1917’de Rusya’da yönetim kötüleşmiş ve iç savaş giderek tırmanıyordu. Halk geçici Krenski hükümetinden çoktan umudunu kesmişti. Genelkurmay Başkanı Kornilov, komünistlerin ve Sovyetlerin yok edilmesini ve askeri bir diktatörlük kurarak yönetimi ele geçirmek istiyordu. Lenin, hakkında tutuklama emri verilince Finlandiya’ya kaçmıştı. Daha sonra geri döndü ve silahlı ayaklanma planlarını hayata geçirdi. 24 Ekim’de tüm iktidar Sovyetlere geçti ve 26 Ekim’de Sovyetler Hükümeti kuruldu.
Hükümet ilk iş olarak Rusya’yı I. Dünya savaşından çekti. Topraklar, manastırlar ve kiliseler diğer mülklerle birlikte büyük toprak sahiplerinden alınarak halka dağıtıldı. Köylülerin borçları silindi. İşsizlik ve sağlık sigortaları uygulamaya konuldu. Eğitim ve sağlıktan ücretsiz yararlanabilme hakkı tanındı. Çalışma saati günlük sekiz saat olarak kabul edildi. Farklı uluslar ve halk arasındaki tüm ayrıcalıklar ve ayrılıklar kaldırıldı. Hak eşitliği getirildi. Halka egemenlik hakkı verildi ve kendi kararlarını verebilme hakkı tanındı. Beş yıllık kalkınma planları hazırlandı. Sovyet devrimi ve devrimci kimliği Dünyaya 100 yıl önce damgasını vurmuştu…
Ekim ayının hatırlattığı ve Dünyayı derinden sarsan Sovyet Devrimi 100. Yaşında…
Yıllar geçti, uluslar kimlik arayışlarını sürdürüyor. Sovyetler, komünistleri gördü. Bizler neler gördük, neler yaşıyoruz?
Günümüze dönelim ve bir yazarın sözlerine kulak verelim…
“Eski komünist dünyanın çoğu ülkesinde olanlar zihinlerde. Hala o kadar taze ki, uzun uzun ispatlamaya kalkmayı gereksiz kılıyor. Ama her türlü demokrasi yaşamını engelleyen iktidarların, aslında geleneksel aidiyetlerin güçlenmesini destekledikleri olgusu üzerinde ısrar etmek belki de lüzumsuz kaçmaz; bir toplumun içinde kuşku yerleştiğinde tutunacak en son dayanışma en derinlerde olandır ve her türlü politik ya da sendikal ya da akademik özgürlükler kösteklendiğinde, ibadet yerleri insanların toplanıp tartışabileceği ve düşman karşısında kendilerini birlik içinde hissedebilecekleri tek yer haline gelir. Ne kadar çok insan ‘proleter’, ve ‘enternasyonalist’ olarak Sovyet Dünyasına girmiş ve sonunda hiç olmadığı kadar ‘dindar’ ve ‘milliyetçi’ olup çıkmıştır. Zaman ilerledikçe, sözde ‘laik’ diktatörlükler dinci fanatizmin fidanlığı gibi görünmeye başladılar. Demokrasinin olmadığı bir laiklik hem demokrasi hem de laiklik için felakettir” (A. Maalouf. Ölümcül Kimlikler. YKY)
Günümüze kendi memleketimize gelelim…
Ekim ayında ve güz sonuna doğru yaşadığımız hukuk ne halde acaba?
Hukukun kimliği var mı ve ne olmalıdır?
Olmazsa olmazdan başlayalım… Hukuk, haksız ve adaletsiz olamaz. Adalet duygusunu çökertecek her baskı toplumu hızla çürütür. Demokrasi hukuka dayanmalıdır, ama hukuka dayalı olduğu iddiasındaki her yönetim de laik, demokratik, sosyal hukuk devleti sayılmaz.
Savunmayı çökertmek ve savunma makamının onurlu evlatları avukatları gözaltına almak, tutuklamak, yargılamak ve ne olursa olsun mahkûmiyet vererek hapse atmak; sanki yargının en kutsal göreviymiş gibi bir kimliğe bürünen hukuk; ölümcül kimliğiyle adalet dağıtamaz.
Bir ulusun ve hukukun kimliği adalettir, hukuktur; savunmasız yargı olmaz.
Ulusumuzun kimliğini gerçek benliğine kavuşturmak için kurtuluş mücadelesi veren ve kuruluşuna devrimlerin harcını koyan ve böylece Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk’ü, şimdi hatırlayanların bu ulusa verecekleri hiçbir şey yoktur.
10 Kasım 1938’de Mustafa Kemal’in öldüğünü yeni mi öğrendiniz?
Bu ulusun kimliğini yaratanlardan nefret edenlerin laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin kuruluşuna olan dünkü derin nefretleri ve Atatürk’ü her inkârları; geleneklerindeki aidiyetlere bağlı kalmalarının acı sonuçları ve görünüşten ibaret halleridir.
Atatürk’ün sahip çıkılması gereken mirası olan Cumhuriyetin kuruluşun temelinde var olan demokrasi ve hukuk kimliğinin halk tarafından benimsenmesinin ve bunun için mücadelenin tam vaktidir…
Gazeteci hakkında hüküm kurulmuş olmasına rağmen yargı eliyle hükümsüz hale getirilerek hangi mahkemenin, hangi aşamada davaya bakacağına karar vermek için itişip kakışması mıdır kişi hak ve özgürlüğünü korumak! Özgürlüğünü bekleyen insandır. Yargının nasıl bir kimliği vardır ki; yargıladıkları insandan daha çok anlaşılmaz kimlikler peşindedir? Yoksa kibir midir? Alt mahkeme, üst mahkeme kavgasının adı hukuk mudur, demokrasi bu mudur?
Ekim ayında ve güz sonunda gazeteciler halen hapiste… Onların gazetecilik değil başka suçlardan tutuklu olduğunu ve başka suçlardan yargılandıklarını ileri süren iktidar sahiplerinin bilançoları hapiste insan çürütmek üzerine kurulu… Suç iddiaları dökülüyor… Hapiste ne kadar gazeteci tutarlarsa kendilerini o kadar milliyetçi sayıyorlar…
Ekim’de iş kazasında yani iş cinayetlerinde yüzden fazla işçi yaşamını yitirdi.
Ekim ayında öldürülen kadınların sayısı artık sayılamıyor… Kadına cinsel şiddet uygulamaları basit birer haber ve bir vaka olmaktan öteye geçmediği gibi toplumun içselleştirdiği bir vakalar dizisine ve kimliğimizin bir parçasına dönüştü, dönüştürüldü.
Ekim’de Türkiye Dünya genelinde kadın erkek eşitliğinde 131. sıraya geriledi
Çocuk istismarında dünya üçüncüyüz, cezasızlıkta da…
Nelere tanık olmadık ki; duyma ve konuşma engelli olanın “örgüt lehine slogan atmaya” engel olmadığı gerekçesiyle suçlandığını okuduk haberlerde…
Eğer bir ülkede kişi özgürlüğü için, salıverilmek ve yargılanmak için hapisten yargıya ulaşamıyorsa; bu hukukun kimliği ölümcüldür.
Eğer kişiler haklarında iddianame yazılmadan bekletiliyorlarsa ve ne zaman yargı önüne çıkacaklarını bilmiyorlarsa; beklemekle geçen zaman ömrün ölümcül kimliğine bürünür.
Bırakın gün saymayı; eğer bir ülkede ev hapsinde ve cezaevinde Nuriye ve Semih açlıkla ölüyorlarsa, o ülkenin hukukunda ve adaletinde çok büyük sorunlar vardır ve ceza mevzuatı kimliksiz demektir. Çünkü böyle bir mevzuatı üreten hukukun ortaya çıkardığı suç ve ceza; insanlar için ölümcül kimlikte tehlikeli demektir. (Fİ/EKN)