Haruki Murakami, bugün çağdaş dünya edebiyatının önemli isimlerinden biridir. Eserleri çeşitli dillere çevriliyor, geniş kitlelere ulaşıyor, hakkında çeşitli eleştiriler kaleme alınıyor. Üstelik pek çok yazar şöhrete kavuştuktan sonra yazdığı eserin edebi niteliğinde düşüş görülebiliyorken, Murakami, -belki de popüler kültüre sırtını döndüğü ve edebiyat dünyasına fiziksel olarak uzak durduğu için- rafine çizgisini sürdürüyor.
Murakami’nin “Mesleğim Yazarlık” isimli anlatı kitabı geçen aylarda Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Murakami, bu kitabında, yazar olmanın inceliklerini ve zorluklarını meslek hayatından çeşitli hikayelerle taçlandırarak anlatıyor.
Hayatında en az bir metin için kalem oynatmış herkes bilir ki, yazarlık, yalnız başına yapılan bir uğraştır. Kişi, yazısını ister vapurda ya da sokakta, ister sırça köşkünde kaleme alsın, fark etmez; yazarken bir başına, yazısıyla baş başadır, yazarken dünyanın en asosyal insanıdır.
Zira yazmak demek, hikayelerden mürekkep bir dünya inşa etmektir. O dünyayı inşa etmek için de kişinin önce belleğinin kuyularındaderin kazılar yapması, oradan çıkanları yapısının harcına katması gerekir. Malum kolay değildir kalemle kuyu kazmak. Gün be gün, bazen yıl be yıl çalışmak, didinmek gerekir. Yorar, acıtır, yıpratır kimi zaman.
Murakami, işte yazmanın insanı bir yönüyle yalnızlaştırmasının, yazarları çoğunlukla bencil, egolu, biraz da kıskanç yaptığından, dolayısıyla iki yazarın çok yakın arkadaş olamayacağından bahsederek başlıyor anlatısına. Savını desteklemek için ise 1922 yılında Paris’te bir akşam yemeğinde bir araya geldikleri halde birbirleriyle tek laf etmeye tenezzül etmeyen Joyce ve Proust’u örnek veriyor. Üstelik bu durumun onlara özgü olmadığını, edebiyat dünyasında yazarların çoğunlukla birbirlerini görmezden gelebildiğini söylüyor.
Buna rağmen, Murakami’ye göre, diğer sanat dallarında eser veren taifeye kıyasla, roman yazarları, ilk romanını yazanlara karşı daha kalender ve şefkatli davranır. Biraz da bu sebepten edebiyat dünyasına girmek diğer sanatların aksine oldukça kolay, kişinin bir roman yazması, hatta şanslıysa yazdığı romanla dikkatleri üzerine çekmesi pek muhtemeldir.
Bunun için büyük yeteneğe ihtiyacı yoktur. Ne var ki, zor olan istikrarlı ve düzenli bir şekilde eser ortaya koymak, bu dünyanın daimi sekenesi olmaktır. Bunun için, yani roman yazarı olarak hayatını idame ettirmek için, kişinin, onu diğer sıradan insanlardan ayıran, “özel şeylere” gereksinimi vardır. Özel bir yeteneğin yanı sıra, bu işi sabırla ve inançla sürdürecek güçlü bir ruha mesela. Kişi yalnızca o vakit, edebiyat dünyasında kalıcı olmak, gerçek bir yazar olmak gibi meşakkatli bir işi kotarabilir.
Murakami yazarlığın zekice bir yanı olmadığını, düşük viteste yapılan, aslında bir yanıyla sıkıcı bir iş olduğunu da belirtiyor. Onun nazarında bu iş, bir cımbız yardımıyla küçük bir şişenin içine minyatür gemi yapmak için koca bir yıl vakfetmek gibidir. İncelik ve sabır isteyen, günlerce, hatta aylarca sürmesine kavi bir tahammül gerektiren, kimi zaman acı veren bir iş… Nitekim zeki insanlar böyle bir işe kalkışmayacaklardır, her ne kadar parlak bir zekaya sahip olan yazarlar olsa da…
Murakami, kitabının ilerleyen sayfalarında yazar olma serüveninden de uzun uzadıya bahsediyor. Okulu bitirdikten sonra bir barda piyano çalarak geçimini sağladığından, uzun müddet parasızlıkla baş etmek zorunda kaldığından, karşılaştığı zorlukların ve birtakım çetrefil durumların onun birikim imbiğini doldurduğundan, hayata karşı daha sert yaptığından, onu adeta yoğurup dönüştürdüğünden de söz ediyor keza.
Rüzgarın Şarkısını Dinle
Murakami’ye yazma dürtüsü ise ilk defa otuzlu yaşlarının başında gittiği bir beysbol maçında gelmiştir. O bunu, adeta gökten zembille indirilmiş gibi içine çöreklenen tuhaf ve mucizevi bir olay olarak tarif ediyor. Nitekim maçtan sonra kırtasiyeden kağıt ve dolmakalem almış, mutfak masasında ilk romanını, Rüzgarın Şarkısını Dinle’yi yazmaya başladı.
Üstelik ilk romanını yazmasının üzerinden nice yıllar ve romanlar geçmiş olmasına rağmen, ne vakit yazının başına otursa o ilk günkü heyecanını, amatör ruhu hala hisseder. Ne edebiyat ödülleri, ne okur niceliği; onu yazıya bağlayan yazmanın güzelliğinden başka bir şey değildir. Her sabah uyanır uyanmaz kahvesini içerek başladığı yazma ritüelini mutlulukla, yazıya bağlılıkla sürdürür.
Murakami’nin anlatısında yazar olmanın inceliklerine dair dikkat çektiği diğer bir konu da özgün olma meselesidir. Özgünlük, ona göre, yazarın kendini yazarken özgür hissedebilmesiyle olanaklıdır. Kendisinin özgün olmasının arkasında, bilhassa ilk romanını yazarken gönlünde başarılı olmaya dair en ufak bir hırsın veya aklında romanın nasıl yazılacağına dair bir kalıbın bulunmaması yatmaktadır.
"Mesleğim Yazarlık"ta, roman yazmak için birtakım gereklilikleri sıralandığı, yazar adaylarına tavsiye niteliğinde değerlendirilecek kısımlar da var. Keza Murakami’ye göre bilhassa gençlikte, kişinin çok sayıda anlatıya vakıf olması için çok sayıda kitabı, hatta aralarında edebi açıdan değersiz sayılabilecekleri bile okuması önemlidir. Onun üzerinde durduğu diğer bir husus ise anlatıyı inşa etmeden önce olabildiğince çok ayrıntıyı gözlemleme ve kişinin çevresinde olup biten hakkında kat’i bir hüküm vermeden önce derin bir tefekküre girme alışkanlığı edinilmesi gerektiğidir. Zira roman yazarı olabildiğince ayrıntıyı tıpkı bir koleksiyoner gibi belleğinde toplamalıdır.
Murakami "Mesleğim Yazarlık"ta hiçbir vakit yazar olma hayalinin olmadığını, çok fazla çaba sarf etmeden edebiyatta kadem aldığını yer yer belirtse de, satır aralarından okura bu büyük yazarın edebiyata adanmışlığı ve duyduğu aşk, hemen sirayet ediyor. Ve o başarısının tesadüf olduğunu ima etse de, onun başarısının, yazının dışında her şeyi tali gören bu edebiyata bu adanmışlık ve aşka borçlu olduğunu anlıyoruz. Mesleğim Yazarlık Murakami okurları için, yazarı tanıyacakları, iç dünyasını, yazma alışkanlıklarını, yazarlık serüvenini öğrenebilecekleri otobiyografik bir metin örneği sunuyor. (MK/EMK)