Küçükken arkadaşlarımı kıskanır, onların renkli hayatlarına öykünürdüm: Birisinin ailesi Selanik göçmeni, diğeri Arnavut, evde misafir Laz amcası ya da Türkçe konuşmayan yüzünde, ellerinde bir türlü anlam veremediğim şekiller (deg, ilkel dövme), burnunda hızma olan nenesi kalıyor. Düğünlerde hep birilikte eğlenip, oynamaları, hem kadınların hem erkeklerin müzik aleti çalıp birlikte şarkı söylemeleri, bazı bayramlarında ateş üstünde atlamalarını hatırlıyorum. Bizim bırakın başka bir kültürle bağlantımız, Almanya’da dayımız bile yok...
Ben sadece Türkçe konuşabiliyordum. Onlar ninelerinden Kürtçe, Arnavutça, Lazca kelimeler öğrenip hava atıyorlar bana. Bir insan bu yaşta nasıl ikinci bir dil öğrenir? Konuştukları o dil nasıl bir kültüre aittir?
Bunlar içimde ukde kalmış olacak ki, liseden sonra hep yeni diller öğrenme, yeni kültürler tanıma hevesiyle çantamda hep bir sözlük ya da bir seyahat kitabı taşır oldum.
Annem küçükken Doğu’da yaşamış. Sanki bize başka bir ülkede yaşamış gibi anlatırdı; Kars'ta kayak kayıldığını, Antep'in yemeklerini, Urfa'nın Balıklı Gölü'nü.
-Anne biz de gidelim oralara.
-Olmaz, oralar tehlikeli, gidemeyiz.
-Neden
-Bombalar patlıyor orada.
-Peki, bombalar patladığında oradaki çocuklar ne yapıyor!
-…
Ben küçükken uçağa binmeden ve pasaport gerekmeden gidilebilen her yer Türkiye idi. Ama Doğu'su bu kaideyi bozuyordu. Oradaki illere tayini çıkan devlet memuruna "sürüldü" deniliyordu.
İlkokulda her sabahı andımızı, haftada iki kere de İstiklal Marşı'nı okuduk. Bu benim için çoktan kanıksadığım bir ritüel idi. Tam olarak ne dediğimi anlamasam da coşkuyla bağırıyordum. Çünkü arkadaşlarımla hep beraber söylüyorduk ve seçebildiğim kelimeler gayet güzeldi: doğruydum, çalışkandım, küçüklerimi severdim vs. Evet ben böyleydim tabii ki.
İstiklal Marşı biraz karmaşık. Hem içindeki Osmanlıca kelimelerden, hem de kelimeler bitmeden verilen eslerden. O zamanlar Türkçe'de "larda" diye bir kelime olduğunu sanırdım.
bu şafaaaak
larda yüzen alsancak
sönmeden yurdumun…… o be
nim milletimin
Türk olmak kısımları bana bir şey ifade etmiyordu, ne andın, ne marşın.
Günde onlarca kez gördüğüm “Ne mutlu Türküm diyene” gibi içinde Türk kelimesinde geçen söylemleri de kanıksamıştık ama neden bu kadar çok tekrar ediliyordu bu kelime?
Ne gerek var ki?
Burası Türkiye, dolayısıyla ben Türk’tüm, konuştuğum dil de aynı kökten türemiş “Türkçe” Bundan daha doğal ne olabilir ki? Devlet bana neden sürekli bunu hatırlatmaya çalışıyordu?
Almanya vatandaşına Alman diyorduk, diline Almanca. Romanyalıya Romen Yunanistanlıya Yunan. Çeçenistan Çeçen…
Ama bir dakika… Türkiyeliye Türki denmesi gerekmez mi bu mantıkla. Türkistan’lılar da Türk, neden farklı ülkelerde yaşıyoruz o zaman? Neyse kafana takma böyle şeylere, büyüyünce öğrenirsin.
Kürtçe konuşmak yasak ama Kürt böreği yiyebiliyordum
Liseyi bitirene kadar Ümraniye-Üsküdar-Kadıköy üçgeninde geçen hayatım, üniversiteye Avrupa yakasında başlamamla farklılaştı. Karşı yaka resmen Avrupa, insanlar başka, hayat başka.
Streotipler bugün olduğu gibi o zaman da çok işimize yarardı insanları analiz etmekte. Düşünmeye gerek yok, en temel özelliklerinden kimin nasıl birini anlayabiliriz: Karadenizliyse komik, İzmirli ise “gevur”, Konyalı ise “yobaz”, Doğu'lu ise “Kürt” ve dolayısıyla “PKK destekçisi” yani “terörist” idi ve tanıştığımız insanları bu kategorilerden birine koyarak, o insanı tanımak için kafa yormazdık.
Bir arkadaş Beşiktaş’ta bir börekçiye götürdü beni, İTÜ'ye başladığımın ilk yılı. Benim için de ısmarladı kendine söylediğinden. Masaya gelen parlak böreğin üzerine pudra şekeri boca edip yemeğe başladı.
-Sen de böyle yiyeceksin.
-Börek ve şeker? Ne böreği bu?
-Kürt böreği.
-??!!
Arkadaş ne kadar rahat telaffuz edebiliyordu bu kelimeyi, hiç korkmuyor muydu?
Belki de ilk defa bu kelimeyi bu kadar rahat ve olağan telaffuz edebiliyor, kendime de şaşıyordum. Önyagılarım ve endişelerimle hesaplaştıktan sonra attım ağzıma ilk lokmayı.
-!!!!
Kürtçe konuşmak yasak, Kürt kelimesini kullanmak sorunluyken ben nasıl İstanbul'un ortasında Kürt böreği yiyebiliyordum? Ve bu börek nasıl olur da bu kadar güzel olabilirdi. Biz daha neler kaçırıyorduk acaba?
O büfe, hala durur aynı yerde.
Penguen medyası
Belki de Türkiye'nin başına gelen en talihsiz olay 1980 Darbesi’dir. Hemen akabinde sanki o kadar ölümler, işkenceler olmamış gibi, birden modernleşmeye, Avrupalılaşmaya başladı Türkiye. İthal mallar, özel televizyonlar, Amerikan artistleri girdi hayatımıza 80'lerin başında.
Medya diye bir kavram varmış, o zaman duyduk, önceden sadece TRT'e vardı. Hızla arttı özel televizyonlar, gazeteler rengarenk oldu. Yepyeni konulardan konuşuyoruz artık; daha fazla futbol ve din, başkalarının özel hayatı ve ne giydikleri; yani sol düşüncelerin panzehiri bir düşünce tarzı.
Ha bu arada darbe sonrasında Doğuda neler oluyordu? Çok meşguldük, olan bir şey varsa zaten devletimiz ilgileniyordur mutlaka. Hem zaten yaralar çoktan sarılmadı mı, bakın etraf rengarenk.
90'ların başında Bulgar Türklerinin isimleri değiştiriliyor, dillerini konuşamıyorlar diye bir taraftan bangır bangır bağıran medyamız, aynı anda kendi sınırlarımız içinde olandan tek kelime yazmıyordu. Kürtçeyi evde konuşmak bile yasaklanmış, insanlar evlerinden sürülmüş, işkenceler, dışkı yedirtmeler…
Hiçbiri haber değeri taşımıyor.
Evet, giden gelenler bir şey anlatıyordu ama fantezi de kuruyor olabilirlerdi. Hiç bir görsel yoktu bu anlattıklarından, tasavvur edemiyorduk, hafızamıza işlemiyordu hiçbir şey bir fotoğrafı olmadan.
“Nitekim” Penguen Medyası'nın tohumları 1980’lerin başında atılmıştı ve bu zamana kadar da işliyordu zaten. Çoğumuz bunu 2013 Haziranında farkettik.
Medyada ve okullarda biz hala ve hep Türk'tük. Evet başka ırklar da vardı ama biz Türkiye'deki herkesin kendine Türk demesini istiyorduk.
Neden istemiyorsunuz ki?
Bakın biz ne kadar güçlü ve kahraman bir ırkız; yedi düveli dize getirdik, zamanında Avrupa ve Afrika'nın yarısı bizimdi. Viyana'yı da alacaktık ama bir talihsizlik oldu işte.
I am Turkish
Bir insan kendinden ne kadar çok bahsediyor, bilgisiyle değil de gücü ve ihtişamıyla övünüyor, şimdi ne olduğunu görmeyip, bir zamanlar ne olduğu ile ilgileniyor ve sıkça "ben" ve "biz" ile başlayan, mütevazılıktan uzak cümleler kuruyorsa, bunun bir tek sebebi vardır: Aşağılık kompleksi.
Ben Türküm; katıksız Türk. Ama annemle babamın tanışması tamamen tesadüf. Benim bunda ne payım ne emeğim var. Dolayısıyla bundan ne gurur duyarım ne de aşağılık kompleksi. Türklük benim kimliğim değil. Benim sevincim üç tarafı denizle çevrilmiş, rengarenk insanların yaşadığı bu ülkenin insanı olmuş olmam.
Ülkemin tarihi katliamlarla, toplu ölümlerle dolu: Bu ülkenin insanları ve devleti değişik kimliklerle birbirlerine düşman olmuş, birbirini vurmuş, yakmış, katletmiş.
Belki de bunlardan biri benim dedemdi.
Ben benden önce olanlardan sorumlu değilim. Ben sadece kendimin ve çocuklarımın yaptığından mesulüm. Ama gözümün önünde olanlara kulak tıkayıp görmemezlikten geliyorsam, konuşulmak gerekeninin üstünü kapatıyorsam, tarihimle yüzleşmekten korkuyorsam; o zaman suçluyum. Tabii bu arada mağdur olan her zaman masum olamaz, olaya çift taraflı bakmalıyım ama neden çoğunlukla Türk olmayanlar yok olmuş?
Faşizim bana göre dayatmak demektir. Ulusalcı, milliyetçi hatta ülkücü fikirlere sahip birisi fikrini silah ve ya şiddet kullanarak dayatmıyorsa, o sadece fikirdir ve bütün fikirler eşittir. Benim ülkemde birçok insan milliyeti ve düşüncesi yüzünden öldürülüyor. Benim devletim faşist mi?
Ağzım hala alışmadı. Bilim insanı'na Bilimadamı dediğim gibi, nereli olduğum sorulduğu zaman Türk'üm (I am Turkish) diyorum yurtdışında. Ağız alışkanlığı kusura bakılmasın, demek istediğim Türkiyeli olduğum aslında.
Atatürk "Türk Milleti" diye hitap edermiş halka. Ama bu lafı o icat etmiş olamaz. Başbakan'ın en sevdiği marş, Mehter Marşı da, "kahraman Türk milleti"nden bahseder. Milletvekilleri de Türk milletine hizmet etmek için yemin eder? Bir insanın inanmadığı, benimsemediği bir şey üzerine yemin etmesini ben ne kadar inandırıcı bulabilirim ki? Yok mu bir ayarı bunun?
Kışın Hollanda parlamentosu değişti, televizyonda naklen yayınlandı. Yeni vekiller sahnede kurulu oturan kraliyet çiftinin karşısında göreve başlama yemini ediyor. Bazılarının elini kalbine, bazılarının kutsal din kitabı İncil' e koyduğunu farkettim. İnananlar Allah'ın üzerine, inanmayanlar şerefi üzere yemin ediyor. Ama nihayetinde herkes aynı şeyi söyledi:
"Bu ülke için elimden gelenin en iyisini yapacağıma söz veriyorum."
Atatürk'ün manevi mirası
Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in bir sorusuna Mustafa Kemal şu yanıtı vermişti:
"Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler gerektiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur… ”
Bence sırf bu lafı Atatürk'ü ilah, söylediklerini tabu yapmamamız gerektiğini anlatır. Kendisinin de dediği gibi hiçbir şey değiştirilemez değildir. Zaten bu yüzden de hala çağdaştır Atatürk.
Eskiden bir şeyde arıza bulduk mu, tamir etmeye çalışırdık, çöpe atmazdık.
Sorun herhangi bir ant okumakta mıydı Andımız'ı kaldırdık? Reşit Galip'ten sonra birçok kez değiştirilmiş bu metin bir kez daha değiştirilemez miydi?
Türkiyelim, doğruyum, çalışkanım…
Ya da "Türkiye'nin refahı için çalışacağıma söz veriyorum"
Bu güne kadar Atatürk hakkında farklı bir çok şey söylenmiştir ama ne kadar zeki bir insan olduğu hakkında sanırım hem fikiriz. Yüzyıllardır beraber yaşayan bu mozaik toplum nasıl sadece bir ırktan ibaret olabilir? Türk Milleti derken sadece Oğuz Boyları'ndan gelen yörüklere mi seslenmiştir Atatürk? Kaldı ki kendi bile Türk ırkından değil.
Mustafa Kemal kalan son toprakları bölmemek için ya vatanseverliği ya da ümmetçiliği kullanmak zorundaydı, ki bu iki mevhum 21. yüzyılda bile hala birleştiricidir.
Laiklik ilerde kurulması planlanan Demokrasi'nin temel şartlarından olacağına göre herkesi tek bir çatı altında toplamak için Türk Milleti mevhumunu kullanılmış. Ve biz bu motivasyonla Çanakkale Savaşı'nda emperyalizme karşı yapılmış en büyük savaşı kazanmadık mı? Beraber direnmeseydik bugün Cumhuriyet'in 90. yaşını kutluyor olur muyduk?
Neden bu iki kelime birbirine bu kadar benziyor. Sanki "hayır o harfler öyle değil de böyle dizilir" dermiş gibi. Bu bir tesadüf mü değil mi bilemem ama benzerliklerimiz olduğu kesin, en azından vatanımız aynı.
Ben Türk değil de Kürt olsaydım
Peki ya ben bir Kürt olsaydım. Mesela Nusaybin'de doğup büyümüş, sabahları bomba sesleriyle uyanan bir çocuk. 7 yaşına geldiğimde o ana kadar hiç duymadığım bir dilde konuşmak zorunda kalsaydım. Her fırsatta Türk kelimesi çıksa karşıma ve ben her sabah Türk olduğuma dair yemin etseydim.
Ülkede Levantenler, Rumlar, Ermeniler kendi dillerinde okuyabilseler ama ben evde annemle Kürtçe konuşurken, kapıyı dinleyen arkadaşım tarafından okul müdürüne gammazlansam. Her gün mahallemden biri apar topar bir yerlere götürülse ve bir daha geri gelmese, kuzenlerim ya dağda ya hapishanede olsa, sürekli dışkı yedirme ve işkence hikayelerini dinlesem etrafımdan. Ne yalan söyleyeyim, böyle bir geçmişle ben ne Türkçe konuşmak isterdim ne de her fırsatta kafama kakılan Türk kelimesini duymak.
"Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! yaşasın işçiler, köylüler! kahrolsun emperyalizm!" * Bu da ismini aldığım adamın hayaliymiş. (DAH/HK)
* Deniz Gezmiş'in idam edilmeden önce Alman Der Spiegel dergisinde çıkan son yazısından.
** Bu yazı için ilham veren Fidan Berfe Mirhanoğlu’na teşekkür ederim.