştirme yoluyla birikim üzerine kurulu merkez-çevre dinamiklerini yeniden üretiyor.

Gazze’de çevresel savaş ve ekokırım
İsrail’in bugün Gazze’de hem halka hem de çevreye karşı işlediği korkunç suçlar, Shourideh C. Molavi’nin Environmental Warfare in Gaza (Gazze’de Çevresel Savaş) adlı kitabında tanımladığı uzun soluklu savaşın yoğunlaşmış bir biçimidir. Molavi, çevreyi çatışmaların pasif bir arka planı olarak gören anlayışı reddeder; İsrail’in yerleşimci sömürgeci uygulamalarının, Gazze Şeridi’nde ve çevresinde çevresel unsurları askerî savaşın aktif bir aracı hâline nasıl getirdiğini gösterir.[23] Bu savaşta, Gazze’nin yerleşim alanlarının yerle bir edilmesi ile tarım bölgelerinin yok edilmesi el ele ilerler.
İsrail’in Gazze’deki ekolojik şiddeti, arazileri yerle bir etmek, Filistinli çiftçilere ekim kısıtlamaları dayatmak -bu kısıtlamalar ürün türlerinden bitki boyuna kadar uzanıyor- ve bölgenin geleneksel zeytinlikleri ile narenciye bahçelerini neredeyse tamamen yok etmek biçimini alıyor. İsrail’in dönemsel işgalleri ve katliamları dışında bile, İsrailli buldozerler düzenli olarak Gazze’ye girerek ekinleri kökünden söküyor ve seraları yıkıyor. Forensic Architecture’ın belgelerine göre, İsrail bu yöntemle Gazze’nin doğu sınırı boyunca askerî yasak bölgeyi (ya da “tampon bölgeyi”) sürekli genişletiyor.
2014’ten bu yana bu süreç kimyasal savaşı da içeriyor. İsrail, Gazze’nin yüzlerce metre iç kesimlerindeki Filistin tarım arazilerine zehirli ve bitki öldürücü herbisitler püskürten hava araçlarını düzenli olarak kullanıyor.[24] Filistin Tarım Bakanlığı’na göre, 2014 ile 2018 yılları arasında yapılan bu havadan herbisit püskürtmeleri Gazze’de 13 kilometrekareden fazla tarım arazisine zarar verdi.[25] Bu kimyasalların etkileri yalnızca bitkilerle sınırlı değil; Filistinli insan hakları örgütü El Mezan, bu kimyasallardan etkilenen bitkilerle beslenen hayvanların gıda zinciri yoluyla insanlara zarar verebileceği konusunda uyarıyor.[26]
Mevcut soykırım başlamadan önce bile, bu uygulamalar Gazze’deki geniş tarım arazilerinin tüm kesimlerini yok etmiş, Filistinli çiftçileri geçim kaynaklarından mahrum bırakmış ve İsrail ordusuna uzaktan hedefleme ve ölümcül saldırılar için daha iyi bir görüş alanı sağlamıştı.[27] Bunun sonucu olarak, Gazze’nin hemen yanındaki İsrail yerleşimlerinde çilek, kavun, otlar ve lahanalarla dolu, kilometrelerce uzanan sulanmış tarlalar yeşerirken; Gazze’deki Filistin toprakları çorak görünüyor -doğanın değil, bir tasarımın sonucu olarak yaşamsız bırakılmış durumda. “Çölü yeşertmek” yerine, sömürgeciler bir çölleşme süreci yürütüyor; bir zamanlar verimli ve canlı olan tarım arazilerini bitki örtüsünden arındırılmış, kurumuş ve yanmış topraklara dönüştürüyor.
Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısı, Gazze’nin -ve daha genel olarak tarihsel Filistin’in- bu acımasız ve sömürgeci biçimde yeniden yapılandırılmış biyopolitik peyzajı içinde gerçekleşti. O tarihten bu yana, İsrail’in Gazze’de işlediği suçlar ekokırım boyutuna ulaştı. Gazze’deki yıkımın tam kapsamı henüz belgelenebilmiş değil ve İsrail soykırımını sürdürdükçe istatistikler hızla geçerliliğini yitiriyor. Yine de, bazı veriler bugüne kadar ortaya konmuş durumda.
Londra merkezli araştırma grubu Forensic Architecture’ın uydu görüntülerine dayanan bulgularına göre, Ekim 2023’ten bu yana İsrail güçleri Gazze’deki meyve bahçelerini ve seraları sistematik biçimde hedef alarak kasıtlı bir ekokırım yürütüyor. Bu yıkım, Gazze’de zaten yaşanmakta olan felaket boyutundaki kıtlığı daha da derinleştiriyor ve Filistinlileri hayatta kalmak için gerekli kaynaklardan yoksun bırakmayı amaçlayan daha geniş bir stratejinin parçası hâline geliyor.[28] Mart 2024 itibarıyla, Gazze’de gıda üretimi için kullanılan toprakların yaklaşık %40’ı tamamen yok edilmiş, seraların ise neredeyse üçte biri yıkılmıştı; bu oran Gazze’nin kuzeyinde %90’a, güneydeki Han Yunus çevresinde ise %40’a kadar çıkıyordu.[29] Ayrıca The Guardian’a Mart 2024’te sunulan uydu görüntülerinin analizine göre, o tarihe kadar Gazze’deki ağaç örtüsünün ve tarım alanlarının neredeyse yarısı yok edilmişti; buna yasadışı beyaz fosfor kullanımı da dahildi. The Guardian’ın haberinde belirtildiği gibi, zeytinlikler ve tarlalar ölü toprağa dönüşmüş, mühimmat ve toksik maddeler toprağı ve yeraltı sularını kirletmiş, hava ise duman ve partikül maddeyle dolmuştu.[30] Bu raporların yayımlandığı tarihten bu yana geçen 14 ay içinde durumun çok daha kötüleştiği neredeyse kesin.
İsrail’in Gazze’deki ekokırımının en ölümcül unsurlarından biri, bölgenin su kaynaklarını yok etmesidir. Soykırım başlamadan önce bile, Gazze’nin tek yeraltı suyundan elde edilen suyun yaklaşık %95’i kirlenmiş ve içme ya da sulama için kullanılamaz durumdaydı. Bu durum, insanlık dışı abluka ve dönemsel saldırıların bir sonucuydu; söz konusu saldırılar su tesislerinin ve tuzdan arındırma sistemlerinin inşasını ve onarımını engelliyordu. Ancak Ekim 2023’ten bu yana, Gazze’deki su altyapısında ve tesislerinde tam bir çöküş ve yıkım yaşandı; içme suyu temini ve kanalizasyon yönetimi tamamen çöktü. Bu durum, ciddi derecede susuzluğa ve tifo gibi hastalıkların hızla yayılmasına yol açıyor.
Askerî saldırıların doğrudan yıkımına ek olarak, yakıt eksikliği Gazze’deki insanlara yemek pişirmek ya da ısınmak için ağaç kesmekten başka bir seçenek bırakmadı; bu da bölgedeki büyük ölçekli ağaç kaybını daha da derinleştirdi. Aynı zamanda, geriye kalan toprak dahi İsrail’in bombardımanları ve yıkımları nedeniyle tehdit altında. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’na (UNEP) göre, yoğun nüfuslu bölgelerin ağır bombardımanı, hem mühimmatın kendisinden hem de çöken binalardan asbest, endüstriyel kimyasallar ve yakıt gibi tehlikeli maddelerin çevreye salınması yoluyla, toprağı ve yeraltı sularını uzun vadede kirletiyor.[31] Temmuz 2024 itibarıyla UNEP, bombardımanın 40 milyon ton enkaz ve tehlikeli madde bıraktığını; bu yıkıntıların büyük bir bölümünün insan kalıntıları içerdiğini tahmin ediyordu. Gazze’nin bu savaş enkazından temizlenmesinin 15 yıl sürebileceği ve 600 milyon dolardan fazlaya mal olabileceği öngörülüyor.[32]
İsrail’in ekokırımı, Gazze’nin denizine kadar uzanıyor; deniz artık kanalizasyon ve atıkla boğulmuş durumda. İsrail, 7 Ekim sonrasında Gazze’ye yakıt girişini kestiğinde ortaya çıkan elektrik kesintileri, atık suların arıtma tesislerine pompalanmasını imkânsız hâle getirdi ve bunun sonucunda her gün 100 bin metreküp kanalizasyonun Akdeniz’e dökülmesine yol açtı. Sağlık altyapısının tahribi, hastanelere ve sağlık çalışanlarına yönelik saldırılar ve tıbbi malzeme girişine uygulanan ağır kısıtlamalarla birleşince, bu durum kolera gibi bulaşıcı hastalıkların yayılmasıyla daha önce ortadan kaldırılmış, aşıyla önlenebilen çocuk felci (polio) gibi hastalıkların yeniden ortaya çıkması için adeta “kusursuz bir fırtına” yarattı.[33]
Tüm bu yıkımlar bir arada değerlendirildiğinde, pek çok gözlemci ve uzmana göre İsrail’in Gazze’nin ekosistemlerine yönelik saldırısı, bölgeyi fiilen yaşanamaz bir yer hâline getirdi.

Filistin’e karşı ABD’nin başını çektiği emperyalizm ve küresel fosil kapitalizmi
2023 yılının Aralık ayında Dubai’de düzenlenen COP28 İklim Zirvesi’nde Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro şöyle dedi: “Filistin halkına karşı dizginlerinden boşalan soykırım ve barbarlık, iklim krizi nedeniyle Güney’den kaçmak zorunda kalanları da bekleyen şeydir… Gazze’de gördüğümüz, geleceğin provasıdır.”[34] Petro’nun sözlerinin açıkça ortaya koyduğu gibi, Gazze’deki soykırım, örgütlenip direnmezsek bizi bekleyen geleceğin habercisidir. İmparatorluk ve onun egemen sınıfları, sermaye birikimini ve tahakkümü sürdürmek için milyonlarca insanı -siyah, kahverengi ya da beyaz fark etmeksizin işçi sınıfını- feda etmeye hazırdır. Bakü’de yapılacak COP29’da iklim eylemi konusunda herhangi bir adım atmaktan kaçınmaları, buna karşın Gazze’deki soykırımı finanse etmeyi sürdürmeleri, bu gerçeği açık biçimde gözler önüne seriyor; tıpkı COVID-19 pandemisi sırasında yaşanan “aşı apartheid’ı” örneğinde olduğu gibi.
Gazze aynı zamanda savaşın ve askerî-endüstriyel kompleksin iklim krizini nasıl körüklediğini de açıkça gösteriyor. Gerçekte, ABD ordusu dünyanın en büyük kurumsal sera gazı salım kaynağıdır.[35] Gazze’deki soykırımcı savaşa bakıldığında, yalnızca iki ay içinde İsrail’in neden olduğu emisyon miktarı, dünyanın iklim açısından en savunmasız yirmiden fazla ülkesinin yıllık karbon salımını aşmıştır. Bunun büyük bölümü, ABD’nin askerî kargo uçuşlarından ve silah üretiminden kaynaklanmaktadır.[36] ABD yalnızca soykırımı desteklemekle kalmıyor; aynı zamanda Filistin’deki ekokırıma doğrudan katkıda bulunuyor. Ancak bu bağ çok daha derindir. Filistin’in özgürlük mücadelesi, fosil kapitalizmine ve ABD emperyalizmine karşı verilen mücadeleden ayrı düşünülemez. Filistin, yalnızca ticaret ve finans açısından değil, aynı zamanda dünya petrolünün yaklaşık %35’ini üreten küresel fosil yakıt rejiminin merkezinde yer alması bakımından kapitalist dünya ekonomisinin tam kalbinde bulunuyor.[37] Bu sırada İsrail, özellikle Tamar ve Leviathan gibi Akdeniz’deki doğalgaz sahaları üzerinden bölgesel bir enerji merkezi hâline gelmeyi hedefliyor; hatta Gazze’deki soykırımcı savaşın başlamasından yalnızca birkaç hafta sonra yeni doğalgaz arama lisansları dağıttı.
ABD’nin Orta Doğu’daki hâkimiyeti ve bunun küresel fosil kapitalizmi üzerindeki etkisinin iki temel dayanağı var: İsrail ve Körfez monarşileri. Eski ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’in ifadesiyle, “batırılamayan en büyük Amerikan uçak gemisi” olan İsrail, imparatorluğun bölgedeki başlıca dayanak noktasıdır; fosil yakıt kaynaklarının kontrolünü sağlamaya, gözetim ve silah teknolojilerinde öncülük etmeye ve tarım, enerji ile deniz suyu arıtma gibi sektörler aracılığıyla bölgeye yerleşip nüfuz etmeye hizmet eder. ABD ve müttefikleri, bu hâkimiyeti pekiştirmek için İsrail’in bölgedeki rolünü normalleştirmeye aktif biçimde çalışıyor. Bu süreç 1978’deki Camp David Anlaşmaları ve 1994’teki Ürdün-İsrail Barış Antlaşması ile başlamış, 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas ile imzalanan İbrahim Anlaşmalarıyla devam etmiştir. 7 Ekim öncesinde, ABD’nin himayesinde yürütülen bir anlaşma kapsamında Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki normalleşme neredeyse tamamlanmak üzereydi -bu anlaşma, Filistin davasını fiilen silip süpürecekti. Ancak Filistin direnişinin eylemleri bu planları boşa çıkardı.
Tüm bunlar, Filistin’in kurtuluşunun yalnızca ahlaki ya da insan haklarıyla ilgili bir mesele olmadığını; doğrudan ABD emperyalizmi ve fosil kapitalizmiyle bir hesaplaşma anlamına geldiğini gösteriyor. Bu nedenle Filistin’in özgürlük mücadelesi, küresel çevre ve iklim adaleti hareketlerinin merkezinde yer almalıdır. Buna, İsrail’le normalleşmeye karşı çıkmak ve yeşil teknoloji ile yenilenebilir enerji alanlarını da kapsayacak biçimde Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) hareketini desteklemek de dahildir. Siyonist yerleşimci sömürgeci İsrail yapısı yıkılmadan ve gerici Körfez rejimleri devrilmeden gerçek bir iklim adaleti mümkün değildir. Filistin, sömürgeciliğe, emperyalizme, fosil kapitalizmine ve beyaz üstünlüğüne karşı küresel hattın ön cephesinde duruyor. Bu yüzden iklim adaleti hareketleri, ırkçılık karşıtı gruplar ve anti-emperyalist örgütlenmeler, Filistin mücadelesini desteklemeli ve Filistinlilerin her türlü direnme hakkını savunmalıdır.

Direniş ve eko-sumud
Her yerde ve aralıksız süren bir felaketle karşı karşıya olmalarına rağmen, Filistinliler direnişlerini sürdürüyor ve her gün sumudlarıyla, yani dirençleriyle bize ilham veriyorlar. Bu kelimenin birden fazla anlamı var. Manal Shqair, sumudu, İsrail’in yerleşimci sömürgeci egemenliği altında yaşamın gündelik zorluklarına karşı direniş ve uyumun günlük pratikleri olarak tanımlar.[38] Aynı zamanda bu kavram, İsrail’in mülksüzleştirme politikalarına ve Yahudi yerleşimcileri yegâne meşru sakinler olarak sunan anlatılarına karşı Filistin halkının topraklarında kalma, kimliğini ve kültürünü koruma konusundaki ısrarını da ifade eder.[39]
Filistinlilerin direnişini daha derin biçimde kavramamızı sağlayan Manal Shqair, eko-sumud kavramını ortaya koyar. Bu kavram, Filistinlilerin toprakla kurdukları derin bağı çevresel temelli gündelik pratikler aracılığıyla sürdürdükleri direniş biçimlerini ifade eder. Eko-sumud, Filistinlilerin toprakla olan bağlarını şiddet yoluyla koparma girişimlerine karşı geliştirdikleri yerli bilgi birikimini, kültürel değerleri ve gündelik yaşam pratiklerini kapsar. Bu yaklaşım, ekoloji ve iklim krizlerine verilebilecek en anlamlı yanıtların, Filistin halkının adalet, egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı arayışını destekleyen yanıtlar olduğu anlayışına dayanır ve bu da işgalin ve apartheid rejiminin sona erdirilmesini, İsrail’in yerleşimci sömürgeci bir yapı olarak dağıtılmasını gerektirir. Eko-sumud pratiği, İsrail yerleşimci sömürgeciliğinin yenilebileceğine dair inanca kök salmıştır ve sömürgeleştirilmiş halkların kendi kaderlerini belirleme yönündeki sarsılmaz iradesini doğrular.
Eko-sumud ve toprakla kurulan derin bağ üzerinden vücut bulan bu kahramanca Filistin direnişi, iç içe geçmiş felaketler karşısında adalet için mücadele eden ilerici hareketler için dünya çapında bir ilham kaynağıdır. Bu bölümü kapatmanın en anlamlı yolu, ekososyalist Andreas Malm’ın Filistin direnişi ile iklim mücadelesi arasında kurduğu çarpıcı paralelliğe yer vermektir:
“İklim cephesi Filistin direnişinden ne öğrenebilir? Şunu: Felaket tamamlandığında bile -her yerde, her an, amansızca üzerimize çöktüğünde bile- biz direnmeye devam ederiz. Artık çok geç olduğunda, her şey kaybedildiğinde, toprak yok edildiğinde bile, enkazın içinden doğrulur ve yeniden savaşırız. Boyun eğmeyiz, teslim olmayız, vazgeçmeyiz; çünkü Filistinliler ölmez. Filistinliler asla yenilmeyecek. Güçlü bir ordu kazanmadığında kaybeder ama zayıf bir direniş ordusu kaybetmediği sürece kazanır. Umuyorum ki Gazze’de süren bu savaş, direnişin ayakta kalmasıyla sona erer -işte bu bir zafer olur. Filistin direnişinin sürmesi bile başlı başına bir zaferdir; çünkü siz üzerimize ne kadar felaket yağdırırsanız yağdırın, biz mücadele etmeye devam edeceğiz. Bu, iklim cephesi için büyük bir ilham kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında Filistinliler yalnızca kendileri için savaşmıyorlar. Onlar bütün insanlık için, felaket ne biçim alırsa alsın, ona karşı direnen ve karşısında ezici bir güç olsa bile yoluna devam eden insanlık fikri için savaşıyorlar. Filistin direnişiyle dayanışmak için sayısız nedenimiz var çünkü bu yalnızca onların değil, bizim mücadelemiz de.”[40]
Önümüzdeki görev son derece zorlu. Ama Fanon’un bir zamanlar bize öğütlediği gibi, görece bilinmezliğimizin içinden kendi tarihsel görevimizi keşfetmeli, onu yerine getirmeli ve ona asla ihanet etmemeliyiz.[41]
*Bu uzun makale, Raouf Farah ve Suraya Dadoo’nun editörlüğünü yaptığı ve 2026 başında Pluto Press tarafından yayımlanacak olan Rising for Palestine: Africans in Solidarity for Decolonisation and Liberation (Filistin İçin Ayağa Kalkmak: Sömürgecilikten Kurtuluş ve Özgürleşme İçin Afrikalıların Dayanışması) kolektif kitabının bir bölümüne dayanmaktadır.
Dipnotlar:
[1] Davis, D.K. (2011). ‘Imperialism, orientalism, and the environment in the Middle East: history, policy, power and practice’. Davis ve Edmund Burke (ed.), Environmental Imaginaries of the Middle East and North Africa içinde. Atina, Ohio: Ohio University Press.
[2] Galai, Y. (2017). ‘Narratives of redemption: “The international meaning of afforestation in the Israeli Negev”’, International Political Sociology 11, no. 3: 273-291. https://doi.org/10.1093/ips/olx008
[3] Sasa, G. (2022). ‘Oppressive pines: Uprooting Israeli green colonialism and implanting Palestinian A’wna’, Politics, 43(2), 219-235.
[4] “Rehabilitation of the Hula Valley,” Water for Israel, KKL-JNF, https://www.kkl-jnf.org/organization-chief-scientist/water-for-israel/water_activity_hula_valley_rehabilitation/
[5] A.g.e.
[6] Zeitoun, M. ve Dajani, M. (2019). ‘Israel is hoarding the Jordan River – it’s time to share it’, The Conversation, 19 Aralık. https://tinyurl.com/53dad4tk
[7] The Grassroots Palestinian Anti-Apartheid Wall Campaign (2025) ‘Weaponizing Water For Israel’s Genocide, Apartheid and Ethnic Cleansing’. https://stopthewall.org/2025/03/22/weaponizing-water-for-israels-genocide-apartheid-and-ethnic-cleansing/
[8] Amnesty International (2017) ‘The Occupation of Water’. https://tinyurl.com/3yedrnnd
[9] Molavi, S. C. (2024). Environmental Warfare in Gaza: Colonial Violence and New Landscapes of Resistance. Londra: Pluto
[10] Whyte, K. (2018). ‘Settler Colonialism, Ecology, and Environmental Injustice’, Environment and Society, 9, 1 (Eylül): 135.
[11] Molavi, S. C. (2024). A.g.e.
[12] A.g.e.
[13] Tippmann, R. ve Baroni, L (2017). ‘ClimaSouth Technical Paper N.2. The Economics of Climate Change in Palestine’.
[14] United Nations Development Programme (UNDP) Programme of Assistance to the Palestinian People (2010). Climate Change Adaptation Strategy and Programme of Action for the Palestinian Authority. https://fada.birzeit.edu/handle/20.500.11889/4319
[15] Agha, Z. (26 Mart 2019). ‘Climate Change, the Occupation, and a Vulnerable Palestine’, Al-Shabaka. https://al-shabaka.org/briefs/climate-change-the-occupation-and-a-vulnerable-palestine/
[16] Dajani, M. (30 Ocak 2022). ‘Challenging Israel’s Climate Apartheid in Palestine’, Al-Shabaka. https://al-shabaka.org/policy-memos/challenging-israels-climate-apartheid-in-palestine/
[17] B’Tselem (Mayıs 2023). ‘Parched: Israel’s policy of water deprivation in the West Bank’. https://www.btselem.org/publications/202305_parched
[18] Howard, G., Bartam, J., Williams, A., Overbo, A., Fuente, D., Geere, JA. (2020). Domestic water quantity, service level and health, second edition. Cenevre: World Health Organization. Lisans: CC BY-NC-SA 3.0 IGO.
[19] The Applied Research Institute – Jerusalem (ARIJ). (Haziran 2012). ‘Water resource allocations in the Occupied Palestinian Territory: Responding to Israeli claims’. https://www.arij.org/wp-content/uploads/2014/01/water.pdf
[20] Lazarou, E. (2016). ‘Water in the Israeli-Palestinian conflict’, European Parliamentary Research Service. https://www.europarl.europa.eu/
[21] Kubovich, Y. (16 Ekim 2018). ‘Polluted Water Leading Cause of Child Mortality in Gaza, Study Finds’, Haaretz. https://www.haaretz.com/middle-east-news/palestinians/2018-10-16/ty-article-magazine/.premium/polluted-water-a-leading-cause-of-gazan-child-mortality-says-rand-corp-study/0000017f-e847-dc7e-adff-f8ef68c50000
[22] Bu bölüm, Manal Shqair’in analizinden büyük ölçüde faydalanmıştır. Daha fazla bilgi için lütfen bkz. Shqair, M. (2023). ‘Arab–Israeli eco-normalisation: Greenwashing settler colonialism in Palestine and the Jawlan’. Hamouchene, H. ve Sandwell, K. (ed.) Dismantling Green Colonialism: Energy and Climate Justice in the Arab Region. Londra: Pluto.
[23] Molavi, S. C. (2024). A.g.e.
[24] Forensic Architecture (19 Temmuz 2019). ‘Herbicidal warfare in Gaza’. https://forensic-architecture.org/investigation/herbicidal-warfare-in-gaza
[25] Gisha (2019). ‘Closing In: Life and Death in Gaza’s Access Restricted Areas’. https://features.gisha.org/closing-in/
[26] Al Mezan Center for Human Rights (2018). ‘Effects of Aerial Spraying on farmlands in the Gaza Strip’. https://www.mezan.org/uploads/files/15186958401955.pdf
[27] Forensic Architecture (25 Ekim 2024). ‘A Cartography of Genocide: Israel’s Conduct in Gaza Since October 2023’. https://forensic-architecture.org/investigation/a-cartography-of-genocided
[28] A.g.e.
[29] A.g.e.
[30] Ahmed, K., Gayle, D. ve Mousa, A. (29 Mart 2024). ‘“Ecocide in Gaza”: does scale of environmental destruction amount to a war crime?’ The Guardian. https://www.theguardian.com/environment/2024/mar/29/gaza-israel-palestinian-war-ecocide-environmental-destruction-pollution-rome-statute-war-crimes-aoe
[31] UN Environment Programme (UNEP) (5 Kasım 2021). ‘Environmental Legacy of Explosive Weapons in Populated Areas’. https://www.unep.org/news-and-stories/story/environmental-legacy-explosive-weapons-populated-areas
[32] Al Jazeera (15 Temmuz 2024). ‘Clearing Gaza rubble could take 15 years, UN agency says’. https://www.aljazeera.com/news/2024/7/15/clearing-gaza-rubble-could-take-15-years-un-agency-says
[33] Ahmed, K vd. (2024). A.g.e.
[34] Government of Colombia (1 Aralık 2023). ‘President Petro: The unleashing of genocide and barbarism on the Palestinian people is what awaits the exodus of the peoples of the South unleashed by the climate crisis’.
[35] Mallinder, L. (12 Aralık 2023). ‘Elephant in the room’: The US military’s devastating carbon footprint. Al Jazeera. https://www.aljazeera.com/news/2023/12/12/elephant-in-the-room-the-us-militarys-devastating-carbon-footprint
[36] Neimark, B., Bigger, P., Otu-Larbi, F., ve Larbi, R. (2024). A Multitemporal Snapshot of Greenhouse Gas Emissions from the Israel-Gaza Conflict (5 Ocak). SSRN’den erişilebilir: https://dx.doi.org/10.2139/ssrn.4684768
[37] BP (2022). BP Statistical Review of World Energy 2022, 71. baskı. https://tinyurl.com/29kcuvb9
[38] Shqair, M. (2023). A.g.e., ve Johansson, A. ve Vinthagen, S. Conceptualizing Everyday Resistance: A Transdisciplinary Approach (New York: Routledge, 2020): 149-152.
[39] A.g.e.
[40] Bu alıntı, Andreas Malm’ın 7 Aralık 2023’te Stockholm Üniversitesi’nde verdiği “Felaket Zamanlarında Filistin Direnişi ve Diğer Direnişler Üzerine” başlıklı bir konferanstan alınmıştır. https://youtu.be/tdQZTvNDwXs?si=gfP91jxq_-ZNIrUU
[41] Fanon, F. (1967). The Wretched of the Earth. Londra: Penguin Books.
(DS/VC)


