Yaştaşım başarılı öykü yazarı Ahmet Büke ile tanışıklığım belki de geç kalmış. Tipik bir Ege çocuğu, halkı gözlemleyip hayal gücünü sihirli bir manevra gibi kullanarak bizi öykülerini okumaya çekebiliyor. Ben maymun iştahlı okurlardanım. Bazı yazarların bir kitabını okuyunca diğerini aman aman okuyayım diye merak duymam. Şöyle bir endişem vardır çünkü: Ölüp gitmeden mümkün olduğu kadar değişik yazardan çok kitap okuyabilmek. Ama bazı yazarlar da inatçıdır hani, her çıkan kitabında acaba bu sefer ne yazmış diye kandırıverirler.
Sait Faik Öykü Ödülünü almış "Kumrunun Gördüğü" kitabından sonra yayımlanan bu kitabını "ekmeği ve zeytini öğreten anne"sine ithaf etmiş yazar. Ege insanı için zeytin Karadenizli için hamsi gibi bir şey sanırım. Sembolik bir besin. Vazgeçilemez olan. Ekmekse bütün Anadolu için aynı kutsallıkta. O yüzden, kitapta yer alan otuz kısa öyküyle onu besleyen köklere inmiş bu sefer diye düşündüm.
Geçtiğimiz yıl genç yaşında kaybettiğimiz Didem Madak'ın bir şiirinden alıntı yapması da dikkatimden kaçmadı, öykülere geçmeden:"Şimdi mucizevi bir yerdeyim." Umarım o yerde huzurludur Madak.
İlk öyküsünde nakliye aracında yanan (yanmaya terk edilen mi demeli) mahkûmları işlemiş. Dünyaya yukarıda süzülürken bakan karahindiba ve kartal, aşağıda olup bitenleri gözlemliyorlar. Öykünün sonunda tutanağın ek maddesi çarpıyor beni: "Bir mahkûmun elini kelepçeden ayırmak mümkün olmadığı için, demir testere marifetiyle... Kelepçenin adli tıpta kaybolmaması için ekteki demirbaş numarası hususuna dikkat edilmesi arz ve rica olunur."
Bütün öykülerin olamayacaksa da tortusu fazla olanların üstünden geçmek istiyorum. İkinci öyküsüne, Nenem Buldu Beni! adını koymayı uygun bulmuş. Kemiklerini olsun bulunca sevinen kayıp yakınlarını anlatmış. En çarpıcı öykülerden biri de bu. Yaşlı nene sözde kemiklerinden torununu tanıyor. Kemikler konuşuyor: "Nenem buldu beni. Yaprakları temizledi. Otları yoldu. Toprağı sıyırdı. Taşları ayıkladı. Güneşi hissettim yıllar sonra. Tek tek topladı beni. Eksik parçalarımı buldu. Nenem öptü kokladı beni. Sonra torbaya koydular. Babamın mezarına döktüler hepsini."
Gözyaşı keseleri fora oluyor haliyle.
Sonra çocukluktan itibaren aldığı darbelerden sinirleri bozulmuş Kürt bir çocuk. Dağa giden baba, yokluk yoksunluk işte. Anasızlık cabası. Kürt olmak bile meseleyken...
Babalar, oğullar, analar, askerlik. Bizim ülkemiz için iç savaş demek askerlik. İç savaşa kurban gitmek bir bakıma. Karşılaştırmalı anlatılmış bir öyküde: Fakirler savaş içindir.
Serçeler Diyorum'da yine bu iç savaşın mağdurlarından birini göstermiş Büke. Şizofrenik kokular geliyor karakterden. Hatta adını bilmediğim birçok psikolojik rahatsızlığı olan öykü karakterleri var. Normal diyebileceğimiz kimse yok. Zaten normali anlatmanın çok da anlamı yok! Kaldı ki, normal nedir?
Bir bakmışsınız, belki özel harekâttan birinin iç dünyasıyla tanışmışsınız bu kitapta. Kanayan, kaynayan o ortamdan kurtulunca günahları da orada kalacak zanneden ama öyle olmayan. Ben karıncalarını sevdim aynı öykünün, huzursuz ev sahiplerinin, asker eskisinin yani, yanından taşınıyorlar ve taşınırken not bırakıyorlar. "Bakkal Mümtaz'a hicret" ediyorlar. Gülüyorsunuz böyle ayrıntılarla. Çünkü Büke öykülerinde, en kasvetli anda zıpır bir çocuk oluverir ve masal anlatmaya başlar size.
Düzgün çalışan bürokratın sistemin dişlilerinde nasıl un ufak edilebileceğini de gözler önüne seriyor Büke. Nitelikleriniz, ülkeye kazandırabileceğiniz ne olursa olsun, esas olan birilerinin çıkarlarıdır. Onlara aksi eylemlerdeyseniz, vay canınıza!
Arka kapakta bir bölümüne yer verilen tatlı bir öykü Musul'da Bir Göl, gerillalardan bahsediyor, onların acı sonlarından. Geride tek kalan olmak bir yandan yakarken... Bir aşk kıskançlığı bu kadar mı güzel dile getirilir? "Ben Metin'e üzülüyordum habire. Bu kız onu üzecekti. İstiyordum ki ben üzüleyim. Metin unutsun Hülya'yı, ben seveyim..." Arkadaş dediğin böyle olur tabii.
Alamancının memlekette yalnız kalmış, kırılıp dökülmüş çocuğunu anlattıktan sonra, hayalindeki örgütü kurduruyor kahramanlarına Büke. Symrna Birleşik Direniş Cephesi'nin Üyeleri: Yoksullar ve Açlar, Sokak Köpekleri, Bidon Kedileri, Evlerinden Sürülmüş Kürtler ve Çingeneler, Türkler ve Tek başına Kalmış Madam Pi, Eşcinseller ve İki Çeşmelik Zencileri... Eylemlerini kitapta bulabilirsiniz, hatta örgüte katılabilirsiniz...
Aslı için yazılmış Tanrı Zar Atmaz öyküsünde iki pil etrafında zincirleme oluşan kriminal olaylar ve durumları içlenerek okuyorsunuz. Hiçbir karaktere, her nasılsa kızamıyorsunuz.
Açlıkla ilgili acıklı bir öyküden sonra soluk soluğa Mısır'da Cuma'ya konuk oluyorsunuz. Taş döşeyen işçilerin düşlerini gösteriyor size Büke. Patronun son nefesine tanık oluyor bir çalışan diğer öyküde. Çok değil Azrail gelmeden biraz öncesinde bile patrondan paparayı yemiştir.
Pazar torbalarını taşıyıp üç kuruş kazanan biriyle, ölen annesinin tekerlekli sandalyesiyle ona yeni yöntemler geliştiren bir diğer kahramanın hallerini üzülerek okuruz. Ama yine de umut saklıdır bir yerinde.
Soğuk ve Toz Zerrecikleri'nde işkenceci komiser olağanüstü bir soğukla kırılan dünyada kente kadar inen kurtların saldırısına uğrar. Diğer sayfada çocukların bir merhumun rugan pabuçlarına dair planları ve planların değişmesini o muzip tavırla okurken bulursunuz kendinizi. Hırsızlık yapılsın diye neredeyse alkış tutarsınız okur olarak.
Peki bankanın bekçisi karga olursa ne olur? Biz kargadan yanayız ama banka müdürü hiç de öyle değildir.
Yine işsizlik ve devamında açlık tekrarlanıyor ama kendi tarzıyla, içten, masalsı anlatıyor bunları Büke. Hem çarpılıyorsunuz hem de sarsılarak sindiriyorsunuz metinleri. Fazla söze gerek kalmadan, zaman zaman büyülü gerçekliğin kucağında geziniyorsunuz, masalcı nineniz sizi uyuturken düşündürüyor.
Bira şişelerini satıp karın doyurma derdine düşmüş onurlu küçük insanlar. İşini kaybedince uçuk hayaller kuran insanlar, kedilerini besleyen kadınlar. Hepsi tanıdık ama bir o kadar da bizde merak uyandıran yanları var.
"Reşit, Melek, Nevriye, Yarım Kulak. Dört 'sıfır' bir etti de sarılıp uyudular birbirlerine." Yoksullar ve sokak hayvanları aynı kaderi paylaşınca "bir" olabiliyorlar.
"Bulutlar kadar üzgünüm. Annem gitti çünkü." Şimdi kırkıncı doğum gününü kutlayan bir çocuğun itirafıdır. Kimin üzüntüsü buluttan daha çok olabilir ki? Maceracı bir dedesi vardır ama. Yaptığı soygunlardan kazandığı paralarla Fil Bahadır'ı rüşvetle İzmir Hayvanat Bahçesi'nden satın almıştır vaktiyle. Öykü kahramanımızın fille ilgili duygularını okuyunca kahkahayı patlattım: "Bahadır çok fena sıçıyordu yalnız. Rüyalarıma giriyordu." Gidenler ve Bulutlar' adını verdiği bu öyküyü kendime edindim: okur bencilliği.
Babasının gördüğü resmi işkence yüzünden, annesi kriz geçirip ölen Zahit'in Tanrıyla olan yazışmalarına tanık oluyorsunuz. Kitabın sağda kalan sayfaları azalmış, içinizi çaresiz kahramanları yalnız bırakacaksınız duygusuyla bir hüzün kaplamıştır bile. Öyle ya, yazılmamış şeyleri kimse fark etmemiştir. Onlar daha bir kayıptır; daha bir kimsesiz.
Akıl hastanesine yatırılmış emekli edebiyat öğretmeninin orada bile kedi istemesi gülümsetiyor. İlaç dozları arttıkça anlattıkları renkleniyor.
Yara ve Kabuk insanı sakin sakin bir dehşete götürüyor. Kader mahkûmu, dehşet senaryosunun faili ve mağduru iki kadın her şeyden kaçarlar en sonda. Birbirlerine sığınırlar. "Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar" çünkü.
Vampirle Görüşme'de yaratılmış Avrupalı vamp kadın, kötü gibi gözüken ama iyilik yapan biridir. Argo konuşur. Türkçe konuşur. Bakkaldan şokella ister. Ürkmüş bakkala:"Veresiye sanma. Hacılıyorum. Tamam mı cicim?"diyebilecek kadar racon keser. Sertçe dönüp çıkar. Öyküdekilerle siz, birlikte şaşırırsınız.
Sonuncu öykü iki militan kadın üzerine: Birbirlerine âşık iki kadın. Öykünün adında geçen Rama şu fantastik bilim kurgu serisinden midir yoksa Ramallah'ın kısaltması mıdır? Bilemedim. Bilmeli miyim, o da ayrı! Sonuçta bu kadınlar mücadelenin içindeler ve savaş devam ediyor...(HT/NV)
* Ahmet Büke, Ekmek ve Zeytin, Öykü, Can Yayınları, 134 Sayfa.