Yönetilenler yönetenlerine benzerler. Yönetenler de yönetilenlerine.
Yöneteni despot olan yönetilen, kendi dar iktidar alanında despot olurken, yöneteni demokrat olan yönetilen, kendi dar iktidar alanında demokrat olur.
Yöneten ile yönetilen arasındaki benzeşmenin azaldığı ya da kalmadığı durumlarda değişim ya da devrim kaçınılmaz olur.
Toplumlar mideye benzer; hazmedemediklerini atarlar. Mide nasıl ki hazmedemediği yiyecek ya da içecekleri atıyorsa, toplumlar da hazmedemedikleri yönetici ya da yönetim biçimlerine tepki gösterir ve onları atarlar.
Mide, zehirli de olsa bir yiyecek ya da içeceğe tepki göstermiyor ve onları hazmedebiliyorsa, onlara karşı bağışıklık kazanmış demektir. Yani o zehirli yiyecek ya da içecekle bir aynılaşma ve özdeşleşmeyi yaşamaktadır.
Bu, yöneten ve yönetilen için de geçerlidir. Yönetenlerinin zehirlerine karşı bağışıklık kazanmış yönetilenler, aynı zehirden bir parça taşıyorlar demektir. Bundan dolayı da zehre tepki göstermezler.
Bu bağlamda bir toplumu değerlendirirken, salt yönetenleriyle değil, yönetilenleriyle de değerlendirmek gerekmektedir. Ortada bir günah ya da sevap varsa bunda yöneten kadar yönetilenin de payı bulunmaktadır.
Yaşanan günahlardan ya da yanlış politikalardan genelde yönetenler sorumlu tutulur ve eleştirilir. Bu, bir yere kadar anlaşılırdır; çünkü baş sorumlular yönetenlerdir. Yetki onların elindedir ve bunu iyiye de kötüye de kullanabilirler.
Tarih, yetkilerin kötüye kullanıldığı trajik olaylarla doludur. Bu yetkilerle savaşlar çıkarıldı, katliamlar ve soykırımlar gerçekleştirildi, işkenceler yapıldı… Baskıcı rejimler kurularak yönetilenler zapturapt altına alındı, farklılıklara müsamaha gösterilmedi, tek tip insan yaratılmaya çalışıldı…
Tüm bu uygulamaların asıl sorumluları yönetenlerdir. Ama yönetilenlerin hiç mi günahları yok?
Fransız yöneticilerin Cezayir’den çekilme kararı almalarının önemli sebeplerinden biri, yönetenlerinin Cezayir’deki işgal ve sömürü politikasına, bu politika neticesinde yaşanan işkence ve ölümlere karşı artık sessiz kalmayarak bunu eyleme döken Fransız yönetilenlerinin tavrıydı.
Aynı biçimde, Amerikalı yöneticilerin Vietnam’dan çekilme kararı alma nedenlerinden biri de Amerikalı yönetilenlerin kendi yönetenlerinin Vietnam politikasına karşı seslerini yükseltmiş olmalarıydı.
Yanı sıra, Fransız Devrimi’nden Bolşevik Devrimi’ne kadar, kendi baskıcı ve sömürücü yönetenlerini alaşağı ederek devrimler yapan nice toplumsal başkaldırı örnekleri de bulunuyor.
Bu örnekler, istedikleri ve irade gösterdikleri takdirde yönetilenlerin, yönetenleri yanlıştan döndürebileceklerini ve hatta onları değiştirebileceklerini gösteriyor. Ama elbette ki bu, yüksek bir çaba ve sorumluluk ister. Fedakârlık ister. Bazen büyük bedeller ister. Daha büyük bedellerin verilmemesi adına nispeten küçük bedeller vermek kimi zaman kaçınılmazdır.
Yönetilenler irade koydukları takdirde yönetenlerin politikalarını etkileyebildiklerine göre, yanlış politikalara karşı tavırsız kaldıklarında günahın ortağı olurlar. Bu sebepten yönetilenler de en az yönetenler kadar sorgulanabilmeli ve suçlanabilmelidirler.
Yönetileni sorgulamayarak suçlamamak ya da masum göstermek, ona karşı pozitif duygu ve düşünceler beslendiği anlamına gelmez. Tam aksine bu yaklaşım, özünde yönetileni ya da toplumu saymamak, hatta yok saymaktır. Onu bir nesne derecesine indirmektir.
Onu, sadece gerekli hallerde gücünden yararlanılan –ya da yararlanılması gereken– bir araç olarak görmektir. Bu, aynı zamanda yönetilenin edilgen halinin meşrulaştırılması anlamına gelir ki, varacağı nokta kaderciliktir.
Sorun gelip toplumun ya da toplumların duruşlarına dayanır. Bunun için, duruşları öne çıkarmak ve ona göre bir yargıda bulunmak daha adil olacaktır.
Örgütlü toplum ve örgütsüz toplum bir olur mu?
Yönetenin yönetilenin hizmetinde olduğu toplum ile yönetilenin yönetenin hizmetinde olduğu toplum bir olur mu?
Yönetenin hesap verme kaygısı taşıdığı toplum ile yönetenin hesap verme kaygısı taşımadığı toplum bir olur mu?
Yöneteni yargılayabilen toplum ile yönetenin suçlarına göz yuman toplum bir olur mu?
Koşulları olgunlaştığında yönetene başkaldırıp onu deviren toplum ile koşulları olgunlaşmasına rağmen başkaldırmayan toplum bir olur mu?
Kimi zaman “Bilememek” koşar toplumun imdadına. Yani bilememek bir mazeret olarak öne sürülür ve toplum aklanmaya çalışılır. Toplumun kimi şeyleri bilememesi ve yaşanacaklara dair yeterli öngörülerde bulunamaması doğaldır. Ama bu bir mazeret olabilir mi? Zira “bilememek” bazen bir suçlu, hatta katil olarak karşımıza çıkabilir. Bu durumda “bilememek” yargılanamayacak, cezalandırılamayacak mıdır?
“Bilememek”i yargılamamak ve cezalandırmamak onu ödüllendirmektir. Hatta toplumu “bilememek”e teşvik etmektir. Bu durumda toplum, bilmek için bir sorumluluk duymaz ve üzerinde baskı hissetmez. Çünkü onun “bilememek” gibi bir zırhı vardır. Bilerek suça ortak olan bir toplumun da bu zırha sarınarak kendini savunabileceğini kestirmek zor olmayacaktır.
Yani “bilememek” iyi niyetlinin de, kötü niyetlinin de kendini aklayacağı bir adalet platformu olacaktır.
Milan Kundera, “Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği” isimli romanında, Kızıl Ordu’nun Çekoslovakya’yı işgalinde Ruslarla hareket eden ama kimi gerçeklikleri gördükten sonra, “bilmiyorduk” diyerek kendilerini masum göstermeye çalışan Çek Komünistlerine, kahramanı Tomas’ın ağzından şu yanıtı verir
“Oedipus anasının yatağına girdiğini bilmiyordu ama olup bitenlerin farkına varınca kendini suçsuz saymadı. ‘Bilmeyerek’ neden olduğu felaketleri görmeye dayanamadığı için gözlerini kör etti… Sizin bilememeniz sonucu bu ülke özgürlüğünü kaybetti, daha yüzyıllarca kazanamayacak belki, hala kalkmış, kendinizi suçlu bulmadığınızı nasıl söyleyebiliyorsunuz?” (AB/APK)