Fotoğraf: İnegöl Gazetesi
İletişim aracı olarak dil, aynı zamanda toplumların tarihinin ve kültürünün de başlıca taşıyıcısıdır. Dil birliği olmayan bir toplumun, başka hiçbir alandaki ortak değerinden söz edilemez. Bu nedenle dil birliği, ulusların temel taşı olagelmiş ve dillerini koruyamayan toplumlar, kimliklerini de yitirerek, zaman içinde başka uluslar içinde kaybolmak zorunda kalmıştır.
Her insan için anadilinin ayrı bir önemi ve yeri vardır. Kişi için anadili; kişiliğinin, duygusal ve zihinsel gelişiminin ayrılmaz bir parçasıdır. Anadil yitirildiğinde, duygusal ve zihinsel bütünlük sağlamak zorlaşır. Yani anadilimiz, kendimiz ve kimliğimiz kadar gerçektir ve o derece de önemlidir.
Diller, onları konuşan toplulukların tarih içindeki rolleri veya bağımlılık ilişkileri nedeniyle kaybolmaya yüz tutabilir. Modern ulus devletlerin tarihine baktığımızda ise bir devletin sınırları içinde konuşulan birçok farklı dil, egemen dil sahiplerince yasaklanabiliyor ve bu nedenle kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya kalabiliyor. Yani insanlığın ortak kültürel kalıtının az bulunur bir parçası olan dilleri zararlı ya da tehlikeli bularak yasaklayan, yok etmeye çalışan ülkeler de var.
Dilsel zenginliğin korunması
Özellikle ulus-devlet inşa süreçlerinde homojen bir topluluk yaratma politikalarının, kültürel ve dilsel çeşitlilik ve zenginlikler açısından ciddi tehdit ve tehlikelere yol açtığı varsayımının geçerli olduğu bilinir. Bilim çevreleri, bu varsayımsal tehlikenin ortadan kaldırılmasının ve dilsel zenginliğin korunmasının, ancak anadillerinin öğretimiyle ve anadilinde eğitimle mümkün olabileceğini dile getirir.
Bu bilimsel doğruyu dikkate alan pek çok ülkede, çok dilli eğitim modelleri geliştirilerek hayata geçirilmiştir. Bunun bir örneği de dört resmi dili olan İsviçre'dir. Çokdilli bir gerçekliğe sahip olan ülkemizde ise bu süreç henüz tartışma aşamasındadır.
Ülkemiz topraklarında, resmi dil olan Türkçe dışında; Boşnakça, Arnavutça, Rumca, Ermenice, Bulgarca, Kürtçe-Zazaca, Arapça, İbranice, Gürcüce, Lazca, Çerkezce, Abhazca, Romanca, Pomakça başta olmak üzere çok sayıda dil ve bu dilleri konuşan insanlar yaşıyor. Bu diller ülkemizin zengin kültürünün çok önemli bir parçasını oluşturuyor.
Ancak ne yazık ki ülkemizdeki tartışmalar; dilsel zenginliğin, insanlığın ortak mirası olarak korunması gerekliliği, pedagojik ilkeler ya da eğitim hakkı yerine, yalnızca Kürt sorunu bağlamında yürütülüyor ve ona endeksleniyor. Bu da tartışmanın dar kalmasına ve kutuplaştırıcı bir hâl almasına neden oluyor.
Dillerin eğitimi önemli
Dillerin yaşaması ne denli önemliyse, o dillerin eğitimi de bir o kadar önemlidir. Daha doğrusu, eğitimi olmayan diller yaşayamazlar. Bu nedenle, bir dilin yok olması istenmiyorsa, mutlaka eğitimde kullanılması, yani o dilin eğitimi ve o dille eğitim yapılmalıdır.
"Anadilinde eğitim", öğrencinin tüm derslerinin anadilinde işlendiği bir eğitim sistemini anlatır. Çocuk, tüm müfredatı dersleri kendi anadilindeki eğitim materyalleri (ders kitapları, dergi, harita vb.) ile öğrenir.
"Anadilin öğretimi" ise; dersler egemen dilde işlenirken, anadilinin de ikinci bir dil dersi gibi verildiği bir sistemi ifade eder. "UNESCO, 21 Şubat 2002'de yayınladığı Dünya Dilleri Atlası'nda dünyada konuşulan 6000 dilin yarısının yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu" belirtmiştir.
Geçmişte boyunduruk altına alınan veya köleleştirilen halklara karşı gösterilen küçümseme, onların dillerine karşı da gösterilmiştir. Bu küçümsemenin etkileri azalarak sürüyor.
Türkleştirme tarihi
Bir dilin yok olmasının/edilmesinin çeşitli boyutları vardır. İlk olarak küreselleşme perspektifinden hareket edenler, dünyada tek bir dilin egemen duruma gelmesinin kaçınılmaz olduğunu öne sürerler. Bu dil günümüzde İngilizcedir.
Örneğin bugün BM'nin tanıdığı 200'ü aşkın devletin 60'ından çoğunun, egemen ya da resmi dili İngilizcedir. Radyo-Televizyon yayınlarının yüzde 60'ı İngilizce de yapılmaktadır. Bugün neredeyse tüm internet dünyası İngilizcenin egemenliği altındadır.
Anadilinde eğitim konusu, siyasi, sosyal, teknik ve ekonomik boyutları olan, karmaşık bir konudur. Bu nedenle, sürecin bütün boyutları ile ele alınması ve planlanması gerekir.
Kürtçenin sadece 21.000 öğrenci tarafından tercih edilmesinde; okul yönetimlerinin bu konudaki yönlendirmeleri ve bu konudaki belirsizliklerin ve çekinmenin etkili olduğu göz ardı edilmemelidir.
Çok uluslu Osmanlı Devleti; uyruğundaki ulusların ırklarından çok, inançlarını göz önünde bulundurmuştur.
Cumhuriyetten önce Osmanlı'da Türkler küçümsenirken, Cumhuriyet döneminde tersine bir süreç başlatılmıştır. Türkiye'de ulus devlet için ulus inşa süreci, birçok bakımdan diğer ülkelerin deneyimleri ile benzeşir.
Bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kurucularının ve ideologlarının düşüncelerine uygun bir "Türk kimliği" üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır. Yüzünü Batı'ya dönen, doğudan kopmak isteyen ve Osmanlı Devleti'nin kalıntısı üzerine kurulmuş bu yeni Cumhuriyet, Osmanlı'dan devraldığı çoğulculuk mirasını reddetmiş ve farklılıkları ulus-devlet potası içinde eriterek homojen bir "Türk" kimliği ve kültürü oluşturmaya çalışmıştır.
Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi, bir bakıma herkesi Türkleştirme tarihidir. Ancak yıllar sonra anlaşılmıştır ki farklılıklar yok edilememiş, çeşitlilik azaltılamamış ve homojen bir toplum oluşturulamamıştır. Yeni Cumhuriyetin ulus tasarımında kendinden bir şey bulamayanlar, bu anlayışı ve kurumlarını değişime zorlamıştır.
Bu değişimin din, dil, kültür, kimlik, aidiyet, eşitlik ve onurlu yaşam yönündeki talepleri, gerilimlere ve sancılara neden oluyor.
Dil kırımı
İkinci olarak, ulus-devlet perspektifinden yaklaşanlar, farklı dillerin ulusal birliği ve homojenleşmeyi engellediğini iddia ederek, "dilde özleşme ve birlik" adı altında tek dilliliği savunmaktadırlar. Kimi ulus-devletleri özellikle kuruluş aşamasında, kendi içindeki azınlıkları fiilen ortadan kaldırmaya (soykırım) varan sert politikalar uygulamış, kimi de bunun yerine asimilasyon ya da entegrasyon politikalarıyla, azınlıkların kendi varlıklarını yeniden üretmelerinin önüne set çekmiştir.
Bu durumda da dil kırımı da denilen, dillerin yok edilmesi olgusu yaşanmıştır. Daha yaygın politika ise asimilasyon olmuştur.
Asimilasyon sürecinde; egemen dil dışında, anadiline sahip olanlara, kendi dil ve kültürlerinin daha alt statüde, değersiz olduğu hissettirilir. Bu mesaj incelikli yöntemlerle kabul ettirilmeye çalışılır. Asimilasyon politikaları bir yandan incelikli yöntemlerle sürdürülürken, diğer yandan farklı dillerin kullanımı önüne, engeller ve yasaklar da konulmaya devam edilebilmektedir.
Bir dili kullananlar bulunduğu sürece, o dilin yok olmayacağı açıktır. Ancak bu, yasakların hiçbir etkisinin olmayacağı anlamına da gelmez. Dilin basın yayın araçlarında kullanılmasının engellenmesi, ulusal ve yerel düzeydeki eğitim kurumlarında kullanılmasının yasaklanması, ister istemez dilin gelişimini, o dilde yetkin edebi ve bilimsel eserler ortaya çıkartılmasını engeller.
Bu tür yasaklar, dili günlük yaşama hapseder ve bu da hem dilin kendisini hem de o dili kullanan toplumun düşünsel, entelektüel dünyasını yoksullaştırır. Anadili ile ilgili yasakların en ağırı, hiç kuşku yok ki anadilinde eğitimin yasaklanmasıdır.
Akıl dışı savlar
Türkiye'nin dil alanındaki politikaları, Cumhuriyetin eğitim ve kültür politikalarıyla iç içe örülmüştür. Cumhuriyet döneminde kurulan veya geliştirilen "Türk Ocakları", "Halkevleri", "Türk Yurdu", "Türk Dili Derneği" gibi kuruluşların amacı, homojen bir Türk ulusu yaratmaktı. Bu kuruluşlarla tek dil politikası benimsenmiş ve kültürel çeşitlilik inkâr edilerek yasaklanmıştır. Hatta Türkçeden farklı bir dille konuşanlara para cezası uygulanmasının öngörüldüğü dönemler olmuş, "Vatandaş Türkçe Konuş" (1) gibi kampanyalar düzenlenmiştir.
Bu yaklaşım 1930'lu yıllarda "Türk Tarih Tezi" ve "Güneş Dil Teorisi" gibi "bütün dillerin ve kültürlerin Türk dili ve kültüründen türediği" yolundaki savların ortaya atılmasına değin varmıştır. Bu savları ciddi ciddi organize eden Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi yapılanmalar, Türkçenin öz olarak birçok dilin kaynağı olduğunu; bütün büyük uygarlıkların (Hint, Sümer, Hitit ya da Eti, Mısır, Yunan vd.) köken olarak Türk uygarlıkları olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bu tür akıl dışı savlar daha sonra büyük ölçüde terk edilmiş olmakla birlikte, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yeniden gündeme getirilmiştir. Dönemin yöneticileri konuyla ilgili birçok uluslararası sözleşmede etnik ve dilsel farklılıkları çağrıştıran maddelere çekince koymuştur. Giderek, Türkçe olmayan köy, belde, ilçe ve yer adları değiştirilecektir. Bu da 2000'li yıllarda tartışılan konular arasına girer ve halk, eski isimleri yeniden ister.
1982 Anayasası'nın 42. Maddesiyle de tek dile dayalı resmi dil politikasının çerçevesi çizilmiştir. "Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır." 1983 tarihli 2932 sayılı Yasa'nın birinci maddesi de ülke güvenliği açısından yasaklanan dillere ilişkin esas ve usulleri düzenlemiştir.
Gürcüler
Ülkemizde, Türkçe dışında, kendi dilleri olan topluluklardan biri de Gürcülerdir. 16. yüzyılda Gürcistan'ın Osmanlı yönetimi altına girmesinden itibaren, Gürcülerin bir kısmı da Müslümanlığı zorla kabul eder. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı ile birlikte Müslüman olan Gürcü halkı, dini baskı göreceğini varsayarak Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalır. Osmanlı yönetimi, gelenleri Karadeniz kıyısındaki kentler ve Marmara çevresine yerleştirir. Buralara yerleşen Gürcüler de artık yeni vatanlarında, kendi inanç, dil ve kültürleri ile yaşamaya başlayacaktır.
Görece farklı köy ve kasabalardan gelerek, yine farklı yerlere yerleşen Gürcüler, içe dönerek yaşamaya başlar. Bu içe dönük yaşam, -akraba evliliklerinin hoş görülmemesi nedeniyle- başlangıçta çevredeki köy ve kasabalarla sınırlı da olsa ilişkiler kurmalarını sağlar.
Böylece, en azından evlilikler nedeniyle farklı Gürcü köyleri birbirlerini tanımaya başlar. Ortak dil ve kültür bu yolla yaşarken, kullanılan dil de günlük yaşama yetecek biçimde yaşar. Oysa geldikleri yerde kullanılan bir Gürcü alfabesi ve eğitim dili vardır. Artık bu alfabeyi de dillerinin bazı olanaklarını da unutmak zorunda kalarak, kapalı devre bir toplum durumuna gelirler. Bu durum on yıllar sürerken askere giden erkekler dışında hiç Türkçe bilmeyen/öğrenemeyen bir nüfus da kendiliğinden oluşur. Öyle ki, 1970'li yıllara dek okula gitmeyen çocuklar ve kadınlar, günlük Gürcüce dışında bir dil bilmemektedir.
Okulla birlikte Türkçe ile tanıştım
Ben de altı yaşımda İnegöl'e gidene kadar Türkçe bilmezken, ancak okulla birlikte Türkçe ile tanıştım. Bu durum, var olana sarılmak diyebileceğimiz, sığ ve kapalı bir Gürcüce ve onun dillendirebileceği bir Gürcü kültürü ile yaşamak anlamına geliyordu.
Sırası gelmişken, bu durumun aynası sayılabilecek bir olaydan söz etmeliyiz. 1988 yılında, davetli olarak ülkemize gelen Gürcü tiyatro yazarı Aleksandre Çhaidze, Gölcük'teki bir dağ köyüne gitmek istedi. Birlikte dağ köyü Nüzhetiye'ye vardık. Çhaidze, kahvedeki köylülerle söyleşiye başladı. Onların Gürcüce konuşmalarını, büyük ilgi ve hayretle izledi.
Konuşma arasında köylülere; "Ne güzel, dilinizi konuşabiliyorsunuz. Bunca yıl geçerken, nasıl dilinizi ve kültürünüzü korudunuz?" diye sorunca, bastonuyla sobaya vurarak söz alan bir yaşlı ayağa kalktı ve "Dostum, bu Çveneburi bizim dilimizdir. Sakladık veya saklamadık, bu bizim meselemiz. Sen dilimizi nereden biliyorsun, onu söyle?" dedi. Çünkü köylüler, kendileri dışındaki bir Gürcü devletinden ve bu dili konuşanlardan habersizdi. (2)
Dillerini kullanmaktan kaçınıyorlar
Türkiye Gürcüleri bu biçimde kapalı olarak yaşarken, dillerini de Türkiye'de yaşayan diğer azınlıkların kullanabildikleri kadar kullanabiliyorlar. Yani, eğitim ve devlet dili olarak kullanılan tek dil Türkçe olduğundan, herhangi bir resmi işte, yayında Gürcüce kullanılmıyor. Hatta resmen yasak olmasa da diğer azınlık dilleri gibi hor görülüyor.
Bu nedenle de kendi aralarında rahatça konuşan Gürcüler, dışarıda, başkalarının yanında dillerini kullanmaktan kaçınıyor veya çekiniyor. Hatta yaşlılar ve büyükler, iyi Türkçe konuşsunlar diye çocuklarına Gürcüce öğretmekten kaçınıyor ve konuşmamalarını öğütlüyor.
Bu durumun değişmesi ve Gürcülerin dillerine ve kültürlerine daha bilinçli biçimde sahip çıkmaları için Ahmet Özkan'ın Gürcü kültürü çalışmalarını ve anavatanları ile ilgili araştırma ve yayınlarını beklemek gerekecek. Bu konuda ilk yayın da yine Ahmet Özkan Melaşvili tarafından yayınlanan "Gürcüstan" adlı kitap olacaktır.
Özkan'ın 1980'de faşistlerce katledilmesi, tersine bir etki ve sahiplenme ile dillerine daha sıcak bir ilgi ile bağlanmalarına neden olmuş ve bu tarihlerden itibaren Türkiye'deki Gürcülerin kültür ve dil dünyaları daha çok gelişmeye başlamıştır.
Dergiler, kitaplar, çeviriler yolu ile Türkiye ve Gürcistan ilişkileri gelişirken, Türküye Gürcüleri de bu gelişmelerden uzak kalmamış, dernek ve vakıfları ile bu gelişimde yer almıştır. Zamanın ruhu, Gürcücenin üniversitelerde akademik olarak araştırılması sonucunu doğuracak noktalara taşınmıştır.
Bugün; Kafkas Üniversitesi (2006), Rize Üniversitesi (2012), Ardahan Üniversitesi (2012) ve Düzce Üniversitesi'nde (2013) "Gürcü Dili ve Edebiyatı Bölümü" adı altında, Gürcü dil ve kültürü akademik olarak okutuluyor.
'Açılım' süreci
"Açılım süreci" olarak adlandırılan dönemdeki gelişmeler, anadil konularında da o güne dek yapılmamış yeni düzenlemelerin gündeme gelmesine neden oldu. Bunlardan biri, Milli Eğitim Bakanlığı'nca Gürcüce ve diğer (Gürcüce, Çerkezce, Lazca, Zazaca ve Kürtçe) dillerin öğretilmesi ile ilgili programlar geliştirilmesiydi. Bu kapsamda, belirtilen diller için kitaplar hazırlanmaya başladı. Ancak açılım sürecinin bitimi ile kitap çalışmaları da büyük oranda rafa kaldırıldı.
Gürcüce için iki kitap hazırlanması gündeme geldi. Bu iki kitabın değerlendirilmesi için Talim ve Terbiye Kurulu'nca; Kevser Ruhi, Ahmet Dinçer ve Ercan Eroğlu görevlendirildi.
Hazırlanan kitaplardan biri Talim ve Terbiye Kurulu'nun standartlarına daha yakın olduğu için yeniden önemli ölçüde düzenlendi fakat açılım sürecinin sona ermesiyle sözü edilen çalışmalar sonlandırıldı.
Gürcüce kurslar ve dergiler
Konu ile ilgili başka bir gelişme de giderek gelişmekte olan ve Gürcü Kültür Dernekleri tarafından düzenlenen "Gürcüce Dil Kursları" eğitimleridir. Son yıllarda giderek gelişen bu kurslar, Gürcüler arasında bağların gelişmesine büyük katkılar yapmaya aday. Bu kurslara Gürcistan Büyükelçiliği'nin de kitap, öğretmen gibi desteklerinden söz edilmeli.
Son olarak, kendi kültürünü yaşatmak, geçmişi geleceğe taşımak amacıyla yayınlanan dergilerden söz etmeyi gerekli görüyorum:
Ahmet Özkan Melaşvili tarafından temelleri atılmış olan "Çveneburi Dergisi" 1993-2006 yılları arasında kesintisiz olarak 59 sayı yayınlanmış ve ülke çapında okura ulaştırıldı.
Mamuli, Pirosmani (iki dilli) dergilerinin yayını ne yazık ki kısa ömürlü oldu. Günümüzde ise Bursa-İnegöl-Hayriye Köyü tarafından "Çveni Sopeli / Bizim Köyümüz" dergisi yayın hayatına başladı.
(1) ATATÜRK'ÜN MÜLTECİ POLİTİKASI, https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/2733.pdf
(2) Çveneburi: Türkiye Gürcülerinin kendilerine, "Bizden" anlamında yakıştırdıkları ortak isim/sıfat.
Bir Yüzyıl, Bir Rejim ve Anadili/ Dosya
(MY/AÖ)