Duvarlar şu yeryüzünün ne önemli tanıkları.
Hem dünya tarihinde hem de kişisel tarihimde.
Evimin duvarı, Berlin duvarı, Ağlama duvarı, Meksika duvarı, hapishane duvarları ve daha nicesi…
Duvar tanrısı diye bir şey olsa ilk iman edenlerden olurdum herhalde.
Öyle bayıldığımdan değil, daha çok ürktüğümden…
Duvarlar ne acayip sırları barındırıyorlar gövdelerinde.
Ne acayip yasakları, haksızlıkları, sabırları…
Duvara bakma sanatı diye bir şey var mesela. Sanatların en büyüğü, en makbulü bence.
Duvardan geçme sanatı, duvarlarla yaşama sanatı, duvara konuşma sanatı, suskunluğu duvardan öğrenme sanatı, duvarla bir olma sanatı…
Bunları öğretmeli çoluğa çocuğa.
Duvarlar önemli öğretmenler şu hayatta. Önemli yansımaları, önemli yankıları sunuyorlar insana…
Gölgemizle tanıştırıyorlar bizi, gölgeye alan açıyorlar.
Sonsuz bir belleğe sahipler.
Öyle bir sertlikle çarpıyorlar ki bazen, insan kendinden gittiği yolu buluveriyor.
Varoluşun yapı taşlarını oluşturuyorlar.
Sonra dört duvarın birleşiminden oda oluşuyor.
Dört tarafı denizlerle kaplı kara parçacığına ada, dört tarafı duvarlarla kaplı boşluk parçacığına ise oda diyoruz.
Yazı odası, terapi odası, yatak odası, bekleme odası, işkence odası, karanlık oda…
Sezen Aksu’ya sorsak Sarı Odalar, Murathan Mungan’a sorsak Kırk Oda, Mehmet Güreli’ye sorsak Alope’nin Oda’sı.
Bazı odaların içindeyken nasıl hızlı geçiyor zaman. Dışındayken de sanki hiç geçmiyormuş gibi geliyor.
O yazıyı yazana kadar bir bakıyorum akşam olmuş, terapi odasındaki 50 dakika bir bakıyorum pılını pırtısını toplayıp, çoktan uzaklaşmış, yatağımda uykuya dalmışım göz açıp kapayıncaya kadar sabah olmuş, halbuki uyumadan beklesem sabahı, geçmek bilmez zaman.
Zaman ne büyük illüzyon.
İşkence odasında geçmez mesela yani geçer de geçmez. Bekleme odasında ise sanki saatlerce, günlerce beklemiş gibi hissederiz bazen.
Bir de kendi iç dünyamızda yani ruhsal odamızda geçen ya da geçmeyen zaman var. Değiştiğimiz, dönüştüğümüz, beklediğimiz, bekleyemediğimiz, bazen karanlıkta kaldığımız bazen aydınlıkta, kendi kendimize işkence yaptığımız, kendi kendimizle seviştiğimiz biricik odamız. Bazen kapısını açtığımız, bazen kapattığımız… Bazen duvarlarına baktığımız bazen duvarlarını yıktığımız ve yeniden inşa ettiğimiz odamız… Sustuğumuz, bazen konuşmalara doyamadığımız… Nefes aldığımız, nefes verdiğimiz…
Bir de ülkemiz var. Bu gezegendeki odamız.
Zamanı eline tespih yapmış; kaygıyı, huzursuzluğu, umutsuzluğu zikreden, dört tarafı kavgayla çevrili biricik kara parçacığımız…
Büyük depremlerde yer yerinden oynarmış, haritalar yeniden çizilirmiş.
Neyse ki Türkiye bir deprem ülkesi; oynayacaktır elbet yer yerinden. (TI/HK)