Küçük bir azınlığı temsil ediyor olsalar bile uluslararası finans sektöründe başarıya ulaşmış kadın yöneticiler ve bilhassa CEO’luğa soyunmuş olanlar birilerini korkutuyor mu yoksa?
Açgözlü, hırslı ve agresif sıfatlarıyla betimlenebilen üst düzey finansçı kadınlara layık görülmüş “ejderha” yakıştırmasının peşine düşen Frédérique de Montblanc Dragon Women (Ejderha Kadınlar) belgeselinde mevzuyu derinlemesine işliyor.
Filminde ön plana çıkacak beş kahramanı seçmeden önce potansiyel 60 kadınla ön görüşme yapan kadın sinemacı bize her şeyden önce gayet insancıl portreler sunarken gerçek durumun erkeklerin bakış açısından görülenle ne kadar alakasız olduğunu da ispatlıyor.
Mesela Londra bazlı çalışan Alison, eşiyle müşterek aldıkları karar neticesinde ataerkil toplumların öngördüğü “erkek rolünü” üstlenip eve para getiren eş oluyor; kocası evde çocuklarla, ev işleriyle ilgileniyor, yemek pişiriyor, bahçeyle uğraşıyor, alışveriş yaparak “ev erkeği” rolünü gayet disiplinli ve uyumlu şekilde sürdürüyor. Alison’un erkek bir meslektaşı durumu kavramakta zorlandığı için “Kocan engelli mi?” diye soracak kadar ileriye gidebiliyor.
Tabii ki filmde kadınların kariyer uğruna neleri feda edip edemediklerini, geriye dönük olarak pişmanlıklarını, kadın olarak nelere maruz kaldıklarını ve erkeklere yakıştırılan bir sektörde genellikle tek başlarına mücadelenin zorluklarını da öğreniyoruz.
2022 Belçika-İsviçre-Güney Kore-Almanya ortak yapımı 83 dakikalık film geçen ay İsviçre’nin köklü belgesel festivali Visions du Réel’de gösterildi; dünyanın her köşesinde mesajının net olarak algılanacağı kesin.
Demokratikleşmenin bir türlü gerçekleşemediği coğrafyalarda ise, filme konu olan finansçı üst düzey kadın yöneticilerin mütevazı sayılabilecek yaşam standartları, özel hayatlarında eşleri ve arkadaşlarıyla iş bölümü yapmaları, gündelik yaşamla pratik münasebetleri seyirciyi şaşırtacaktır…
Paranoyak bankacılar
Film bizi finans dünyasının gözdelerinden Hong Kong, Frankfurt, Paris ve Londra merkezli olarak tüm gezegende dolaştırıyor, gökdelenler, şık restoranlar, enternasyonal konferans salonları, kokteyller ve golf sahası gibi öngörülebilir ortamlara sokuyor. Topuk seslerinin “layıkıyla” yankılandığı jilet gibi sokak ve kaldırımların, son teknolojiyle inşa edilmiş binaların, geniş camlarla çevrili fiyakalı ofislerin, kısacası kişiliksiz çağdaş şehir manzaralarının içinde insan ne kadar bildiğimiz anlamda “insan” kalabilir, üstelik bir kadınsa?
Yönetmen Montblanc bu ortamları bilinçli olarak elinden geldiğince soğuk yansıtmaya çalıştığını inkâr etmiyor. Ne de olsa çekim süreci boyunca bilhassa bankalar belgesele mesafeli yaklaşmış, muhtelif şüphelere kapılmış, dolayısıyla destek olacağına adeta düşman kesilmiş.
Bazı finansçı kadınların özel dünyalarını (mahreme varabilecek yakınlıkta) ön plana çıkarmaya çalıştığını defalarca belirtmesine rağmen Montblanc bankaların güvenini asla kazanamamış, sektörün temsilcileri kirli çamaşırlarının afişe edileceği paranoyasıyla kavrulup durmuşlar.
Oysa Montblanc hassasiyetle takibe aldığı kahramanlarını kameraların karşısında mümkün olabilecek en üst düzeyde rahat ettirip samimi ve dürüst şekilde kendilerini anlatmaları için gayet güvenli bir saha açıyor.
Kimisi geriye dönüp baktığında çocuklarına yeterince vakit ayıramadığı için hayıflanıyor, kimisi kariyer yüzünden, kocasıyla birlikte alınmış olsa da çocuk yapmama kararını sorguluyor. Film erkeklerin arasında tek kadın olma duygusunu, yarattığı refleks ve tepkileri irdeliyor, kadınların genellikle askerlikte yoğrulmuş erkek mantalitesine direnmenin zorluklarına katlanmak durumunda kalışına bizi dahil ediyor.
Bu arada erkekler dünyasında erkek kodlarını özümsemenin faydası ister istemez ortaya çıkıyor, çünkü erkekler o zaman karşı cinsten olsa da kadına daha fazla güven duyuyor ve kariyerinde ilerlemesine lütfedip imkân tanıyor.
Kadının tahammül sınırları zorlanıp asabi ve saldırgan bir tavırla tepki verdiği durumlar cinsiyetine atfedildiğinden kadın finansçılar normalden çok daha kontrollü olmaya kendini mecbur hissediyor.
Kadın sorgular!
Aslında dans tiyatrosu alanında eğitim almış ve sahne sanatları hususunda uzmanlaşmış yönetmen Montblanc filmin kahramanlarına yaklaşırken mesleki tecrübesini layıkıyla kullanıyor; kadın finansçılara sık sık sokulan kamera, her biri kendine has özneleriyle adeta flört ediyor, estetik dokunuşlarla onları olabildiğince ama abartmadan yüceltiyor.
Bu sayede her birini yakından tanıyor ve başlarından geçmiş enteresan anekdotları zevkle dinliyoruz. Hızı fazlasıyla rahatsız edici bir ortamdan fırlayıp çıkan kadınlar özel dünyalarında adeta meditasyon temposuna giriyor ve sakin sakin, birbirinden samimi itiraflarda bulunuyorlar.
Hong Kong’da çalışan Adeline ne kadar güçlü olduğunun farkında, fakat bu durumu suistimal etmeyi asla düşünmediğini ifade ediyor.
Çalışmalarını Frankfurt merkezli sürdüren Martina cinsiyeti adından gayet açık şekilde anlaşılıyor olsa da sık sık yazışmalarında “Bay Gruber” veya “Sayın Beyefendi” gibi hitap şekilleriyle karşılaştığını anlatıyor. Kadınların kendilerine daha çok güvenmeleri gerektiğini belirtirken yeni bir adım atmaya sıra geldiğinde “Acaba yapabilir miyim?” sualini sormanın hatalı olduğunu ifade ediyor. Ne de olsa ona göre erkekler bu soruyu sormadan yeni ufuklara balıklama atlıyorlar.
Kadının “Neden?” en başta olmak üzere çeşitli soruları her durumda soruyor olması ve vaziyeti sebepleriyle derinden sorgulaması, genelde “Ben ne yapacağım şimdi?” gibi erkeklere atfedilen esas duruşla bir kez daha çatışıyor.
Film (şu anda Çin’in baskısıyla karanlık bir istikbale sürüklenmekte olan Hong Kong’da) erkek bir iş insanından gelen yemek teklifini bir kadının tek başına kabul etmesinin kolaylıkla yanlış anlamalara, beklenmeyen tekliflere ve istenmeyen muameleye yol açabildiğini de bir kez daha teyit ediyor.
Paris merkezli çalışan Laetitia genelde insanları cezbetmenin ne kadar mühim olduğunun kesinlikle farkında, dolayısıyla bunu finans sektöründe ölçüyü kaçırmadan kullanmayı münasip görüyor.
Şurup gibi akan film boyunca kahramanlarımızdan kimi balkonunda sıralanmış saksılardaki çiçeklerini şefkatle suluyor, kimi nehir gezisinde kocası ve arkadaş grubuyla keyif çatarken ikram edilecek sosis ve peynir tabaklarını şahsen hazırlıyor; bir diğeri gayet mütevazı bir mekânda kadın ahbaplarıyla içki içip çakırkeyif oluyor.
Kesin olan bir şey varsa o da hepsinin güçlü, bağımsız ve zengin olmaları, işlerini planlamayı sevmeleri, iyimserliği elden bırakmamaları, başarının ekip işi olduğunu bilmeleri ve mükemmeliyetçi tavırları.
İş dünyasında da “kendin gibi olabilmek” ise hepsinin varmak istediği zirve galiba!
İktidar pozisyonunu bırakabilmek
Mevzubahis kadınlardan korkmanın şart olmadığını tam anlamıyla idrak ettiğimiz belgeselde insanı tefekküre yönelten anlar da var.
Zevkli seyirliğin sonunda ejderhalıkla alakasını göremediğimiz, finans sektöründe kesinlikle muvaffak olmuş kahramanlarımızdan biri hiç âdeti olmamasına rağmen bir sabah işine gitmek üzere evden erken çıktığını hatırlıyor. Uzakdoğunun en işlek ve modern şehirlerinden birinin merkezindeki iş yerine yakın bir kafede kahvesini yudumlarken önündeki kavşakta gittikçe kalabalıklaşan, hareket halindeki insan topluluğunu fark ediyor.
Anlattıklarından benim edindiğim his, trafik lambalarının güdümünde yaya geçidinin ucunda karşıya geçmek üzere bekleyen, yeşil yandığında aynı anda hep beraber hareket eden bir magmayla veya bir koyun sürüsüyle bu güruhun benzerliği.
Kahramanımız her gün belirli bir saatte belirli bir yerden geçenlerden birinin ta kendisi olduğunu fark ediyor ve hayatının sonuna kadar programlanmış robotlar gibi yaşamak isteyip istemediğini sorguluyor; sektör için bir kayıp ihtimalini doğursa da finans piyasasındaki bir kadının düşüncelerinde yakaladığımız, her şeyin güç ve para olmadığına dair (romantik de olsa) manidar çıkarsama kesinlikle kayda değer! (MT/AS)