Görüş alanımıza belki de hiç girmeyen yerlerde öylesine şaşırtıcı hayatlar var ki, bir anlığına karşılaşma şansımız olursa eğer, şu, güneşin koparıp attığı, karmakarışık ve “lanet” dünyayla coşkulu bir barışma bile yaşayabiliriz.
Varsın keskin bir sızı bu coşkuyu incitme tehdidiyle etrafta dolaşıp dursun; barışmalar her zaman sızılı olmaz mı zaten?
Duygusal Halı Yıkayıcıları, Ankara’ya 1960’lı yıllarda göç ederek bir apartmana kapıcı olarak yerleşen Yozgatlı bir babayla, Karslı bir annenin çocukları; kapıcı dairesinde başlayan boğucu bir hayattan mucizevi bir ömür çıkarmış olan oğullar.
Yaptıkları her işi aşkla yapan insanların zamanına döndürüyorlar bizi. Kolay değil; halı yıkayıcılığını aşkla sevmek. Bunun için, başka bir düzlemden konuşuyor olmak gerek.
Başka hayatların kirini halılardan akıtıp dururken, her gün yeniden yüreği, dili ve de düşünceleri yıkayan bir bilgelik düzleminden. Dili, yüreği, düşünceleri yıkamak sözlerini, öyle cafcaflı olsun diye ben söylemiyorum, keşfettikleri bir hakikat olarak bizzat kendileri söylüyor.
Halıdaki kir bir şey değil onlara göre; esas sorun dilin kirlenmesinde, düşüncelerin ve kalbin kirlenmesinde. “Bunları da temizlemek ve insan içine çıkılır hale getirmek” gerektiğini söylüyor duygusal halı yıkayıcıları.
Böylesine güç bir şeyle baş edebilmek için de, önce, yapılan iş her ne ise ona inanmak gerek ki onlar da bunu yapıyor. İçinde yüzdükleri sulardan ve köpüklerden, tertemiz çıkardıkları halılara, şiirler okur, şarkılar söyler, marşlar yazar ve “halıların hayal dünyasından” söz ederken, besbelli iç dünyalarını da her gün yeniden aklayıp paklıyorlar.
Hiç bağırmayan, bir kez olsun bir fiske vurmayan bir anne, üstelik çok da arkadaş canlısı; ama doğru dürüst bir arkadaşı olmamış hiç...
Kardeşlerin daha genç olanı, Taşkın, “avcumun içini bilir gibi biliyordum içimdeki coşkuyu, sesimi duyurmak istiyordum” diyor. Korku dolu yıllar olarak hatırlıyor, Ankara’da, kimi zengin çocukları arasında kapıcının oğlu olarak başladığı ilkokul yıllarını. Her şeye rağmen, İstiklal Marşını gürül gürül okuyabilmek için, piyeslerde bir rol alabilmek için elini ilk kaldıran kişi olmaktan geri kalmamasına yol açan o engellenemez coşku da yıllar boyu eşlik ediyor bu karanlık korkuya.
Öğretmen bir kez olsun ama bir kez olsun görmüyor bu korkulu, coşkulu çocuk parmağını... Uzun lafın kısası, sayısız haksızlığın yükünü sırtlarında taşıdıkları halde, hayattan hiç bitmeyen bir alacağın hesabını sormaya yeminli mağduriyet söylemlerini tümüyle reddediyor duygusal halı yıkayıcılarımız. Hayatın bir mucize olduğuna her gün yeniden inandıklarından, sonsuz bir şefkatle borç ödüyorlar dünyaya: hayat borcu.
Halı yıkama işinin her safhası üzerine derin derin düşünüyorlar. Bu basit işte bile çok derinlere gidilebileceğinin, bilginin sınırının olmadığının farkına varmışlar.
Barthes boşuna söylememişti; modern dünyada kir, derinlemesine temizlenmesi gereken bir şeydir. Duygusal halı yıkayıcıları Metin ve Taşkın’ın derdi de derinliklerle… İnsanın derinliği, sevginin derinliği, başkalarının kalplerinin derinliği; ve bütün bunların halının ve kirin derinliğiyle bağlantısı üzerine bitmeyen, filozofça sohbetler yapıyorlar.
Bu sohbetler arasında esasen bir çalışma etiği çıkıyor ortaya; işlerinin her aşaması, her öğesi ve boyutu üzerine şaşırtıcı bir tutarlıkla düşünüyorlar mesela. Müşteri kimdir, biz neyiz, işletme nasıl bir yerdir, reklam nasıl olmalıdır gibi sorular bunlar. Bahçeye müşteri anıtı dikmişler.
Kardeşlerin büyük olanı, “müşteri ne paradır ne de insan, ikisinin arasındaki şekilsiz bir şeydir” diyor. Değersizleştirici bir şey değil bu; sadece mutluluğunun garantilenmesi ve tatmin edilmesi gereken bir insan olduğunu söyleselerdi eğer müşterinin, olsa olsa samimiyet sorunlu bir reklam içeriğiyle karşı karşıya olacağımızı düşünürdük.
Oysa işlerini nasıl seviyorlarsa, müşterilerini ve bu müşteriyi mutlu etme ihtimalini de derinden seviyorlar. Fakat bu ilişki elbette bir alışveriş ilişkisi, para ilişkisi bir yönüyle de. Bu yüzden de müşteri söz konusu olduğunda, bu paranın şekilsiz hale getirdiği bir özne pozisyonuyla karşı karşıya olduklarını da inkar edecek değiller.
Duvarlara astıkları birbirinden ilginç içerikteki reklam yazılarında mesela; “Barış Mevzii: Duygusal Halı Yıkama Merkezi” gibi ifadelerle, yaptıkları iş ya da verdikleri hizmetten bağımsız olarak, dünyaya söylemek istedikleri söz üzerinden tanıtmayı seçtikleri bir işletme imgesi sokuyorlar dolaşıma.
Duyguları parçalayarak çoğaltmaktan söz eden ve bu çoğalarak büyümüş duyguları yeniden birleştirmek gerektiğine inanan duygusal halı yıkayıcıları, iş yerlerindeki ünitelere de “duygu parçalama ve birleştirme ünitesi” gibi ilginç adlar veriyor.
Arkalarındaki duvarda çeşitli tanıtımlar, sloganlar arasında küçük de bir Türk bayrağı asılı. Bir yandan Güneydoğu’dan Kuzey Irak’a uzanan altı yıllık bir uzman çavuşluk hikayesi var Taşkın’ın. Sonunda artık yapamayacağını anlayarak terk ettiği bir meslek. Çok arkadaşının şehit düştüğünü söylüyor. Kendisinin de çarpıştığını fakat onun yüzünden, onun elinden çıkan bir şey yüzünden hiç kimsenin yere düşmediğini, kimseye bir şey olmadığını, öyle ortaya fırlattığını söylüyor bu konunun üzerinden geçerken.
Kendi hayat deneyimlerini bıkmaksızın kurcalayarak, yeni bir hayat pratiği ve felsefesi çıkarma gayretinde olmuş duygusal halı yıkayıcıları. Bu yüzden de arada bir Shakespeare’den, Nietzsche’den yaptıkları alıntılarla, “yeni bir hayat,” “yeni insan” diye niteledikleri bir idealden söz ediyorlar konuşmalarında.
Bütün bu “anlama” gayreti boşuna değil, “anlamak mutluluktur” diyorlar bir ağızdan, sonra birdenbire gri iş kıyafetleriyle oturdukları masanın arkasından kalkarak, “anlamak mutluluktur, anlamak mutluluktur” nakaratları eşliğinde, sakin bir dans tutturuyorlar karşılıklı.
Bu küçük işletmeyi ilk kurduklarında, işyerlerine yabancı isimler vermenin moda olması nedeniyle, onlar da buraya “Sofort” demişler. Fakat müşterilerinin kendilerinden “duygusal halı yıkayıcıları” olarak söz ettiğini anlayınca, “Duygusal Halı Yıkama” adında karar kılmışlar.
Taşkın, bir yandan da Açık Öğretim, Uluslararası İlişkiler bölümü üçüncü sınıf öğrencisi. Dünyanın en şanslı öğrencisi olduğunu, çünkü kendine ders çalışabilme şansı tanıyan bir mesleğe sahip olduğunu söylüyor büyük bir inançla! Boynuna iplerle astığı yayvan bir hasır sepet içindeki kitabını okurken, bir yandan da artık hiç bakmaya gerek duymadan yaptığı halı yıkama işini sürdürüyor, ileri geri ittiği yıkama makinasıyla.
Küçücük odalarında, raflara üst üste yığılmış kitaplar arasında bütün boş zamanlarında okuyarak, söyleşerek “anlamaya, anlamlandırmaya” çalışıyorlar. Kısacası, eline geçirdiği her tür ışığı yok etme işinde gittikçe daha hünerli hale gelen ve çoğunlukla ego kaçkınlarınca idare edilen sosyal bilim(ci)lerin sadece okuttuğu ama genellikle okutanlar özümsemediği için de öğretilemeyen şeyi yapıyor duygusal halı yıkayıcıları: anlama ve anlamlandırma işini.
Onlar da, Aslanköylü Kadınlar Tiyatro Topluluğunu hayata geçiren Ümmiye Koçak gibi, karpuz kabuğundan gemiler yapan köylü sinemacı Ahmet Uluçay gibi, bildiğimiz ve bilemediğimiz birçok diğerleri gibi, uçsuz bucaksız boşlukların içinden farklı yollar ve üsluplarla cevher çıkarıyorlar. Peki öyleyse neden bir hüzünlü sızı çepeçevre kuşatıyor bu hikayeyi?
Duygusal halı yıkayıcıları, “ben seni görüyorum aşk, ben seni görüyorum. Ama sen beni ne zaman göreceksin” diye sorarken, “benim çocuğumdan hiçbir şey olmaz” diyerek, çocuk yapmayacağını söylerken ya da “topluma ne versen az ama tükendiğimizi görüyoruz.
Bizim de biraz ilgiye ihtiyacımız var” diye noktalarken sözlerini, hayata, insanlığa, kainata karşı böylesine yoğun bir sevginin yürek taşırdığını, “karşılıksız/imkansız aşk” gibi iç sızlattığını da hissetmemek zor...
Enver Özüstün’ün İLEF’li [Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi] öğrencileriyle birlikte yaptığı Duygusal Halı Yıkama adlı belgesel, -her ne kadar ekşi sözlük’te filan bir ölçüde tanıtılmış olsa da- birçok bakımdan saklı kalmış bu cevhere dokunuyor.
Bu yıl içinde çeşitli festivallerde gösterim şansı bulacağına inandığım bu belgeseli, bizim de sızıyı hafifletmek için gidip izlememiz, bu “anlamlı” hayat parçasıyla ilgilenmemiz güzel olmaz mı? (SÇ/BA)