Bodrum'da önceki haftalarda bedeni karaya vuran Aylan'ın fotoğraflandığı yerin yakınlarındayız. Bir oduncu atölyesinin arkasındaki iki göz barakanın hem yatak odası hem de ortak mekanı olarak kullanılan salonunda. İki aile var mekanda.
Babayla yola çıkan iki çocuklu bir aile ve anneyle yola çıkan, babayı geride bırakmış yedi oğlan çocuğu. Anlatma hevesleri, dinleme hevesimizle birleşince sohbet, uzayıp gidiyor, “söylenecek söz mü var ki aslında” sessizlikleriyle ara ara kesilerek. Dinlemek zor, dinledikçe omuzlarımız düşüyor. Ebeveynlerin yüzündeki acı, çocukların yüzlerindeki kahkahalardan kudret alan neşeye karışıyor. Belirgin bir fark var burada. En acı hikayeler anlatılırken bunlarla dalga geçmenin yolunu buluyor insan.
Baba, Suriye'de ayakkabı ustası; yanında iki çocuğu. Suriye'den bahsederken her cümlenin içinde birden çok ölüm ve harap kelimesi geçiyor. Kopan bacaklar, kollar, kesilen kafalar, akan kan cümlelerin içinde kopuyor, kesiliyor, akıp duruyor. Cep telefonlarında ölü insanların fotoğrafları yahut Yunanistan adalarına geçerken çekilmiş selfiler. Yan yana, ard arda... Ölmüş olanın imajıyla ölmemek için umuda yola çıkanın, kondurulamasa da ölüm, belki ölüme yolculuk yapanın imajı yan yana.
Babanın ve 10 yaşındaki kızının kağıtları tamken, 14 yaşındaki oğlunun belgeleri yok. Çocuklar okula gitmek istiyor. Bodrum'da, İzmir'de, İstanbul'da, nerede Suriyeli varsa oralarda çokça duyduğumuz hikâye tekrar ediyor. Kağıtları eksiksiz olan tüm çocukların herhangi bir devlet okuluna gitme hakları olmasına rağmen, bu çocuklar o okullara türlü gerekçelerle alınmıyor. Bu, kimi zaman istenen yüklü maddi destekken, çoğu zaman hiç bir gerekçeye ihtiyaç duyulmuyor. Karşılaştığımız, bir süre daha Türkiye'de kalmaya niyetli çoğu Suriyeli aile bu haklarını bilmiyor. Ve aslında bilseler de, karşılarına dikilen devlet kurumunun fiziksel haliyle baş etme cesaretleri olmuyor. Dinledikçe, bu cesaretin gün gün nasıl kırıldığını görmemek de mümkün değil zaten. Suriyeliler, Bodrum'da dolmuşlara bile alınmıyor.
10 yaşındaki kız çocuğunun okul isteği, Türkçe öğrendiği kelimelerden devşirdiği, kusursuzca söylediği “arkadaş istiyorum” cümlesinde vücut buluyor. Evdeki on küsur erkek çocuğu arasında, utangaç gülümsemesiyle belli ki kendini yalnız hissediyor. Okul olanakları ve hakları üzerine konuştukça, gözleri parlıyor. Naifçe, “arkadaşım olacak artık,” diyor.
Sigara molasına çıktığımda evin dışına, anne beni odaya çağırıyor. Yatakta yatan iki yaşındaki bebeğini gösteriyor. Konuşmak istiyor. Az önce kalabalık içindeki -belki de ona otomatik gelen- sohbetten kaçıp odasında, yatağında kendi kelamını yüz yüze etmek istiyor. Dil bilmiyorum. Aslında yıllardır bu ülkede dil bilmemenin ayıbının öfkesini kendime yönlendirip duruyorum. Beceriksizce, gene harekete geçemeden. Bildiği İngilizce kelimeler ve Türkçeye girmiş Arapça kökenli kelimeler vesilesiyle anlaşıyoruz. “Suriye Ana ağlıyor” sözü aklımda asılı kalıyor. “Suriye Ana ve çocukları ağlıyor,” diyor, yatakta yatan bebeği göstererek. İki cümlede bir, “Yazık değil mi bunlara?” ve “Biz insan değil miyiz?” diyor, tüm yol boyunca karşılaştıkları zulmü anlatırken. “Köpek gibi davranıyorlar bize,” diyor yanımıza gelen 22 yaşındaki oğlu. Annesinin söylediklerini ara ara odaya girip bana çevirirken, hep kendi kelimelerini kullanıyor. Köpek gibi davranıyorlar bize. Köpekten de beter... Bu, özellikle gençlerden sık sık duyduğumuz bir laf. İncinen gururları, sıkılan yumrukları ve yaş dolan gözleriyle, sanki en çok burada boğazlarına birer yumru olup duruyor.
Anne, Suriye'yi anlatıyor uzun uzun. Nereden geldiğini, nasıl bir evi olduğunu, dahası, bir evi olduğunu, onun da hepimiz gibi bir zamanlar bir evi olduğunu anlamamı istiyor. Israrla bunun üstünde duruyor. Güzel, çok güzel bir Suriye'den bahsediyor. Şu kalın kafalarımıza buraya isteye isteye gelmediklerini ve bu yola çıkışın bir gün hepimizin başına gelebileceğini sokmak istiyor. Belki de ancak yerlerine koyduğumuzda kendimizi, gerçek anlamda empati kurabileceğimizi hissediyor. Çocuklarının babasını evde, Suriye'de bırakmış; yaşı 22 ila 2 arasında değişen yedi oğlanla gelmiş Türkiye'ye. İki senedir buradalar. Yer değiştire değiştire. Suriye'ye yakın olduğu ve bir gün savaş bittiğinde daha kolay dönebileceği için Türkiye'de olmak istiyor ama yatakta yatan, uyuyor numarası yaparak konuşmamızı dinleyen 12 yaşındaki oğlunu göstererek, “Sadece bunun için Almanya'ya gitmek istiyorum” diyor, “Çünkü o okuyacak, zeki, çok zeki, bütün notları hep pekiyiydi, buna yazık değil mi?”. Giden, 14 yaşında. Gerisi de gidecek tek tek ama nasıl?
Yatakta uyuyan bebeği göstererek “Yazık değil mi buna, babasını tanımıyor,” diyor, “ve aile şimdi paramparça, Suriye'de, Türkiye'de, Almanya yolunda, oysa...” elimi sıktığı elini diğer eliyle sıkıca birleştirip, “eskiden, Suriye'de herkes bir aradaydı,” diyor. Boğazda duran yumrular içime içime patlıyor. Ağlamaktan utandığı belli olan oğlu, dayanamayıp yaşlı gözlerle dışarı çıkıyor. Utanıyorum. İstanbul'da aylardır ve dahi yıllardır, yanıbaşımızda gördüğümüz yüzlerce, binlerce insanı; bir haftadır Bodrum ve İzmir sokaklarında tanık olduğumuz dramı; değip dokunan bir sürü hikayeyi, deneyimi; üstümüze bulaşmış kanı üstümüzden nasıl söküp atarız bilemiyorum. Utanıyorum. Bunların hepsini hatırlamak istiyorum; her bir yüz beynime mıh gibi çakılsın istiyorum; Bodrum'da geçen ay sokakta etrafına çarşaflar gerilerek doğum yapan kadını düşünüyorum; gecenin bir yarısı bota binmek için can yeleklerini aceleyle giyen 20 kişilik Afgan ailenin ağlayan bebeklerini korkuyla susturmaya çalışmalarını duyuyorum; o bebeğin kim bilir hangi dertle ağlayışını kulaklarımdan sökmek istemiyorum; tüm parasını kaçakçıya kaptıran ailenin üç aylık bebeklerinin az sonra 9 Eylül kutlamaları dolayısıyla toplanması gereken yatağında, Basmane caddelerindeki yorganlardan devşirilmiş yatağında esneyerek güne uyanmasını seyrediyorum... Evet, durmadan bebeklerden bahsediyorum. Zira çoğunlukla arabesk laflardan öteye gitmeyen ikiyüzlü benliğimizin bu resimlerle harekete geçtiğini görüyorum. İşte, bunları unutmak istemiyorum. Bu yüzden yazıyorum. Elimi sıkı sıkı tutan kadının akan gözyaşlarını gördükçe bitap, çaresiz bir öfkeye yenik düşmekten korkuyorum. Çaresiz öfke en kötüsü.
Tek tek oğullarını Almanya'ya geçirmek isteğinden bahsediyor anne. Biz oradayken, bir insanın karşıya geçmesinin “rayici” 1.100 Euro civarında. Bir oğlunu gönderebilmiş şimdiye dek cebine biraz para koyarak. Devasa bir ekonomi dönüyor yola çıkılan bu beldelerde. Bunun izlerine her yerde ama en yoğun haliyle Basmane'de tanık oluyoruz. İzmir Basmane'de geceliği 20 liralık bir oteldeyiz. Özellikle Suriyelilerin yoğunlaşmasıyla her şeyin fiyatı gibi otel fiyatları da iki, üç katına çıkmış. Eski bir konaktan bozma otelin bahçesinde Suriyeli 20’li yaşlarda gençler, biri kadın diğerleri erkek, üzerlerinde Metallica ve Iron Maiden t-shirtleri, durmadan sigara içip bekliyorlar. Beklemek, zaten yapılacak tek iş. Ve sokaklarda, parklarda, bahçelerde, otel önlerinde içi sigara izmariti dolu tabaklar… Burası aslında günübirlik yaşama yerleri, bir an evvel gitmek istenilen.
İzmir'de geçen her gün boşuna harcanan para ve umutsuzluğa umutsuzluk eklenmesi demek. Sokaklarda yatanlar, 20 liralık otelde kalacak parası olmayanlar. Şanslı olanlar için, otururken ayağımızın üzerinden hamamböceği geçen oteller... Bekâr oğlanların grup halinde kaldıkları odalar da var, 20 kişilik bir ailenin gerek maddi gerekçelerle gerek güvenlik endişesiyle bir arada kaldığı odalar da... Akşama doğru, hava kararmadan, otelden toplu çıkışlar oluyor beşli, onlu gruplar halinde. Belli ki yola çıkacaklar. Deneyecekler ya da.
Basmane'de oteller dolu. Otelin kapısı kilitleniyor gece iki gibi. Giriş yok ama çıkış serbest. Bazı günler sabaha karşı dört civarında, otelin kapısı sertçe vuruluyor. Kıyafetleri ıslanmış, ayakları çamur içinde insanlar geliyorlar. Ya sahil güvenliğe yakalanmışlar yahut yakalanma olasılıkları yüksekmiş, ya olası fırtınadan ya da aracılarla bir anlaşmazlıktan ötürü geçememişler... ya da türlü çeşitli neden. Bir başka sefere... İlk denemede karşıya geçmeyi becerebilen insan sayısı bir hayli az duyduğumuza göre. Üç ila beş sefer denediklerini söylüyorlar ortalama. Ve orada kalınan her gün azalan parayla, azalan umuttan bahsediyorlar.
Sabaha karşı, 9 Eylül dolayısıyla zabıtaların toparladıkları bir parkta tanıştığımız mimarlık eğitimini yeni bitirmiş bir genç anlatıyor. Tripoli'den Mersin'e geçmiş gemiyle. Legal yollardan geçenlerden, yürümek zorunda kalmayanlardan... Üç kez denemiş, dördüncüsü için bekliyor. İlk seferinde sahil güvenlik durdurmuş ve geri yollamış. İkincisinde bottan inmiş, çünkü 25 kişilik botta 55 kişi varmış. “Ölmek istemiyoruz, bu nedenle binmedim,” diyor. Üçüncü kez, silahlı adamlar durdurmuş, “Kadın çocuk fark etmeksizin tekmelerle bottan indirdiler bizi ve botun motorunu alıp gittiler,” diyor. Silahla tehdit edildikleri için korkup geri dönmüşler. Konuştuğumuz sabahın gecesinde olmuştu bu. Şimdi, dördüncü seferde başarmak istiyor. “Bu bir seçim değil,” diyor. “Kaybedecek bir şey yok,” diyor. “İnsani koşullarda yaşam olasılığı için bunu yapmam lazım,” diyor. “Onlarsa, insan hayatıyla değil sadece parayla ilgileniyorlar,” diyor. Uyku mahmurluğuyla eşyaları toplamak zorunda olan çocuklara, yerdeki battaniyelerde yatan, uykularından uyanamayan bebeklere bakıp içini çekiyor, “işte, gidinceye kadar deneyeceğim, belki orada görüşürüz,” diyor.
Daha önce cami içlerine girebilirken şimdi kilitlenmiş kapıların önünde cami duvarlarına sırtlarını verip bekliyorlar. Tüm gün bir dizi halinde, küçücük gölgeyi takip ediyorlar. İzmir sıcak. Sokakta kaldıkça daha da sıcak. Bodrum'da nefes almak zor güneş altında. Şehir merkezinde bir sokakta toplanıyorlar. Sokakta yaşayanlar, aracılarla çıkan kavgalardan ve agresifleşen atmosferden bahsediyorlar. Kalabilecekleri mekanlar zaten kısıtlı, toplu halde durdukları yerlerde bir su kaynağı ve umumi bir tuvalet olması çok önemli. Öbek öbek insanlar. Ortadoğu'dan, Kuzey Afrika’dan... “Karakafalılar”...
Yazın bitip kışın yüz göstermesiyle artacak ölümlerden ve olası salgın hastalıklardan korkuyorlar. Deniz her zaman o kadar da sakin değil; ortalık mafya olmaya özenen, mültecilerin etinden sütünden faydalanma tezgahı kuran adam kaynıyor. Mültecilerse, Türkiye karasularını dışına çıkmanın yolunu arıyor. Bir sürü aktör var konuya dahil. Bu işe yeni başlamış da değiller üstelik, uzun yıllardır Türkiye'den geçişleri organize eden yığınla teşkilatlanmadan söz ediliyor. Suriyelilerden ötürü gerçekleşen yoğunlaşma bizlerin ilgisini ancak çekebiliyor. Türkiye ise bunu çok iyi biliyor. Günde 2 bin kişinin Türkiye'den geçiş yaptığı söyleniyor. İşin başındaki İstanbul'daki büyük organizatörlerinin altında, beldelerdeki “yolcubaşları” duruyor. Bunlar, yola çıkacaklarla birebir ilişkiye geçenler, pazarlığı yapanlar, bot geçişlerini tek tek örgütleyenler.
Botun alacağı kişi sayısına göre fiyat belirleniyor. Ve bir bot, üç beş istisna dışında her zaman kapasitesinin üstünde yolcuyla yola çıkıyor. Ticaret, maliyet hesapları: insan yaşamı elbet bu hesapların yanında pek anılmıyor. Türlü tezgah, parasını kaptıran bir sürü insan… Para açısından daha güvenilir bir sistem kurma çabasında olanlar da var: Karşıya geçmek isteyen, parasını bir emanetçiye bırakıyor. Bu emanetçiler de genelde mahalledeki esnaftan seçiliyor. 50 Euro civarında da bir komisyonları var kişi başına. Bu emanetçiyle bir şifre paylaşılıyor. Yolcuları yola çıkacakları noktaya taşıyan minibüs yahut taksilerin, botu kuranların, parayı tutanların da dahil olduğu tepeden aşağıya 10 kişilik bir ekipten bahsediliyor.
Hareket genelde 12 civarında başlıyor, karanlıktan faydalanmak için. Kararın ne zaman alınacağını bilmiyor yolcular. Her an yolcubaşından gelecek hareket emrini bekliyorlar. Toplamda tüm süreç bir saat kadar sürüyor. Yolcubaşından alınan talimatla bot kurucular, botu kuruyor, yolcular taksilerle çıkış noktasına taşınıyor, bu arada bot kurulmuş oluyor. Hareket noktasına gelenler, 6-7 dakika içinde can yeleklerini giyip az yükle yola çıkıyorlar. Botu kullananlar, yasal gerekçelerden ötürü Türkiyelilerden seçilmiyor. Bu nedenle, genelde yolculardan muhtemelen daha önce hiç bot kullanmamış olanlara kısa bir eğitim verilerek botu nasıl kullanacakları öğretiliyor. Ücretsiz karşıya geçme karşılığında... Ölümlerin büyük kısmı da bundan ötürü, deniyor: Bot kullanma deneyimleri olmayan bu insanlar, örneğin motor ısındığında, ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Bir yanda yolcuyu geçirene kadar defalarca deneyen yolcubaşlarından, diğer yanda tokatçılardan bahsediliyor. Kendi başına bot satın alıp giden ailelerin adı geçiyor. Can yeleği satıcıları, bot tüccarları, tavuk dönerciler, taksiciler, otelciler, ev sahipleri... Basmane'de kalınan her gün 100/150 Euro demek. Yolculuğa çıkacak bir kişinin Türkiye'ye bırakacağı para 3000 Euro. Bu, turizm amaçlı gelen kişinin bıraktığının ortalama dört katı bir paraymış. Bunu beldelerde belki de Türkiyeli on kişiden duyduk. Hep bu konuşuluyor. İzmir, Bodrum esnafı memnun; yolcular yola çıkmak için buradan geçmeye çalıştıkça; İzmir, Bodrum turizmi patlıyor zira?! Türlü türlü dümen, girdi-çıktı, eurolar-dolarlar dolaşıyor… Tüm bu boş lafların arasında ikiyüzlülüğümüz asılı duruyor. Zihinlerine üst üste hikaye yığmış Basmane esnafı, Basmane'ye “dünkü kişinin bugün burada olmadığı ve bugün olmayanın yarın olacağı, geçişlerle dolu bir yer,” diyor. Bu, daha ne kadar sürer?
Not: Bu yazıyı bitirdikten hemen sonra, geçişleri sırasında onları uğurladığımız Afgan aileden haber geldi. Geçmişler Yunanistan'a. Her geçiş içimize kısa süreli de olsa su serpiyor. (ÖS/HK)