Nizâmü’l–Mülk ilk yükseköğretim kurumları olan medreseleri kurduğu 1063 yılında, batının aydınlanma çağına daha yüzyıllar vardı. Doğu, Nizâmü’l–Mülk’ten de önce, 8. ve 9. yüzyıllarda bilim ve kültür mirasını sahiplenmiş, Yunan biliminin büyük bir bölümünü Arapça’ya çevirmişti.
Gazneli Mahmud’un çeşitli memleketlerde bulunan Müslüman sanatçı ve bilginleri bir araya getirdiği ve önlerine her türlü olanağı koyduğu Gazne’de matematik, astronomi, sanat alanında olağanüstü gelişmeler kaydedilirken batı yoğun bir zulmetin içindeydi. Ömer Hayyam 5 bin yılda yalnızca 1 günlük bir hata payı içeren, öncekilerden çok üstün bir takvim (Celâli Takvimi) geliştirir, Nasîrüddin el-Tûsî o zamana kadar kurulmuş gözlemevlerinden çok ileride olan ve seçkin bilim insanlarını bünyesinde barındıran Merâgâ gözlemevini kurarken İbn Sînâ da felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve hatta müzik alanında birbirinden öncü eserler veriyordu.
Anadolu topraklarında yaşamış bir başka bilgin ise Bedî’ûz-Zamân Ebû’l-izz İsma’il ibn er-Razzâz el-Cezerî, ya da batılının söyleyişiyle kısaca Al-Jazari’dir. Ebû’l-izz, 12. yüzyılın ikinci yarısında Amed’de (bugünkü adıyla Diyarbakır) yaşamış bir mekanik bilginidir. Yapmış olduğu otomatlar, tasarılar münâsebetiyle kendisine “zamanın güzeli” anlamına gelen Bediuzzaman denilmiştir. Cezerî adını Dicle Nehri’nin bir ada (cezîre) gibi çevrelediği Cizreli olmasından alır. Ebû’l-izz’in ünü, Türkçe karşılığı “Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar” adlı yapıtına dayanır. Eser Arapça yazılmıştır. Ebû’l-izz’in kitabının Türkiye’de bulunan beş tanesiyle birlikte toplam 16 nüshasının olduğu biliniyor. Ülkemizdeki kopyalarının dördü Topkapı Saray Müzesi’nde, bir tanesi ise Süleymaniye Kitaplığı’ndadır. Birkaç yıl önceye kadar Türkçe çevirisi olmadığından anladığımız üzere, bu büyük bilginin kıymeti bilim ve düşün dünyamız tarafından yeteri kadar bilinmemiştir. Bir Cizre sakini olan Abdullah Yaşın’ınki gibi yerel gayretler (okula isim verme, okul kütüphanesi ve müze açma, broşürler, dergiler ve söyleşiler) bir nebze olsun mucidin bilinirliğine katkı sağlamıştır.
Bu büyük bilgini ilginç kılan ise yapıtlarının özgünlüğüdür. Bir saray mühendisi olan Ebû’l-izz belki de sarayın kısıtlamaları ve padişahların bitmek bilmez keyfi dolayısıyla, insan hayatını değiştiren buluşlara imza atamamıştır. Ondan, eserlerini insanlığa değil daha çok padişahına hizmet etmek üzere tasarlaması istenmiştir. İcatlarına koyduğu isimler bunu oldukça güzel anlatır: Otomatik Abdest Makinesi, Kimin İçki İçeceğine Karar Veren Kadeh, Müzisyenli Su Saati, İçki Meclisleri İçin Danslı Müzikli Rulet Oyunu, İçinden Değişik İçkiler Akıtabilen Marifetli Kap, Sultana İçki Sunan Robot, Sultanın Kadeh Artıklarını İçen Robot, Şifreli Kutu Kilidi. Liste bu şekilde sürüp gidiyor. Kullanım alanları dolayısıyla oldukça hafife alınabilecek bu çalışmaların, mekanik ve hidromekanik alanına önemli katkılarda bulunduğu kabul edilmektedir. Ebû’l-izz, “canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesi” olarak özetlenebilecek Sibernetik biliminin ilk bilgini olarak kabul edilir. Kitabı bilgiye aç, yenilikçi batıda Donald R. Hill tarafından 1973 yılında İngilizce’ye çevrilmiştir. Bu çevirinin ardından, Cezerî’nin su gücüyle çalışan bir otomatının minyatürü 1974 yılında Nature dergisinin kapağında yer almıştır. Derginin bu sayısında, Cezerî’nin İslam mühendislik geleneğini en üst düzeyde temsil eden bilginlerden olduğu belirtilmiştir. Sibernetik ve astrofizik alanındaki metinleri ve 2003’te basılan “Sibernetik: Dünü, Bugünü, Yarını" isimli eseriyle bilinen Dr. Toygar Akman, Cezerî’yi “ilk sibernetik Türk bilgini” olarak tanımlamıştır. Alman akademisyen E.Wideman, talebesi F. Hauser ile birlikte Ebû’l-izz’in otomatlarının birkaç tanesini başarıyla yapıp dünyaya tanıtmıştır.
Sibernetik ve Ebû’l-izz’in otomatları
Tavus Kuşlu İbrik: Abdest alırken kullanılan bir otomat. Tavus kuşunun üstündeki çıkıntı çekildiğinde kuşun gagasından abdest almak için kullanılmak üzere su akar. |
Cezerî’nin makinelerinin çoğunda, akan su miktarının ya da debisinin değiştirilmesiyle elde edilen farklı hızların şimdiki bilgisayar programlamasına (coding) denk düştüğünü keşfetmek oldukça heyecan vericidir. Ebû’l-izz hakkında bilgilere ulaşmak, okumalar yapmak bir doğuluda, batılıdakinden olacağından çok daha fazla duyguya gebedir. Batılının hayranlıkla okuduklarını biz doğulular ek olarak kimi zaman hüzünle, kimi zaman da pişmanlıkla, derin düşüncelerle okuruz. Öyle ki, 12. yüzyılda konik vanalardan ve daha nice makine parçalarından söz eden bu dahi, ondan ancak 300 yıl sonra aynı makine parçalarından bahseden ve bugün tümünün kâşifi olarak bilinen Leonardo da Vinci’nin gölgesinde kalmıştır. Cezerî sarayda ne kadar kıstırılmışsa, Leonardo da Vinci doğudan göçen ışığın aydınlattığı batı topraklarında o denli özgürdür. Leonardo insanın uçabileceği üzerine düşünürek icatlar yaparken, sarayda hapsolmuş Cezerî, kendisine dokunulmasından hoşlanmayan hükümdarına “otomatik abdest makinesi” ya da “sultanının artıklarını içen robot” tasarlamıştır.
Ebû’l-izz’in kişiliği hakkında bildiklerimiz, eserine yazdığı önsözden ibarettir. Muhtemelen kendinden bahsetmekten hoşlanmayan bu bilginin icatlarından farklı anlamlar çıkartmak, bu cihazların işleyişini anlamaya çalışmak kadar zevklidir. Cezerî, otomatik abdest makinesi yaparken, günümüze ulaşamayan bir günlüğüne yazar gibi belki diyordur ki “padişahım sen ne kadar acizsin ki kendini yıkamak dahi seni yormaktadır. Cihanları ele geçirmek isteyen sen padişahım, şu sarayına öyle bir tıkılmışsın ki dünyayı bu dört duvar arası sanarsın da bana bu dar düşünce kalıpların içinde siparişler verirsin. Kılıcını bilgiden, ilimden keskin sanırsın belli ki. Ben de senin gibi ışığın yükseldiği yerde yaşıyorum ve ben ışık olmak istiyorum. Sana rağmen, ben ışık olacağım padişahım.”
Öte yandan Cezerî’nin kıymetinin doğuda tamamen bilinmediğini söylemek haksızlık olacaktır. Yıllardır doğunun üstü toprakla örtülen ışığını sahiplenen, unutmaya alışmış dimağları uyandırmaya, kevgir hafızalardan süzülen kırıntıları toplayıp, yitirilmiş olanı yeniden canlandırmaya çalışan çok değerli bilim adamları da olmuştur. 1979 yılında Cezerî’nin eserinin çeşitl el yazmalarını inceleyip Arapça metni İngilizce’ye çevirerek Halep’te yayınlatan Al-Hassan, yapıtına sadık kalarak Cezerî’nin su saatini yaptıran İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü eski müdürü Prof.Dr. Kazım Çeçen ve Cezerî’ninkiyle birlikte diğer İslam bilginlerinin yapıtlarının modellerini de yapan Prof. Dr. Fuat Sezgin bunlardan birkaçıdır. Mesai saatleri dışında da ve hafta sonları masalarının başında dirsek çürüten, laboratuvarlarda öğrencileriyle eskiyi, unutulmuşu yeniden üretmeye çalışan, bin bir parçaya bölünmüş, bölünmeye çalışılan geçmişin kırıntılarından doğunun ışığını yeniden kıvılcımlandırmaya gönül vermiş bu bilim adamlarına güç veren belki de Cezerî’nin kendi eserine yazdığı önsözdür:
“...
Benden önce gelen âlimlerin kitaplarını ve onların izinden gidenlerin çalışmalarını inceledim.
...
Bir müddet sonra nakillerden kurtuldum, başkalarının yaptığından sıyrıldım ve problemlere kendi gözümle bakabildim. Benden öncekilerin bu yolda kat ettikleri yolu aldım ve kendi bilgisi ile hareket eden bir kimsenin gittiği yolu takip ettim.
Bu ince ve zor yolda ilerlemek için ısrarla uğraşmaya başlayınca, bu bilimlerde önemli mesafeler kaydettim. Sonra kendime ve yaptıklarıma şüphe ile bakmaya başladım. Bilimlerin çeşitli yönlerini keşfetmek için bana yardım kolları uzandı. Zamanın hükümdar ve filozlarından yardım gördüm, çalışmalarımın meyvelerini toplama mutluluğuna eriştim. Böylece azim ve gayretimi kamçılayarak düşüncelerimi yoğunlaştırdım ve bu yönde elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştım. Gelmiş geçmiş âlimler ve düşünürler çok sayıda düzen ve problemden söz etmişlerdir. Ancak bunların tümünü gerçekleştirmeye fırsat bulamadıkları gibi, bu düzenleri kontrol edecek yöntemleri de geliştirememişlerdir. Uygulamaya dönüştürülmeyen her teknik ilmin doğru ile yanlış arasında kaldığını gördüm. Benden önce gelenlerin dağınık bir şekilde anlattıklarını sınıflandırdım ve gerçekleştirdikleri esaslara bağladım. Böylece izlenmesi kolay teknikleri belirledim. Bu işte öyle zorluklarla karşılaştım ki, yolum çok uzadı, emeklerimin rüzgârın savurduğu şeyler gibi heba olmasından, çalışmalarımın gündüzün geceyi silmesi gibi silinmesinden korktum. Eğitmek istediklerimin talepleriyle de içimde yaptıklarımın yayılması arzusu doğdu ve arkamda bir eser bırakmayı istedim.
...
Eserim hakkında karara varılırken, bazı kişilerin belli işleri daha kolay yapabilecek yaratılışta oldukları unutulmamalıdır. Herkes bildiği şeyleri başkalarına iletmekle yükümlüdür. Hiç kimse faydalı olabilecek bilgileri başkasından esirgeyemeyeceği gibi, yapabileceğinden daha fazlasından da sorumlu tutulamaz.”
Doğunun ışığı ve bilginin aktarımı
İçkiyi Kimin İçeceğine Karar Veren Kadeh: Üzerine şarap döküldüğünde, kuş öterek döner. Kadeh dolunca kuş durur. Başının işaret ettiği kişiye bu kadeh sunulur. Kişi, kadehteki musluktan şarabı içer. Şarap bitene kadar kuş ötmeye devam eder. |
Bu önsöz, Cezerî’nin bilim insanı kişiliği hakkında yorumlar içermesinin yanında, günümüzde de geçerli olan birçok önerme barındırır. Kendinden öncekileri bilmek, onların yaptığı işleri derinlemesine incelemek, teorik çalışmaları uygulamaya geçirmek, uygulamalardan genele giderek sonuçları esaslarla açıklamak kanımca şu anda üniversitelerimizde yapılanlarla birçok tezat oluşturmaktadır. Kendinden önce yapılanları derinlemesine incelemeden girişilen deneysel çalışmalar, sonuçları sağlıklı bir şekilde değerlendirilemediği için daha önce yapılanların bir türetiminden öteye gidemiyor ya da geçiştirme teorilerle sahte esaslara bağlanıyor. Öte yandan geliştirilen teoriler, ödenek yetersizliği ve deneysel çalışmanın getireceği zorluk karşısında duyulan miskinlik neticesinde uygulamaya dönüştürülemeden kalıyor. Hâl böyle olunca ve günümüz akademik düzeni en fazla makale basan “bilim insanlarını” en esaslı ilan ettiği için çalışmalar tez paketlenip dolaşıma sokuluyor.
Ebû’l-izz’in kendi eserine yazdığı önsözden çıkarılacak daha çok ders var. Doğudaki ışığın batıya göçüne neden olan ‘bilginin kutsanması, gelecek nesillere aktarımı’ Cezerî’nin şu sözleriyle oldukça berrak bir şekilde ortaya konuyor:
“Herkes bildiği şeyleri başkalarına iletmekle yükümlüdür. Hiç kimse faydalı olabilecek bilgileri başkasından esirgeyemeyeceği gibi, yapabileceğinden daha fazlasından da sorumlu tutulamaz.”
Kendi topraklarımızda bir şekilde kaybettiğimiz bu tutumun, yani “bilginin gelecek nesillere en kısa şekilde aktarılması, paylaşımı” ilkesinin yokluğunun, aydınlanma çağı sonrası büyük bir ivmeyle gelişen batının karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun zafiyetinin nedenlerinden biri olarak görmek mümkün. Öyle ki ustanın çıraktan her daim bilginin büyük bir çoğunluğunu esirgemesi Osmanlı’dan bir mirastır. Batı üretilen bilginin paylaşımını çeşitli atılımları kullanarak hiç olmadığı kadar hızlandırır ve kolaylaştırırken, doğunun ışığı batının eline geçen ticaret yollarından göçmüştür. Oysa bilginin olabildiğince hızlı bir şekilde yeni nesillere aktarılması fikri, yıllar önce doğuda yaşamış bir bilginin kendi kitabına yazdığı önsözde, yukarıda alıntılandığı gibi kadim zamanlarda yer almıştı.
Doğunun karanlığı
Bilginin aktarımından daha vahim bir durumu ne yazık ki şu yıllarda yaşıyoruz. Doğunun ışığı yüzyıllardır üzerine serpilen ölü toprağının altında can çekişmekte. Özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarından beri kana bulanan, topraklarına düşmüş ateş din ve mezhep çatışmalarıyla harlanan, yıkımın ve gözyaşının günlük bir muhteva halini aldığı bu coğrafya gittikçe karanlığa gömülüyor. Ülkemiz de özellikle son yıllardır bu yıkımlardan nemalanmaya çalışan gerici bir hükümet tarafından karanlığa sürükleniyor. Baskıcı ve mezhepçi dini öğretimi okul öncesi yaşlara çeken, Türkçe felsefe yapılamayacağını, aslolanın itaat olduğunu dillendiren, millî ve dinî hassasiyetlerle oynayarak yarattığı kutuplaşmayla gücünü pekiştiren, ötekinin her türlüsüne saygısını yitirmiş bir demir ökçe topraklarımızın üzerinde geziniyor. Tahakkümün önündeki en büyük engelin düşünen, üreten dimağlar olduğunun farkına varmış tarihteki diğer yönetimler gibi, kasıtlı olarak eğitim sistemlerini bozup tarumar ediyor. Yerine ise bir müstakil dil ve kültür olarak, kaynağını azametli devirlerden alan Osmanlı nostaljisiyle dini referansları koyup, bunu da asıl eğitim ve öğretim olarak paketlemeye çalışıyor.
Ebû’l-izz’in kutsadığı bilgide, öğrenme hevesinde, keşfetme arzusunda kaybolan ışığımız saklı. Ebû’l-izz’in hikâyesinde kayıplarımız, kaçırdıklarımız, hatalarımız saklı. Tarihimizi öğrenmeye cenk marşlarından, ecdadımızın hamaset güzellemelerinden değil, buradan başlamalı. Yalnızca bir kitap değil, binlercesi öpülüp başlara koyulmalı. (Öİ/ÇT)
1980 yılında Ankara’da doğdu. Mühendislik eğitimi aldı. Öykü, inceleme, deneme metinleri daha önce çeşitli dergi ve gazetelerde yer aldı. Fevkalbeşer Sair Bey ve Suskunluğu isimli ilk romanı 2012 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından basıldı. İkinci romanı Bozadam 2014’te İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. |