1992, 1991 doğumlular en önde, geriye doğru seksenliler, yetmişliler... 1966, 1965'liler... Hepsi de yirmilerinde, yirmibirlerinde... Tam da oğlunun mezar taşını okşarken annenin dediği gibi "bakkala gittiğinde kendine eti puf'' alacak yaştaydılar, öyle kaldılar; hep genç!
Neredeyse 600 mezar...
Burası Edirnekapı Şehitliği, bir anne mezarı sularken, bir baba dik dursun diye kurdeleyle bağladığı çiçekleri kontrol ediyor, kuzen biraz ileride süngerle mezar taşlarını köpüklüyor; çiçekleri de yeni ekmiş.
Edirne'den Hakkari'ye, Samsun'dan Antalya'ya Türkiye'nin dört bir yanında artık mezarlıkların kimi büyük kimi küçük ama mutlaka bir şehitlik bölümü var.
Edirnekapı'da üzerlerindeki bayraklarla ve tespihlerle birbirinin aynısı gibi duran mezarlar minik detaylarla birbirinden ayrılıyor; bir atkı, bileklik, kolye. Belki de ölenin hayatında en heyecan duyduğu şeyi simgeleyen o detaylar mezarların soğuk benzerliğini parçalıyor.
Bir de mezar taşlarına yazılan genelde "şehitlik" ve "vatan"ı kutsayan bazısı ise sadece "ölüm"ün gerçekliğini anlatan şiirler.
İmza Şehit Tamer: "Cumhuriyet adım, hürriyet canımdır, Türkiyem namusum, silahım kanımdır, allahım şahidim, sözlerim andımdır, şehitlik askere en büyük makamdır."
Bir diğerinde Nazım Hikmet'ten bir dize: "Toprak sıcak ve güzeldir. Ve toprağın en güzel yerlerinden biri memleketimdir benim."
İmza El Emin (peygamber): "Her şey gibi ömür de bitecek, sönecek tüm alemin ışıkları. Kalırsa yalnızca dostluk kalacak bir de soğuk yüzlü mezar taşları."
Günlerden çarşambaydı, bu satırlar yazılırken dahi iki asker öldü; bir gece önce ise yedi asker Dersim'de. Bir hafta önce Bingöl'de 10, iki hafta önce bir 10 daha Şırnak'ta...
Arada kaza sonucu yanan 25 asker, ikişer üçer ölenler artık satır aralarında kalıyor. Hikayesi olanlar öne çıkıyor; üç gün önce evlenen, bebeği olan, üniversiteyi kazanan...
Ağlayan anneler, dik duran babalar fotoğraflar hep birbirinin benzeri. Orduevlerine sokulmayan başörtülü kadınlar generallerle yan yana düşüyor cenaze törenlerinde.
Anne: Beni kindar biri yaptılar
Farklı dört aileden isimleri saklı bir anne, iki baba, bir kadın kuzen vardı mezar taşlarının başında...
Anne oğlunu dört, babalardan biri 12, öteki bir, kuzen ise dört yıl önce kaybetmiş... Yasları dün gibi taze; annelerden biri haftada iki gün, babalardan biri her gün Edirnekapı'da.
Her çeşit, rengarenk çiçek sulanıyor, mezarlar yıkanıyor, kimi daha çok Kuran okuyor, kimi oğluyla konuşuyor uzun uzun ya da sadece mezar taşlarını okşuyor.
Anne, "Beni insanlardan nefret eden kindar biri yaptılar" diyor. O kadar ki oğlu öldüğünde kaç yıllık Kürt komşularının baş sağlığına gelmesini kabul etmemiş; bir kısmıyla da küs ayrılıp taşınmış.
Mezardaki bayrağı oğlunu okşar gibi okşuyor; "İçimdeki ateşi ne yapsalar söndüremezler, oğlum geri gelmeyecek."
Baba: Niye şimdi "onlar" diyoruz?
Baba, annenin öfkesine biraz da çekinerek karşılık veriyor: "Kin nefretle olmaz. Bin yıldır birlikte yaşamadık mı? Onlarla kız alıp vermedik mi, akraba, komşu, arkadaş olmadık mı? Ama bak şimdi 'onlar' diyoruz; niye?"
Kuzen lafı hiç dolandırmadan öfkeyle konuşuyor: "Biraz dönüp kendimizi bakmamız lazım, yok dış güçlermiş, yok bilmem neymiş. Bu kadar basit değil. Yıllar boyu o insanları yalnız bıraktık. Ne olacaktı ki?"
Anne, "Vatan benim canım, iç savaş çıksın terk etmem ülkemi ama oğlum öldüğünde 'vatan sağ olsun demeyeceğim o cümleyi kullanmayacağım' dedim" diyor ve ekliyor: "Sorumlular belli; meclistekiler, ne yapıyorlar orada?"
Arkalardaki 90'larda ölen asker mezarlarını gösteren baba, "Bu mezarlıkta ne hükümetler kurup ne hükümetler yıkıyorlar. Yeri burası değil. Burası sadece 'ibretlik' bir yer olabilir" diyor.
"Kimse şu hükümet, bu hükümet suçlu demesin. Her dönem kendine göre suçlu. Bundan sonra ne yapılır ona bakmak lazım."
Kuzen: Siyasetçilere değil, halka güveniyorum
Oğlunun madalyasını 12 senedir boynundan çıkartmayan diğer babaya göre ise her şeyin sorumlusu "Başbakan Tayyip Erdoğan", her şeyin nedeni ise Atatürk'ün ölmesi. Şehit ailelerine yazın "bahşedilen" yaz tatiline hiç gitmemiş; "Benim oğlum gitmiş, bana bedava yaz tatili verecekler öyle mi?"
Kuzenin siyasetçilerden hiç umudu kalmamış, "Ben bir-iki siyasetçiye değil, halka güveniyorum" diyor.
"Batı Doğu'yu yok saymış. Yılların birikimi kökleşmiş. Kimse bana o çocukların durup dururken dağa çıktığına inandıramaz. Kim bilir ne yaşayıp ne hissediyorlar ki dağa çıkıyorlar."
Anne AKP'ye oy verdiğini söylüyor ama Habur meselesine o kadar sinirlenmiş ki cumhurbaşkanına mektup bile yazmış: "Oğlumun ölümünü hatırlatacak hiçbir şeyi, hiç kimseyi görmeye yüreğim dayanmıyor."
Babanın Batmanlı arkadaşları var; onlardan öğrenmiş Kürt halkının devlete ne kadar güvenmediğini, "Halk devlete küsmüş, o küslük kalkmalı" diyor. Ancak kendi şahit olduğu bir anı unutamıyor; bu yıl izin verilmeyen Newroz'da polisle çatışma halindeki bir grupla karşılaşmış; bilerek aralarına karışmış. "İlk defa gözlerine o kadar yakından baktım ve büyük bir kin gördüm; işte o an umutlarım kırıldı."
Baba yine de umudunu yitirmemiş; "Bu işi çözerse arkasına bu kadar güç almış Başbakan çözer" diyor.
Anne: Madem barışabiliyorlardı; neden 30 sene beklediler?
Kuzen ise örgüt liderlerinin affedilmesine dayanamayacağını ancak her ne sebeple olursa olsun dağa çıkmış gençlerin affedilerek normal hayata dönmesini istiyor.
Anne "barış" denince irkiliyor. "Soğuk mezar taşını öpmeyen kimse uzaktan ahkam kesmesin" diyor.
"Tabii ki savaş bitsin istiyoruz; kim istemez ki Ama madem barış gelebiliyordu o zaman niye 30 sene beklediler. En baştan barışsalardı; bu çocuklar niye öldü o zaman?"
Kuzen "Yeğenimi askere göndermeyeceğim" diyor ve öfkeyle ekliyor: "Sen hiç yalıdan çıkan bir cenaze gördün mü? Hepsi yoksul çocuklar. Gerekirse 10 yıl kaçak saklarım yeğenimi ama göndermem."
Sonra söylediklerine kendi de şaşırmışçasına "Benim gibi ordusuna güvenen milliyetçi bir insanı ne hale getirdiler. Bu kadar kan ne içinmiş ki; boşa..." diyor.
Son 30 yılda yaklaşık 12 bin güvenlik görevlisi, 30 bin gerilla, faili meçhuller ve sivillerle birlikte neredeyse 50 bin insan hayatını kaybetti. Babanın dediği gibi artık bir sünger çekilip nokta konması gerekmiyor mu? Yoksa en öndeki sıralara 1993 ve 1994 doğumluları da eklemeye devam mı edeceğiz? (NV)