Ece Temelkuran'ın son dönem yazılarında sosyalizmle islamiyeti örtüştürme çabasına girdiği görülüyor. "Ben"in ancak "biz" içinde eriyince mutlu olduğunu, kalbin kendini feda etmek istediğini yazmış. Bu söylemin Kurani mesajlara denk düştüğünü söylüyormuş arkadaşları. Temelkuran, "fena halde sosyalizmdir o!" diyor. (Ece Temelkuran, "İslam mı? O dediğin, sosyalizmdir!", Milliyet, 15.1.2010)
Bizce "fena halde" yanılıyor.
Sosyalizm teslimiyet ve vazgeçiş üzerine kurulu olmadığı gibi sosyalistler de "feragat ehli" değil.
Sosyalizmi, yoksulluğun kutsanmasından, eşitlik söyleminden, özveri öykülerinden, kahramanlık menkıbelerinden ibaret sayan bir "şiirimsi vicdan edebiyatı" doğdu. Temelkuran da dahil bu akıma. Oysa sosyalizm, tüm bunları aşan bir şey: Tarihin bugüne dek gördüğü en büyük özgürlük projesi. Temelkuran Komünist Manifesto'yu okursa görecek ki orada bireyin öz benliğini toplum yararına terk edişi vaz'edilmiyor. Tersine, gelişiminin önündeki engelleri kaldırmak üzere toplumun bireyin önünden çekileceği öngörülüyor.
Sosyalist hareketin tarihinde -Kızıldere'den enternasyonal tugaylara- sayısız özveri ve adanmışlık hikâyesi var. Fakat onları haşhaşiyun tarikatının fedailerine eşitleyebilir miyiz? İşkenceyi, sürgünü, tecriti, ölümü göze almış -ve alacak olan- onca kadın ve erkek sosyalist, amacı gözden kaçıran bu yüzeysel "tefsir"i hiç de hak etmiyor.
Doğu-Batı kutuplaşması
Ece Temelkuran kafasına koymuş, hepimizi Ortadoğulu olduğumuza inandıracak. Geçtiğimiz ay yayımlanan ve önemli bir kısmı Beyrut'ta geçen romanı Muz Sesleri'nde, dünyayı tamamen modası geçmiş bir Doğu-Batı karşıtlığından okuyor. Duygusal gerekçeler dışında bir fikir de üretemiyor. "İçindeki Ortadoğuluyu göster bize" (s.105) , türünden akla ziyan cümleler kurmuş. Bu cümleyi romanda Oxfordlu bir kadın akademisyen sarf ediyor üstelik.
Aynı kişi, "her şeyi hep birlikte bir yumak haline getirip sonra da çıkış yolu aramak Doğulu bir düşünme biçimidir. Batılı akıl, sorunun parçalarını ayrıştırmak eğilimindedir. Doğulular çözüm için düşünmez. Batılılar çözüm için düşünür" (s. 61) diyor.
Bizim memleketin kahvehanelerinde yıllardır çiğnene çiğnene sakız olmuş yavelerin tekrarı bu. Ne diyelim? Temelkuran keşke Peyami Safa, Cemil Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bu konuda kafa yormuş eski yazarların fikirlerini okusaydı da Oxfordlu akademisyen hanım çok daha rafine cümleler kurabilseydi.
"Politika en seksi şeydir"
Yazar bu basit ikilikle düşünmenin yol açtığı tekdüzeliği, rokoko bir üslup tutturarak aşmayı denemiş. Şöyle bir cümle var örneğin: "Betonda yankılanan, merdiven boşluğunda tınlayan bir sessiz öfkenin ardından, en keskin kılıcıyla tahtına oturdu Zeynab Hanım'ın kara saçları." (s.238)
Tabii kimseden Hemingway sadeliğinde yazmasını beklemiyoruz ama bu şiirimsi üslup, edebi olma çabası enikonu yoruyor okuyucuyu. Daha ilk sayfada karşımıza çıkan "yedek depoların içindeki sular hiç ses çıkarmadan ısınmaya başlıyor" (s. 7) gibi kusurlu betimlemelere, "eskidenki bacaklarıyla yürüyordu" (s. 44) türü zorlama bir dile katlanmak gerekiyor. "Beyrut anneni kendine benzetti [yavrum]" (s. 69) tarzında klişeler de var.
Temelkuran'ın retorik tutkusu; çarpıcı ve güzel, aynı zamanda da mühim sözler sarf etme isteği kitabın tanıtım söyleşilerinde de sürüyor: "Aşk aslında bir iç savaştır "(Gülden Aydın, "Ece Temelkuran Muz Sesleri'ni anlattı", Hürriyet 4.1.2010), "Politika en seksi şeydir" (Gülden Aydın, Hürriyet, 4.1.2010) , "Beyrut büyük bir ön sevişmedir" (Devrim Sevimay, "Bu kadar Ortadoğulu olduğumu Beyrut'a gelene kadar bilmiyordum", Milliyet, 3.1.2010) vb. Bu içi boş aforizmalardan romanda da var bol bulamaç. Örneklerine girmeyeceğim.
Evrensellik bir yanılsama mı?
İngiliz eleştirmen Terry Eagleton Kuramdan Sonra adlı kitabında, "uluslarüstü şirketler yeryüzünün bir köşesinden diğerine yayıldıkça, entelektüeller evrenselliğin bir yanılsama olduğu konusunda daha gür bir sesle ısrar ediyorlar" (Literatür Yay., s. 51) , diye yakınmıştı. Temelkuran da koroya katılarak bize bir kimlik bahşediyor.
Muz Sesleri'ni okuyunca, kitabın arka kapağında buyrulduğu gibi Ortadoğulu olduğumuza ikna oluyor muyuz? Yazarın bizi bir balçık gibi dibe çeken santimantalizmini aşıp romanın nesnesine bir türlü ulaşamadığımızdan ikna olamıyoruz. Bitmek bilmeyen bir Beyrut güzellemesi İbrahim Sadri'nin dizeleri gibi içimizi eziyor. Temelkuran, kendi iddialarının aksine, aşkı, savaşı, yoksulluğu, Ortadoğu'yu, Beyrut'u filan değil; nasıl da içli, hassas, şefkatli bir kalbi olduğunu anlatmak için yazıyor sanki. Dünya onun duygularını harekete geçirip hissiyatını keskinleştirdiği kadar gerçek.
Hürriyet'ten Gülden Aydın'la yaptığı tanıtım söyleşisinde, "Öyle şeyler gördüm ki ağır geliyor bazıları", diyor. "Madımak'ta iki kızı yakılmış, iki boş yatağın başında bekleyen anneyle, sekiz yaşında işkence görmüş bir Kürt çocuğuyla tanışmak istemezdim. Şimdi ise bunları görmeyi hak etmek için yazıyorum. Çünkü benim bir borcum var dünyaya. Bu borç da gazetecilikle ödeniyor." (Hürriyet, 4.1.2010) Yazarın gazetecilik mesleği nedeniyle tanık olduğu acıları böyle bir çırpıda sayıp dökerek kitap tanıtımına malzeme yapması, bir ödül gibi görmesi ürpertici.(YD/EÜ)
_____________________________________
* Yeşim Dinçer'in yazısı Ekmek ve Özgürlük dergisinin şubat sayısında yayınlandı.
** Muz Sesleri, Ece Temelkuran, Everest, Ocak 2010, 280 sayfa, 15 TL.