Meltem Cumbul’un ABD'de "ego"su törpülenmiş. Her nedense egolar hep Hindistan’da, Nepal’de veya gelişmiş batılı ülkelerde törpüleniyor. Neden acaba? Cevap olsa olsa Türkiye’de sıradan yetenekleri ile star ilan edilenlere, oralarda sıradanlıklarının iade edilmesinde olabilir mi?
Son yıllarda genellikle magazin basınında, hatta halktan insanların dilinde sıklıkla "şişkin egolar", "egolarımız çok güçlüydü, o yüzden anlaşamadık", "egomun törpülenmesi gerekiyor" gibi cümleler duyuyoruz (oysa eskiden "EGO"nun açılımı, sadece "erken gelen oturur" olarak bilinirdi).
Ego nedir?
Beni oldukça rahatsız eden bu cümleleri her duyduğumda irkilip, bu kelimelerin nasıl da hoyratça kullanıldıklarını düşünüyorum ("sanki hoyrat kullanılan bir tek bu" dediğinizi duyar gibiyim). Elbette böyle bir hakları olmadığını iddia edemem. Hoyratlık var olageldiyse kullanılacaktır da.
Ama "ego" kelimesini düşününce, rektör ve öğrencilerle üniversitede yapılan bir toplantıda, rektörün "Ego ne demektir?” sorusuna, psikoloji öğrencilerinin aniden cevap verememesi de ilginçtir. Burada eğitimizin kalitesi, öğrencilerin naifliği, tembelliği ve şaşkınlığı sorgulanabilirse de, ben bunu "ego"nun son derece karmaşık ve birçok kuramcıya göre değişen anlamlarının olabilmesine bağlamaktayım.
Ardında kütüphanelerce kitabı barındıran bu kavram, haliyle şak diye ne olduğunu açıklamayı güçleştirmektedir (üstelik tecrübesizseniz işiniz daha da zordur).
Sigmund Freud'un 1800’lü yılların sonlarında, insanların ruhsal sorunlarının temelinde, farkında olmadıkları bazı çatışmaların yattığını farketmesi ve bu sorunların ancak farkında olunmayan tarafların dile gelerek iyileştirilmesi olarak bilinen psikanaliz, bu kavramın doğduğu ev olarak düşünülebilir. Freud, zihinsel yapımızın bilinç ve bilinçdışından oluştuğunu öne sürerek bizi biz yapan her şeyin bu alanlarda yer aldığına vurgu yapmıştır. Yani bizler kendimize ait bazı yönlere vakıf olabilir, onlara söz geçirebilirken bazı yönlerimizse kendi bildiğini okur. Ya da terminolojiyi konuşturursak, çocuksu isteklerimizin yer aldığı "id", vicdani sorumluluklarımızın yer aldığı "süperego" ve her ikisi arasındaki uzlaşmayı sağlamaya çalışan "ego". İşte en genel tanımı itibarı ile "ego" budur.
Freud, hazzı erteleme ve makul olamayacak istekleri akla yakın biçimlere sokabilmeyi hedefleyen "ego"nun işlevini, libidonun sağladığı yakıtla yapabildiğini söylemiş ve bu dönemi ikiye ayırmıştır. İlki çocukluğun ilk yıllarında varolan narsistik libido, ikincisi ise nesne libidosudur. Elbette Freud için çocukluk ve o dönemdeki (cinsel ya da hayatta kalma uğraşları da denebilir bunlara) uğraşlar psikanalizin temelini oluşturmuştur.
"Sen aslında ben değilsin"
İlk yıllarda çocuk, bütün libidosunu -bütün enerjisini de diyebiliriz buna- kendi bedenine yatırır. O kadar ki, önceleri meme, sonrasında memesi olan anneyi bile kendi parçası zanneder. Biz onu dışarıdan sadece karnını doyurmak, rahat uyuyabilmek ve büyüyebilmek için meme emen bir bebek olarak görürüz. O ise biraz daha büyür, artık dişleri çıkmaya başlamıştır. Sadece süt içmesi gerekmez, hayatta kalabilmesi ya da büyüyebilmesi için katı gıdaları da yemesi gerekir. O zaman anal sfinkterleri de işlev kazanmaya başlar. Yani yine bir ölüm kalım mücadelesi başlamıştır. Sadece sütle beslenen yavru istemdışı dışkılayabilirken, artık tüm besinleri yiyerek istemli dışkılayabilir hale gelmiştir. Sonrasında devam eder bu gelişim ve sıra cinsiyetlerin farklılığını keşfetmeye gelmiştir. Tüm bu süreçler aslında ben ve ben olmayan arasındaki ayrıma dairdir. İlk yıllarda "sen bensin, ben de senim" koşulu, sonrasında yavaş yavaş "sen aslında ben değilsin", "ben benim, sen sensin" farkındalığıyla sürer gider. O nedenle iki yaş için "terrible two" (korkunç iki yaş) denir.
Çocuk herşeyi yapmaya ve denemeye çalışır. Engellenirse ikna olması oldukça güçtür, çünkü hala ne dediğinizi zihinsel olarak anlayabilecek kapasitesi gelişmemiştir. "Oğlum/kızım yapma" yı, o karşılaşacağı zararlardan korunma olarak değil, engellenmek, tanınmamak, kabul edilmemek olarak algılar. Varlığını dünyaya ilan etmeye çalışır, tıpkı Barbara Cartland veya Jane Austen romanlarında sosyeteye takdim edilen kızlar gibi. Çocuk da işte o sırada varlığını ne kadar takdim edebilirse o kadar insan olur. Düşünsenize sosyeteye takdim ediliyorsunuz, ama kimse sizinle ilgilenmiyor ve hatta "sen de kimsin" deyip küçümseniyorsunuz. Murathan Mungan "o zamanki kırgınlıklar şimdi kırıyor başka kalpleri" derken bunu kastediyordu herhalde.
Bir yakınımın 2,5 yaşındaki oğlunun, kendisine Tanrı kavramını öğretmeye çalışan babasına verdiği cevap, işte tam da bunun örneğidir. Babanın "Bak oğlum bu dağları, denizleri güneşi kim yarattı biliyor musun?" sorusunu, "Beeeen" diye haykırarak cevaplar çocuk. Daha ne desin. Libidosunu kendi narsizmine yatıran 2,5 yaşındaki güzel çocuk. (Evet narsizm de hoyratça kullanılan bir diğer kelimedir, ancak bu başka bir yazının konusu olabilir).
Kişi yaşamın ilk yıllarında bir id kıvamındayken, yani "her dediğim olsun", "ben onu bunu bilmem, dediğim olacak" tadında yaşarken -bebekler tam da öyle yapmaz mı? Siz hiç karnı acıktığında halden anlayan bebek gördünüz mü?- yavaş yavaş halden anlamaya başlayarak, kendisinden başkalarının da varolduğunu farketmesiyle, "ego" denilen yapının ilk temelleri atılır. Aynı zamanda hangi ihtiyaçların nerede, nasıl, kiminle, hangi yollardan karşılanacağını öğrenerek de ahlak kavramını geliştirir. İşte bu da "süperego"dur. (inşallah kimse yakında süperegomu törpüledim geldim demez). Tam da bu sıralarda bebek tüm libidoyu -yani varlığını sürdüren edimleri yapmasını sağlayan enerjiyi - yerinde duramaz, laftan anlamaz "id" haliyle büyümek için kendine harcarken, zamanla diğerlerine de harcamayı öğrenir.
Libido yatırımı...
Freud bu döneme "narsistik libido" adını vermişken, çevresindekilere de yatırım yapılmaya başlanmasına "nesne lididosu" der. Çocuk haliyle, yatırım yapmaya ilk olarak en yakın çevresinden başlar. Önce annesi, babası, kardeşleri ve akrabalarıyla, sonrasında ise akranlarıyla ilgilenir. Başlangıçta hep uzaktan izler, yavaş yavaş güvendikçe sokulur. Karşısındakine güvenmezse yatırım da yapmaz. Tıpkı, yatırım yapacağı bir ülkede istikrarlı ekonomi arayan bir işadamı gibi, çocuk da yatırım yapacağı kişiyi önce tanımak sonra da güvenmek ister. Diğerinin gözlerine bakar, sonra gözlerini kaçırır sonra tekrar dener ve beyninden "tamam, güvenlidir" komutunu aldığında yakınlaşmayı sürdürür. İşte bu dönem, yavaş yavaş libidonun dışarıya yatırılmasıdır. Bu dönem o kadar uzundur ki, libido yatırılır- çekilir, yatırılır–çekilir ve neredeyse yaşam bunun üzerine kurulur. Tıpkı parayı bir o bankaya bir bu bankaya, bir gayrimenkule bir borsaya yatırıp duran işadamı gibi, birey de bir o sevgiliden, bir bu sevgiliye, hobilere, iş temposuna, çoluğuna çocuğuna, o da olmadı depresyona girerek kendine yatırır.
Sosyeteye takdim edildiği halde farkedilmeyen genç kadın gibi, küçük bir çocuk da tanınmazsa eğer, (nasıl AB bizi tanımıyor diye üzülüyoruz) –ki her bebeğin bunu bilme kapasitesi olduğunu söyler psikanalistler- libidosunu habire kendine yatırmaya devam eder. Kendisini tanıyabilmek ve tanıtabilmek adına buna mecburdur. Oysa psikanalizin temelinde, her döneme ait ihtiyaçların o dönemde tamamlanması gerektiği, tamamlanmadığı takdirde o dönemde edinilemeyen kazanımların her daim güncel olacağı söylenmektedir. Yani bir dönemin işleri halledilmeden, diğer dönemler sağlıklı olarak tamamlan(a)maz. Nemalanarak artar, -ama biz "borç yiğidin kamçısıdır" lafını iyi bellemiş bir toplumuzdur-. Oysa nesnel bakışla bu, yetişkinlerin gecikmiş, nemalanarak birikmiş borçları nedeniyle çocuğu tanıyamayacak halde olmalarıdır aslında. İnsanlar bu ego durumlarında binbir türlü davranış repertuarı geliştirirler.
Büyüyen çocuk...
"Yakın çevresini iyi, bir adım ötesini tü kaka" olarak bilenlerden tutun da, "annen iyi, baban kötü" ya da tersi diye belletenler/belletilenler, "herkes iyi, biz kötüyüz"cüler, "bizim gibiler iyi, diğerleri kötü" diyenlere kadar uzanır bu yelpaze. Yani büyüyen çocuğumuz her durumda sıkıntılıdır. Dışarıya yatırsa bir türlü, kendine yatırsa bir türlü. Oysa önce kendisine yatırıp, artık harcayacak yeri kalmayıp kendisini bir nevi gelin gibi donattığında, çevreyi de güvenle tanımaya başlayabilir. Öyle ya, önce kişi kendini bilmelidir. Bunu ancak onunla göz hizasında iletişim kurarak, kendisine küçük adımlarla ilerleyen sorumlukluklar vererek, sırça fanustan arka bahçeye atmayarak yapabilir ebeveynler ve toplum.
Ancak bizim toplumumuzda çocuk, ergen, öğrenci için "ne istediğini bilmez ve başıboş bırakırsan kötü yola sapar, tehlikeye düşer, başına kötü şeyler gelir, en nihayetinde kimse onu sevmez" diye düşünülür. Oysa onları tanımak ve değer vermek için, sadece duymak ( ama gerçekten ) bile yeterli olabilir. Yetişkin dağları, ovaları, gökyüzünü yaratanın o güzel çocuk olmadığını bilmesine karşın, çocuğun düşünce sisteminin kendisinden ne kadar farklı olabildiğini anladığında, tıpkı sosyeteye giren genç kızın tanınması gibi çocuk da tanınmış olur. Bu olası ideal koşuldur.
Ancak işler yolunda gitmediğinde psikoterapi devreye girer. Kişi kendini anlattıkça terapist onu dinler. Terapistin onu kişisel olarak onaylayıp onaylamaması değildir önemli olan. O, sadece tüm varlığıyla dinler ve ona yaşadıklarının psikolojik metinlerde nasıl karşılık bulduğunu anlatır. İşte Freud’dan bu yana yapılmaya çalışılan da budur. Onu gerçekten dinleyen, ne olursa olsun iyisiyle kötüsüyle tanıyan, kabul eden biriyle kişi bütün enerjisini doya doya kendisine harcar. Çevresine aktarması gerektiğini hissettiğinde de yavaş yavaş dikkatini çevresine çevirir, önce kör topal, sonrasında her geçen gün daha bir güvenle uçmaya başlar.
Bunun böyle olması için "Psikoterapi gerekli midir?", "Nasıl ve nereden bulunur?", "Kaç paradır?" gibi sorular elbette akla yakındır. Her zaman olanaklar en iyisini bulmaya elverişli olmayabilir. Paranız olsa bile uygun psikoterapisti nereden bulacaksınız, para ve zamanınızı (hele ülkemizde oldukça muhtemeldir) tüketip vazgeçmemeniz çok az olasıdır.
Yemen değil ABD'de törpülenen ego
Öte yandan "ego"sunu ABD'de törpülediğini varsayan sanatçının yaptığı gibi bizden fersah fersah gelişmiş teknoloji ve insanlıklarıyla! yurtdışı deneyimleri vardır. Yurtdışı deyince aklımıza Yemen, Patagonya, İran gibi ülkelerin gelmediği gibi. Ancak oralarda sizi ününüzden dolayı tanımazlar, hoş, sempatik, azıcık yetenekli biri olduğunuz için de tanımazlar. Varlığınız tanınmanız için yeterlidir. Tabi olağan koşullarda beyaz tenli, vize alabilmiş, şaşırtacak kadar batılı görünümlü doğulu pasaportunuzla engeliniz yoksa.
Evet artık tıpkı ovaları, denizleri, gökyüzünü yaratan küçük çocuk gibi, sanatçımız da garipsenmek, eleştirilmek ya da hayran olunmak dışında, her koşulda ciddiye alınıp dinlenildiğini farkederek, belki de psikoterapideki gibi iyileştirici bir deneyim yaşıyordur (elbette yurtdışı deneyimi ile psikoterapiyi bir tutmak değildir –aksi komik olur- burada anlatılmaya çalışılan). İngiltere’de burslu doktora yapan bir arkadaşımdan, yaşlı profösörünün ismiyle hitap etmesi için ısrarını ya da yaşlı hocaların özellikle genç öğrencilerle onların yaratıcılıklarından beslenmek için uzun sohbetler ettiğini duyunca, ne kadar farklı dünyalardan olduğumuzu düşündüğümü hatırlıyorum.
Oysa ben hocaların, öğrencileri sadece "bir şeyler anlatılacak", "öğrenmeye gereksinim duyan", "rehberlik edilmesi gereken" birileri olarak algıladıklarını zannederdim. Demek ki hocalar da öğrencilerin naifliklerinden, tecrübenin körleştirmediği berrak bakışlarından esinlenebilirmiş.
Dinlenmiş bir ego...
Evet, bu noktadan bakılınca uzak diyarlarda varlığını tanıtan birey "ego"su törpülenen değil, belki de "ego"su sağlıklı işlev kazanan biridir. Ya da bir diğer deyişle "id"e haddi bildirilmiştir. Öbür türlü "ego", bir yaz günü "bana dağlardan kar taşıyın, kızak kayacağım" diyen bir prens kadar kaprisli olan "id" ile "sen asla kızak kayabilecek kadar becerikli değilsin" diyen bir "süperego"nun saçma dayatmaları arasında soluk soluğa kalmış bir haldeyken, artık soluklanmış, dinlenmiş, her iki tarafı da bu saçma isteklerle absürd bir senaryo, hikaye ya da şiir yazacak kadar sakinleştirmiştir. Ama bunu beceremeyenler sanki "ego"muz kabarmış topuklarımızmış da törpülenmesi gerekiyormuşçasına ponza taşlarına ihtiyaç duyacaktır. (ÇK/NZ)