Türkiye’de, aslında aynı ortak paydada buluşan üç farklı eğitim idealinden bahsedebiliriz. Birincisi, Cumhuriyet’in kuruluşuyla oluşan, cahil toplumu aydınlatacak bireyler yetiştirme ideali.
Bu aydınlatma metaforunun ne kadar sözcük anlamıyla alındığını görmek için, 1925’te, halkı bilinçlendirmek için daha sonra ülkeye dönmeleri şartıyla yurtdışına gönderilen öğrencilere, ateşi (uygarlığı) tanrılardan çalarak insanlara veren Prometheus’a gönderme yapılarak, “Türk Promethe’ler” adı verildiğini hatırlayabiliriz.
Bir gence, ülkeyi kurtarma misyonu vermenin ağırlığı dışında, eğitimde eşitlik ve demokratik ilkelerini ve kurumsal yenilenmeyi pas geçen bu tepeden inmeci eğitim idealinin Türkiye’de çok işe yaramadığını, hatta var olan ayrımları derinleştirdiğini söyleyebiliriz.
İkinci eğitim ideali, bugünkü iktidar sayesinde gücünü geri kazanarak birincinin yerine geçmeye başlayan, toplumu din ekseninde “manevi değerler” zemininde oluşturma ideali.
Ancak bu ideale günümüzde, kaçınılmaz bir şekilde kapitalizme eklenen ve (çalışmayla dünyevi başarı elde etme anlamında) Lutherciliği andıran bir çalışma-hizmet miti eklenmiş gibi görünmekte. Bir yanda Gülen’in, öbür yanda Erdoğan’ın himayesinde iki ayrı kulvarda ilerleyen ve kadrolaşmayı temel alan bu eğitim idealinin önemli bir özelliği, toplumun tamamını içine almak yerine, öncelikle kendine yakın olanları bir araya toplayıp iktidarını muhafaza etmek.
Örneğin bu nedenle, son KPSS sınavında bazı soruların daha önceden “birilerine” verilmiş olma olasılığı kimseyi şaşırtmıyor. Elbette eğitim gibi son derece hassas bir konuda gücün böyle kötüye kullanılma ihtimalini düşünmenin bile insanı ne kadar dehşete düşürüp çaresiz bıraktığını söylemeye gerek yok.
İkinci eğitim idealiyle de birleşen ve ekonomik eşitsizliğe dayanıp onu yeniden üreten üçüncü eğitim ideali ise kariyerci eğitim ideali.
“Geleceğin CEO’larını yetiştiriyoruz” diye reklam yapan ilkokullardan, iş dünyasıyla iç içe olmasıyla övünen plaza ya da AVM iklimli butik üniversitelere kadar giden kariyerci eğitimin ilkesi, “özel durumlar” dışında herkesi “kendi sınıfına” yollamaktır. Kariyerci eğitim idealinin, Türkiye’de genelde devletin kendi yürüttüğü sınıfsal yeniden üretimin ipleri gevşettikten sonra gemi azıya aldığı söylenebilir.
Bu eğitim ideallerin ortak bir yanı, baştan belirlenen bir ideale ve mitlere göre bir insan yetiştirme programına sahip olmaları; bunun sonucunda da ne özgür düşünebilen ne de bilgi üretebilen insan yetiştirebilmeleri.
Diğer bir ortak yanları ise ayrıştırmacılık: Milli olan ve olmayan, bilen ve bilmeyen, ahlaklı ve ahlaksız, zengin ve fakir arasındaki ayrımı ya varsayan ve bu varsayımı yeniden üretmeye yarayan idealler.
Üç idealin de ortak sloganının “Eğitim Şart!” olduğunu ama bunu “Öğretim Şart!” buyruğu altında uyguladıklarını söyleyebiliriz. Türkiye’de eğitim, ekonomik ve ideolojik hegemonyayı yeniden üretmek için, sınıfsal ve kültürel ayrışmayı pekiştirmek ve dışlayıcı, ötekileştirici iklimi besleyecek algılar yaratmak için “şart”. Eğitimi öğretime indirgeyen ve eğitimin öznelerini birer araca dönüştüren bu uygulama, temelde bir “eğitim ideali” zırhıyla da dokunulmazlık kazanmakta.
Bu eğitim ideallerine karşı, ilk olarak belki de eğitim kavramını hafifletmek gerek. Eğitim kavramının, ona idealler ve mitler yükleyerek ideolojikleştirilmesiyle beraber, eğitimin araçsallaşması ve eğitimin öznelerinin zarar görmesi kaçınılmaz. Eğitimi ve eğitimin öznelerini bir proje olarak görmek yerine, insanın kendini eğitme ve becerilerini geliştirme potansiyeline güvenilmeli her şeyden önce.
Aslında eğitimin amacıyla ilgili basit bir ölçüt var: İyi ya da kötü niyet. Eğer daha özgürlükçü, daha adil, daha yaratıcı; birbirini dışlayan değil destekleyen topluluklardan ve halklardan oluşan bir toplum istiyorsak, daha özgürlükçü ve demokratik okullara ihtiyacımız var demektir.
Ancak burada, Adorno’nun ünlü “yanlış yaşamda doğru yaşanmaz” sözünü hatırlatan, eğitim kavramıyla ilgili bir kısır döngü sorunu karşımıza çıkıyor. Eğitim, var olan hegemonik ve hiyerarşik düzeni yeniden inşa ediyorsa; eğer eğitim sisteminin kendisi bozuk ve “kötü niyetli”yse, bir kısır döngüyle ya da Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’in üçüncüsünde ifade ettiği gibi, “eğitmenleri kim eğitecek” sorunuyla karşı karşıyayız demektir. Marx’ın aynı tezde belirttiği gibi, bu sorun, toplumu bilenler-bilmeyenler, eğitimliler-cahiller olarak ikiye ayırarak ve birini diğerinin tepesine koyarak çözülemez. Toplumsal koşullar, ancak ortak bir öğrenme etkinliği deneyimi olarak demokrasinin ve özgür düşünmenin içselleşmesi ile iyileşebilir.
Aristoteles’in Nikhomakhos’a Etik’te öne sürdüğü basit bir tez vardır: İnsan ne yapıp ederse, onu içselleştirir ve karakteri ona göre şekillenir. Bu, insanın bir erdemi, bir öğretmenin dolaysız aktarımıyla ya da doğrudan kitaptan öğrenemeyeceği anlamına gelir.
Örneğin, ekoloji bilincini bir sınıfta dünyanın ne kadar kötüye gittiğini anlatarak kazandıramayız. Ekoloji konusunda ne kadar tedirgin olsak da, böyle bir alışkanlığımız olmadığından, en basit pratiklerden biri olan çöpleri ayrıştırma eyleminde bile çoğumuz bulunmayız. Bu, ekoloji gibi, teorik olarak farkında olduğumuz ama pratikte tersini yapmaya devam ettiğimiz diğer birçok gündelik şeyin yanında demokrasi bilinci için de geçerlidir. Bu nedenler yüzünden, birilerini eğitmeye kalkışmadan önce kendimizi eğitmeli ya da daha doğrusu, okulları, insanların belirli idealler doğrultusunda eğitildiği ya da kariyer odaklı mekânlar olmaktan çıkarıp beraber öğrenme mekânları olarak yeniden oluşturmayı göze almalıyız.
Bu çerçevede, yeni bir endüstriye dönüşme tehlikesi taşıyan alternatif eğitimdeki “yaşayarak öğrenme” kavramı, bana göre, öğrencileri daha önceden belirlenmiş etkinliklere boğmak değil, her şeyden önce onları, tüm sınıfsal ve kültürel farklılıklarıyla demokratik katılıma, karar verme mekanizmalarına bizzat dahil etmek ve böylece bu ülkede fiili olarak yaşayamadığımız demokrasiyi, tüm zorluklarını göze alarak beraberce pratik ederek beraberce öğrenmek demektir. (YY)