Bir Türkiyeli olarak tarihimizde Ermeni Soykırımı'nın yaşandığını nasıl öğrendiğimi, bu yüzleşmenin hayatımı nasıl etkilendiğinianlatmam istendiğinde durakladım. Nasıl etkilediğini, ne çok şeyin değiştiğini biliyor, yaşıyor olmama rağmen nasıl öğrendiğimi hatırlamıyordum. Sahiden nasıl öğrenmiştim? Bu soru benim için Kürt, Alevi, Rum... bu topraklarda canına, yaşamına, varlığına kast edilen herkes için geçerliydi. Yakın bir zamanda Kürt-Alevi bir topluluk içerisinde sorulmuştu, ne olmuştu da ben "böyle" olmuştum? Çünkü nüfus cüzdanımda yazanlara göre Türk-Müslüman idim. Muhteşem(!) bileşimde tek eksiğim erkek olmamaktı. Peki, doğar doğmaz bunlarla imzaladığımız var sayılan sözleşmeden imzamı nasıl ve ne zaman çekmiştim?
Bir haftadır çocukluğumun şenlikli şenliksiz bütün kuyularına kovalar daldırıp çıkarıyorum. Biriktirdiklerimi bu yazıda uç uca eklemeye çalışcağım. Şunu baştan söylemeliyim ki en erken öğrendiğim, anladığım anlatılanlar ve gösterilenlere karşı ksık gözler, dudakta tutulan parmaktan kısacası şüphe'den hiç vazgeçmemem gerektiği. Çocuk aklımın ipini bırakmayı sevmediğim için belki hep şaşırdığım, 1915 "felaket"i ve bu topraklardaki bütün "felaket"lerden herkesin kendini nasıl uzak tuttuğu, sıyırdığı bunlara karşı sorumlu ve borçlu hissetmediği. Bu, ya örtülü örtüsüz ırkçılık ya da iflah olmaz bir aymazlık.
Kuyularımdan çektiklerim / 1. Kova:
Benim hiç Kürt, Rum, Ermeni komşum, arkadaşım olmadı! Hepimiz malum kıvırcıktık. Biraz biraz da Lazlar vardı. Hep çabuk büyümek isteyen bir çocuktum. Küçük Kara Balık'la içime kaçan sözcük cinleri sağ olsunlar, isteğimi geri çevirmiyorlardı. Yaşar Kemal, Sait Faik okuyordum. Cinler beni çarpıyordu. Şahaneydi. İsimleri "bilmediğim dillerde" kişilerle tanışıyordum. Sadece öykülerde, romanlarda geçmiyordu bu isimler. Edip Cansever, of, ne zordu, ama nasıl deli ediyordu beni, fır fır döndürüyordu dilimi.
Ama neredeydi bu kişiler? Okulların çivit mavi ya da gıpgri kapılarından girerek hayatın ve dünyanın dışına atıldığımız zamanlardan geçiyorduk. Boyaları döküleyazmış duvarlara asılmış bölgeler ve iller, siyasî, coğrafî haritalarda; tarih ve mevsim şeritlerinde; hayat bilgisi, türkçe, tarih, coğrafya, edebiyat... kitaplarında onları görmüyordum. Işıl annesiyle yemek pişirirken Ahmet babasıyla televizyon izliyordu oralarda. 80'lerden 90'lara gelmiştik. Denize döktüğümüz Yunan'dan, bastırdığımız Kürt isyanlarından, ülke dışına gönderdiğimiz Ermenilerden söz eden bir tarih öğretmenim olmuştu. Heybetli, Hulisi Kentmen bıyıklı biriydi. Bir dizini masanın üzerine yerleştirir, avuçlarını masaya bastırır, yüzü kızararak, boynundaki damarları şişip inerek konuşurdu. Anlattıkları, hiç de vay be, neymişiz biz Ali Desidero! duygusu uyandırmıyordu. "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaş kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz" sözünü her sınavda mutlaka sorardı. Pek iyi değildim dersinde, ezberlemeyi reddediyordum.
Çok sıkılıyordum. Bir gün, vatanı kimden koruyoruz ki döktük, bastırdık, gönderdiysek demiştim. Anlamadım, demişti başıyla kaşlarını aynı anda kaldırıp. Eyvah'ımı içime atmış, yani düşman kim? Soruvermiştim. Anlatma pozisyonunu almış, herkes demişti. Türk olmayan herkes düşman. Denize döktüklerimiz, isyanını bastırdıklarımız, gönderdiklerimiz. Hepsi.
Bi tuhaflık vardı. Çocukluğumdan beri okuduğum öyküler, romanlar, şiirler sanki başka şeyler söylüyordu. Bizim evin kütüphanesinde sol, sosyalist yazılı kitaplar, manifestolar gırla idi de içinde isimleri bilmediğim dillerde olan kişilerle ilgili kitap yoktu. Oysa Emma Movary'nin de Raskolnikov'un da isimleri bilmediğim dillerdeydi ama onlar vardı. Alp Er Tunga'nın ölüp ölmediği Yeni Lisan makalesinde savunulan maddeler, cümlenin öğeleri ile eylem çatıları arasında gidip geldiğimiz Edebiyat dersinin öğretmenine sormuştum o isimleri. Kimdi bu kişiler, nerede, ne zaman yaşamışlardı? Şimdi neredeydiler? Onlar Ermeni, Rum, Kürt falan filan demişti. Hani demiştim, denize döktüğümüz, gönderdiğimiz, bastırdığımız. Evet, demişti, gâvur denir onlara, vatanımızı müdafaa ettik ve kurtulduk onlardan. Emin misiniz, demiştim. Tarih oku kızım, lise bitiyor bilmiyorsun daha, demişti. Terslik onlarda mıydı, bende miydi? Çözememiştim. Neyse ki üniversite başka olacaktı! Pışık demiş cinlerim, duymamışım okulların hocanımlarına ve hocalarına öfkemden.
Türk Dili ve Edebiyatı okuyorsun burada, gâvurların ne yazdığını öğrenecek değilsin ya, başlayalım bakalım Ahmet Yesevi, Hoca Dehhani... kim ola Tomris Uyar'la Orhan Veli! Hele hele sormaktan bıkmadığım "gâvur"lar kim ki? Allahtan deftere yazdır, denkleştir, öde devriydi. Kitapçılardaki keşifler, film festivalleri karşısında bölümüm pek çaresizdi.
Kuyularımdan çektiklerim / 2. Kova:
Bulmuştum. Çocukken okuduğum kitaplardaki isimlerin hepsinin sanki bir araya toplandığı o kitabı bulmuştum işte: "Gâvur Mahallesi", Mıgirdiç Margosyan. Ayarlarımın nüfus cüzdanımda yazanlara göre yapılması mümkün değildi artık! Okullar, ders kitapları, hocalar kaybetmişti.
Sözleşmeleri geçersizliğiyle beraber 1990'lardan 2000'lere yolculuk günleri benim için başkaydı artık.
Ben tek başıma evde kalıyordum. Ama yurt baskınları dur durak bilmiyor, minibüsler durdurulup kimlik kontrolleri sonrası bazıları görünmez oluyor, kara kaşlı, kara gözlü, dimdik yürüyen arkadaşlarımız kuytuluklarda fısıl fısıl konuşuyorlardı. Zaman gazetesi ve Sızıntı dergisi ile Cumhuriyet gazetesi arasına sıkışmış, kurt başları çizilmiş mermer masaların soğukluğu her yanına sinmiş kantinden tez kurtulmam gerekiyordu. Burada bana hayat yoktu! Bu sefer sıkılmıyor, boğuluyordum.
Soluğu oralara uzak mekânlarda ve edebiyatta alıyordum. Şehrim hem mekân hem şiir konusunda cömertti. Bir şiir okumuştum. Önce ismine vurulmuştum. "Yapracığı Gören Balık". "Balık ki yaprağı görüp sarhoşladı / O ben'im işte (...) Yaprak ki düştü erik ağacından / O ben'im işte (...) Ağaç ki çiçekler arasında / O ben'im işte (...) O Çekirdek ki mutlu / O ben'im işte"* diyordu.
Şiire ve şaire düşkün, derdi günü şiir olan bir arkadaşım okumuştu bu şiiri. Kimin demişti Orhan Veli, Can Yücel, Oktay Rifat'larda gezmiştim ben. Israrcıydım. Değil, diyordu, değilse de onlarla akraba demiştim. Şairin ismi Zahrad'dı. Ermeni'ydi. Sevinçli bir şaşkınlık yaşamıştı. Akrabalık ısrarımda haklıydım. Kan bağına inanmıyordum ben akrabalıklarda, bu dil, kalp, göz bağı karşısında neydi ki? Ama, âh demiştim! Artık öğrenmeye başlamıştım. "Döktükbastırdıkgönderdik" toprakların kalbine diktikleri bir "âhlar ağacı" idi. Oradan biz geride kalanların payına en çok utanç düşüyordu.
Zahrad'ın "Gomidas" isimli şiirindeki "Selam var / Şarkılarında - kâinata selam var / Selam var hasat ezgilerimizden düğün ezgilerimizde/ Barışçıl insanlara selam var" dizelerinin peşi sıra sürüklenip Gomidas'ın ve nicelerinin hakikatine açılmıştım. Çocukluğumdan beri izini sürdüğüm isimleri "bilmediğim diller"de olan kişilerin hakikatleriydi.
Ve bunların hepsi ayrı ayrı bir felaket'ti.
Kuyulardan kovuklara, kovuklardan sokaklara
2000'ler. Hâlâ okullardaydım. Bu sefer öğretmen olarak. Tedirgin bir iştahla okuyor taş gibi bir utançla, suçluluk duygusuyla boğuşmaya çalışıyordum. Edebiyatın beni getirip bıraktığı hayat ve hakikat, hafıza ve utançtı. 1915 Ermeni Soykırımı bir Felaket'ti. Kanla, acıyla yoğrulu milli mutabakat cumhuriyetinin coğrafyanın halklarına kıymaktan hiçbir zaman çekinmediğini biliyordum. Müslüman değildim, dinle, tanrıyla ilişkimi keseli çok olmuştu; ilişki kurup kurmamayı pek düşünmediğim Türklük beni teslim alamamıştı. Her ikisiyle de sözleşmem yoktu. Olamazdı.
Peki ben bu bildiklerimle şimdi ne yapacaktım, yapmalıydım?
Siyasetin, tarihçilere havale etmelerin, tıpkı lisedeki tarih öğretmenim gibi boyun damarları şişe şişe televizyonlarda konuşan, kalemlerini kana batırıp köşelerde yazanların karşısında Hrant Dink'in sahiciliği ve samimiyeti nasıl sarıp sarmalıyordu o günlerde beni. Onu okudukça, dinledikçe ne yapmam, nasıl yapmam, öğrendiklerimle nasıl yaşamam ve baş etmem gerektiğini bulmaya başlamıştım.
İnsanlarla konuşur, sınıflara dahil ederken dilim yumuşamış, öfkem dinmiş, utancımın aceleciğinden sıyrılmıştım. Suçlu hissetmek, sorumluluk duymak ve utanmak önceleri beni öfkeli, sert ama en çok da aceleci yapmıştı. Bunlar tehlikeliydi. "Döktük, bastırdık, gönderdik", "gâvur"ları, "savaş zamanıydı ama..." diyenlerle diyalog kurmamı engelliyordu. Karşımda örtülü örtüsüz şiddetli bir Türklük, ırkçılık duvarına çarpıp düşüyordum. Neler olduğunu değil, daha çok bunları nasıl anlatmak, göstermek gerektiğini, sabrı ve sükuneti öğrenmeye başladığım Hrant Dink sevdiklerinden koparıldığı o gün coğrafyanın bütün acılarını acım, yaslarını yasım bilmiş onlarla sözleşmemi imzalamıştım.
Kırmızı Pazartesi'nin kaderini değiştirememiştim ama Felaket'in yüz yıllık bir yalnızlığa dönüşmemesi için uğraşabilirdim. Okuduklarımın ve sorularımın dilime sıkışıp kaldığı millî tarih, mill edebiyat'la geçen okul günlerinden sonra bir yanım hafifler bir yanıma taşlar yığılırken zulümlerin ve inkârların bu coğrafyanın halklarının kaderi olmaması edebiyattan siyasete, öğretmenlikten kadınlığa... sanırım en temel meselem. 1915 aklımın, kalbimin, dilimin kıpkırmızı çizgisi. Hep.
Nasıl olmasın?
Türkiye Cumhuriyeti Milli Mutabakat'ı yine dile geldi. "Deport" ile "misafir"i ve gizli özne olarak Ermeni'yi cümle içinde kullandı. 100 yıllık nefretini tekrar kustu. Hakikati, bir kez daha hadım etti. Bugün, 100 yıllık yalnızlık değilse de 100 yıllık yalan, inkâr hâlâ soluk alıp veriyor bu topraklarda. Ama bizler bu sefer daha kalabalığız. (MK/NV)
*İsmini pek sevdiğim bu şiiri seneler sonra alıntıladığım kitap, o ilk okuduğum değil. Bu, "Işığını Söndürme Sakın", Zahrad. Türkçeleştiren, Can Yücel. Adam Yayınları.