“Aşı”, daha ilk sayfasından kodlarla yazılmadığını belli ediyor. Çünkü bir müphemlik, bir bilinmezlikle başlıyor. Böylesi bir gize yalnızca hayat karşısında kendisini feragat etmiş kişiler ulaşabilir. Ortaklıklara girmeyen kişiler. Ki bu ortaklıklar, edebiyatın dört başı mamur kurallarını da içeriyor. Ebru Ojen’in sanki böyle şeylerden hiç haberi yok. Bir kartalınki kadar uzun bir süzülüş onunkisi. Yere inmeden geçip gidiyor. Fakat bir o kadar da net görüyor. “Aşı”, bu net görüşün tumturaklı bir alegorisi.
Devletin türlü kimlik politikalarının büyük ölçekte fantastik bir kurgusu olarak başlıyor kitap. Bazid isimli bir Doğu köyü, zaten yıllardır bir lanet gibi taşıdıkları bu asimilasyon politikalarının en sonuncusu aşıyı duyduklarında, toplu bir paranoyayı çağırıyor. Tüm köy, aşının bir tür kısırlaştırma projesi olduğunu düşünüyor ve geliştirdikleri haklı korku, ta içlerindeki bir şeyi kıpırdatıyor:
Bazidlilerin cinsel organları birer canavara dönüşmeye başlıyor. Ne söylemek istediği çok belli bu soyutlama, yazarın politik tutumunu tamamen bireyci ve elle tutulamaz bir enerjiyle baştan sona sarıyor*. Kendi haklılığını bile bir tür yabancılaştırma/yaratıklaştırma hikayesi üzerinden yansıtmayı tercih eden Ojen, politikadan önce, tehlike gelir, diyor. İşte kartal tam bu anda başımızın üzerinde kanat geriyor. Cinsel organlar, kişinin kendi bedenini her türlü kimlik kavgası yüzünden unuttuğu bu düzleme bir tepki olarak canavarlaştıkça, kitabın bir başkasının elinde fazlaca net ve belki de sığ kalacak mesajı, Ojen tarafından “bir yıkım örgütsüzlüğü”nün heyecanına bırakılıyor. Kitabın giriş bölümü sayabileceğimiz ilk yirmi sayfası, tek nefeste ve herkesin kendi içselliğinde anlayabileceği kadar özgürlükçü bir tavrın hevesiyle bu alegorinin temel insanı niteliklerini özetliyor.
Ebru Ojen’in belli ki büyük bir yalnızlık içerisinde keskinleştirdiği bu politik tutumunun nesnesiyse, kitabın başkarakteri (ya da yazarın yazıdaki yüzü) Sisê oluyor. Sisê, canavarıyla birlikte uyanıyor. Hayatın her anından bir anlam çıkarmaya çalışan fakat yine de sadece saçma ile boğuşup durmuş olan Sisê, Sisifos misali yükünü ta çocukluktan beri taşıyor. Kitabın ikinci bölümünde başlayacak yan-öykülerin birinde, faşist bir devlet okulunda “mavi gözlü”nün heykeli ve heykelin önüne bırakılmış bir bok yığını, Sisê’nin yüce dayatmalar ve düşkün çaresizlikler arasında gidip gelen ikilemini özetliyor. Devlet tarafından sürekli oradan oraya sürülen babası gibi soru sormaya meraklı Sisê, bu ikilemden ancak canavarı gibi bir keskinlikle silkinebiliyor. Bazid halkının bacak arasında beliren canavarlar, aslında bu halkın (ve Sisê’nin) iletişim antenleri oluveriyorlar. Romanda canavar, bir dışarı çıkışı, kendini dışarı çıkarmayı, -canavarınla da olsa- dışarıya, toplum hayatına dahil olabilmeyi ifade ediyor. Sisê, canavarını sevmeye başlıyor.
İlk başta büyük bir korkuyla karşılanan canavarlar, bir süre sonra Bazid halkının direnişinin silahı, siperi, nedeni oluyor. Kişinin bedeninden sarkan bu canavarların en önemli niteliğiyle, toplumsallaşma ile kişisellik arasında bir kalkan gibi, bir sınır gibi belirivermesi. Ebru Ojen, politik bir yazar olarak farklılığını ve gücünü bu ince sınırı çizebilmesi ve de kendini ve eserini bu sınırdan içeri tutabilmesiyle kazanıyor. Kodları reddetmiş yazar, aşınmaktan kurtuluyor. Bayağılık ya da haklı/haksız her türlü aidiyet, Ojen’den uzak. Ve bir sloganın peşinden gidemeyecek kadar da ıssız. Keza karakterleri de tıpkı Ojen gibi davranıyor. Bir romancı için kişiliğinin damgasını görünür kılmak bir başarıdır. Bu bir ilk roman için, büyük başarıdır. Bazid halkı, isyanın fitilini ateşliyor. Fakat bu isyanda herkes kendi yıkımının peşinden gidiyor. Canavar ve kişi, tekil bir öznellik/özgürlük talebi için savaşıyor. Bu tekillikleri bir arada tutup politikleştiren ise bizzat toprağa, bir arada yaşamaya ve ananın babanın hatırasına olan inançtan geliyor. Devlet sistemi, en büyük tehdidiyle karşılaşıyor.
Kitabın dilsel serüvenini de yine Sisê belirliyor. Sisê, tüm bu kendilik savaşında en çok Tanrı’yla konuşuyor. Tanrı, bazen yücenin, bazen saçmanın yansıması. Bir üst anlatıcı Tanrı, Sisê’nin ve yazarın üst dili. Keza bazı yerlerde anlatıcı ortadan kayboluyor ve kutsal bir döküm başlıyor. Kitabın, Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölümü”nü hatırlatan bir nefeste, soluk soluğa ilerleyen fantastik dili kendini en çok bu Tanrı dökümlerinde buluyor. Sisê’nin Tanrı’ya nasıl ulaştığıysa, başlı başına bir dil problemi olarak beliriliyor.
Ebru Ojen, Türkçeyi Kürtçe ile birlikte öğrenmiş, iki dili birbirine karıştırarak ve de eksilterek kullanmış bir yazar. Kırık bir dil onunkisi. Kimi cümleler inanılmayacak derecede Türkçeden uzak. Bu uzaklık, bir deney olarak ya da yazarın kimliğinin yansıması olarak metal soğukluğunda parlıyor ve göz alıyor. Romanın özellikle geniş zamanlı kısımlarında bu kırık dil, metne bir tür davudilik yüklüyor. Yontulmamış bir ses. Tıpkı Tanrı’nın sesi gibi, irkilten. Kırıl dil, kırılma, aklın yer değiştirmesi. Ojen, diller arasındaki boşluğa ilahi bir anlam yüklüyor. Sisê’nin zaten hep bir kusur aradığı Tanrı’nın dildeki yansıması, kusurlu bir dil olmayacak da, ne olacak? Peki ya, yaratılmak neydi? Yaratılmak, bir hastalığın eşiğine gelmek demekti. Öyleyse kim canavarlarıyla Sisê’nin ve tüm Bazid halkının ilk doğumun pürlüğüne, gücüne gelmediğini söyleyebilir?
“Aşı”, bir ilk kitap olduğunu, Sisê’nin bir özgürlük arayışı için Batı’ya gitmek istemesiyle bize hatırlatıyor. Narsist bir politik kimlik olan Ebru Ojen, kendi buluşu olan alegoriyi daha geniş bir perspektife taşımak istediğinde bir nebze de olsa, bocalıyor. Çünkü bu geniş perspektifin istediği kodlar/bilgiler/kıvraklıklar, Ebru Ojen’de mevcut değil. İyi ki değil, yoksa biz böyle ilginç bir metin okuyamazdık. Yine de, her eksiğin bir diyeti varsa, Ojen’inki de bu geniş perspektifte bakış açısını bulandırması oluyor. Kitapta beliren kimi ara öyküler, Batı’ya geçişin kontrolsüz nedensizliği, birbirinin ayağına takılan hızda cümleler kitabın korkunç güzellikteki geometrisini tehdit edemese de aksatıyor. Fakat ben bu aksaklıkları, bir tür başarı olarak görüyorum. Tekillik, bütünlüklü bir şeyse, Ojen’in bize eksiklerini göstermesi başlı başına bir samimiyettir, gerçekliktir. İşbu bir yerden öyle bir cümle çıkıveriyor ki, sıralanan bu ufak aksaklıkların hepsi yok olup gidiyor; Ojen’in sarhoş dili her şeyi affettiriyor. Kitabın en belirgin teması yıkım gibi belki de, o büyük cümlelerin kurulabilmesi için bir şeylerin yerinden sarsılması, çatlaması, çatırdaması gerekiyor.
Bazı yazarların serüveni önemlidir. Ebru Ojen, bir serüven vaat ediyor. Ne bu serüven için hazırlanmış, ne de başına geleceklere dair en ufak bir fikri var. Öylece bir belirsizlikten süzülüp, bir patlama oluyor.
Ebru Ojen, edebiyatımıza yeni bir “Füruzan Olayı” gibi düşüveriyor. (FD/EKN)
* Kişisel bir not: Bu yazı, politik tutumuna hayran kaldığım yeni bir yazarın bende yarattığı heyecanla yazıldı. Ebru Ojen’i, “Kürdistan’da Bir Cumhuriyet Balosu”na davet ediyorum!