"Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir” der Adorno. Ülkelerine el konulanları, itiraz edenleri, sürgünleri ve gerçeğin tanıklarının marjinalleştirilmesini, kendi ülkelerine yabancılaştırılanları ve entelektüelleri yazar Said "Entelektüel: sürgün, marjinal, yabancı"da. Ve, Adorno’nun dediği gibi mesele, yersiz yurtsuzlaştıranların ahlakını aşarak bir etik meselesine dönüşmüştür artık. Son Rusya ve Gürcistan çatışması da bu duruma iyi bir örnek…
Filistinli Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak 1935’te Kudüs’te doğan ve 2003 Eylül’ün de yaşamını yitiren Edward Said, günümüz dünyasını anlamak için yeniden okunması gereken çok değerli bir düşünürdür. Gençlik yıllarında Kahire’de eğitim alan ve daha sonra A.B.D.’ye göç eden Said, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne yaptığı düşünsel katkılarla bilinir ve uzun yıllar sürgündeki Filistin Ulusal Konseyi’nin üyesi olmuştur. Filistin’in kendi kaderini tayin hakkının savunan yazar, post kolonyal teorinin de kurucusudur. 1986’dan sonra amatör olarak müzikle ilgilenen Said’in “The Nation” dergisine yazdığı yazılar, “Musical Elaborations”da (1990) toplanmıştır.
Edward Said ilk olarak, FKÖ’nü terörizmle özdeşleştiren Batı basınını eleştiren yazılarıyla dikkat çeker. New York’taki Columbia Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörlüğü yapan Said, edebiyat eleştirisi ve edebiyat kuramı üzerine de çok sayıda makale yazar. En bilenen eseri olan “Oryantalizm” de (1978) halen yoğun bir şekilde tartışılan Doğu-Batı karşıtlığını mesele edinerek bu karşıtlığa karşı çıkar.
Özellikle Michel Foucault’nun iktidar kuramından yola çıkarak, Batı’nın Doğu’yu tanımlayarak ele geçirme süreci olduğunu öne sürdüğü ‘bilgi’ edinme sürecini şiddetle eleştirir. Batı edebiyatının kült eserlerini inceleyerek şiirsel, keskin ve ağır bir emperyalizm eleştirisi yaptığı “Kültür ve Emperyalizm” (1994) adlı eseriyle de büyük bir başarı elde eder.
Dünyayı değiştiren “metin”
Gramsci’nin ve Lukac’ın tarihselliğinden, Foucault’nun arkeolojisinden, Fanon’un anti emperyalizminden, Auerbach, Spitzer ve Curtius’un temsil ettiği hümanist filoloji geleneğinden, Marx’ın radikalizminden ve Jonathan Swift’in tartışmacı üslubu ile Yeni Eleştiri okulunun keskin eleştirmeni R.P.Blackmur’dan etkilenen Said, laik ve dünyevi adını verdiği eleştiri kuramıyla düşünce dünyasına damgasını vurdu. Metinleri, kendi içlerine dönük birer küçük dünya olarak değil; bu dünyada gerçekleşen ve ona müdahale eden olaylar olarak tanımlar.
Güç ilişkilerine karşı savunduğu radikal sol tavrın, A.B.D’de kendini Marksist olarak tanımlayan ancak salt bir akademik tavırla bunu belirten akademisyenlerden farklı olduğunu, “harekete” olan inancıyla savunur. Politik olanın, marjinal olmanın ötesine geçemeyen akademik bağlılıklardan değil; bugünün dünyasının iktidar ilişkilerine keskin bir tavır almış “hareketlerden” çıkacağına inanır.
Entelektüel’in ‘tanıklığı’ ve savaş
1948 yılında Bertrand Russell’ın başlattığı ve BBC’de verilen Reith Konferanslar’ını 2003 yılının Haziran ayında veren Edward Said’in 30’ar dakikalık sunumlarının bir araya getirilmiş hali olan Entelektüel: sürgün, marjinal, yabancı altı bölümden oluşur. Said, entelektüeli, ülkesinden çıkarılan bir sürgün/yabancı, marjinal ve amatör olarak iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan biri olarak tanımlar. Son yıllarda çok rağbet gördüğü için eleştirdiği Fukuyama’nın “tarihin sonu” ve “uygarlıların çatışması” gibi tezlere şiddetle karşı çıkarak akıl almaz bulur. Entelektüelin yabancılığını vurgulamak için medya, hükümetler, büyük şirketler gibi otoriteler karşısındaki bir şeyleri değiştirme çaresizliğini belirtir. Entelektüelin bu “yabancılık” halini; bu otoritelere bilerek ait olmama, dolaysız bir değişim yaratamama ve bazen kimsenin farkına varmadığı bir dehşete şahadet eden bir tanık rolüne mahkum olma olarak ifade eder.
"Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir"
Bu dehşet tanıklığını üstlenen entelektüelin, koruyacak hiçbir makamı ve işgal edecek toprağı olmadığını öne süren Said için entelektüel sonsuz bir yalnızlık içindedir. Ancak bu sürüye uyması anlamına gelmediği için entelektüel “iktidara hakikati söylemekle” yükümlüdür. Bu bağlamda, 2008’in Ağustos ayının başında gerçekleşen Rusya ve Gürcistan çatışmasında entelektüele düşen görev; Said’in entelektüel: sürgün, marjinal, yabancı’da yaptığı tanımlamayı hatırlayarak, bu kitabı yeniden patlak verecek bir A.B.D. patentli küresel kriz eşiği öncesi farklı değerlendirmektir. Said’in bu kitapta bahsettiği ve Avrupa merkezciliğin zayıfladığını anlattığı ikinci bölüm, II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük sömürgeci imparatorlukların çözülmesini ve Avrupa Aydınlanması’nın karanlık bölgeler dediği yerlerdeki gücünün zayıflatmasını anlatır. Ancak son Gürcistan-Rusya çatışmasında arabuluculuk rolünü üstlenen AB’nin, perde arkasındaki A.B.D. ile birlikte Gürcistan’daki kendi yurttaşlarını tahliye etmesi aslında “geride kalanın” yine Batı olmadığını gösterir. Çünkü mesele artık, yersiz yurtsuzlaştıranların ahlâk/sızlığını aşarak; bir etik meselesine dönüşmüştür.
Artık entelektüelin görevi ve zorunluluğu; her zaman ki gibi perde arkasında olan A.B.D’nin son “büyüklük” krizlerinin bir tezahürü olarak ortaya çıkan kısa süreli Rusya-Gürcistan çatışmasının ardında ki insani ahlaksızlığa tanıklık etmek ve Adorno’nun “Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir” cümlesindeki gibi hem küresel hem yerel anlamda bir evin kalmadığını acilen fark etmektir. “Büyük Efendi”nin oturduğu yerden arka bahçesine müdahale etmesi ve yakın bölge komiseri AB’yi aracı kılması ise; meselenin insanlık adına etik bir duruma dönüştüğünün bir göstergesidir. Evet görünürde aktörler ve mesele başka: söz konusu, Gürcistan ve Rusya’nın Osetya’yı işgali ama apaçık olan görünenin hemen ardında, çok da içerde ve içre olmayan durum insanlığın ihlali. Aniden patlak veren yerel krizler, bugünlerde acilen bir Edward Said okumasını gerektiriyor. Hem de küresel eleştirel yaklaşımlarıyla birlikte... (YK/NZ)