yeni yıl kitaplarla geldi sanki...
geçen hafta yaşar kemal'in son yayınlanan kitabından söz etmiştim sizlere.
bu hafta ise bir başka daha önce zaman zaman söz ettiğim birisinden ve onun yazdığı son yazdığı kitapların birinden söz edeceğim.
o kitabın adı "duvarın ardı emek".
yazarı ise zaman zaman yaptıklarından bianet'te söz ettiğim çok yönlü, çok üretken ve bence bu ülkenin değerli insanlarından birisi: prof. dr. çağatay güler
çağatay hoca bir bilim insanı, bir öğretim üyesi, bir aydın, bir hekim, bir ozan, bir hikâye anlatıcısı ve yazar... on değil yirmi parmağında yirmiden daha çok marifet bir insan.
yalnız "değerli" değil, aynı zamanda bir "değerlere duyarlı ve saygılı" bir insan çağatay güler.
o bildiği ve sahip çıktığı değerleri her yerde, her fırsatta anlatmayı sürdürüyor. son dönem yazdığı öykü kitaplarının neredeyse tümünde de geçmişe giderek oradan örneklerle anlatıyor bu değerleri.
"duvarın ardı emek" içinde yer alan 19 öykünün her birinde değişik kurgularla, yaşanmışlıktan süzülüp gelen hikayeler anlatılıyor. belki de "dertleşiyor" demek daha doğru çünkü onun anlattığı değerler bugün artık sahiplenilmeyen, varlıklarından bile söz edilmeyen, neredeyse "kaybolan", "unutulan" değerler.
hangi değerler
kitabın içinde yer alan öyküleri gözden geçirerek sıralayayım onun söz ettiği "değer" saydığım olgu, tutum ve kavramları:
"son birkaç milimetre"de insanın kendi varlığının anlamını ve önemini, daha doğrusu kendisini bilmesini...
"şef" öyküsünde bir müzik parçasını icra ederken bir notayı yanlış çalmanın bile "yanlış" olduğunu, ama her yanlışın eğer farkına varılır ve düzeltilirse bağışlanacağını...
"haberler"de yaşamın içindeki zıtlıkların bir arada olduğunu, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, yanlış ile doğrunun bir arada olduğunu ve aralarındaki uzaklığın kıl payı kadar az olduğunu...
"oyun öykü"de yaşamda her şeyin zamanında yapıldığı zaman anlamlı ve önemli olduğunu, onları o zaman yapmayınca, kimse fark etmese ve önemsemese de eksikliğinin hep hissedileceğini...
"bilmem hangi yıldız"da yaşamın içinden çıkmamış kuralların anlamsızlığını...
"bacaklı çorba"da kaybolmuş değerlerin bile bazen "kâr" için gündeme getirilebileceğini...
kitaba adını veren "duvarın ardı emek"de ise ne olursa olsun her amaç için "emek vermenin" o amacı gerçek kılacağını...
"yaşgünü"nde insanların aracısız, doğrudan ve içten kurdukları ilişkilerin önemli olduğunu...
"rüyadaymışım"da insanların korkularını kendilerinin yarattıklarını...
"naylon torba"da değişimin farkında olmanın gerekliliğini...
"konuş be adam"da zamana uymanın yol açtığı kayıpların büyüklüğünü...
"kiraz kurutanlar"da yaşamı ve doğayı bir bütün olarak kavramanın gerekliliğini...
"kırkbadallar"da 'idareci'lerin korkularının dolayısıyla güçsüzlüklerinin gerçekliğini...
"düşen taşı yerine koy"da bir toplum olmanın ve toplum için yerine getirilmesi gereken sorumlulukları ve bunların yapılmadığı koşuldaki toplumsal yaptırımın ancak insanın kendisinde ortaya çıkacağını...
"mavi"de insanın sevdiklerinin onlar için anlamlarının büyüklüğünü...
"kervankıran"da doğruların her fırsatta ve herkes tarafından dile getirildiğini ama yine de onlara kulak verilmediği için kütü sonuçların yaşandığını...
"otobüs"te insanlara dair sahip olduğumuz duygu ve düşüncelerimizin yüzeyselliğinin olumsuzluğunu...
"birtakım bağlantılar"da insanı 'insan' kılanın sahip olunan teknolojik olanakların olmadığını...
bunların kaçını kişisel yaşamımızda var ettiğimiz, kuşkusuz herkesin kendisinin yapacağı bir hesaplaşmayla ortaya çıkacaktır. o öyküler yalnız onların farkında olunmasını sağlıyor bence.
ders vermek, ders almak
çağatay güler bir bilim insanı ve bilim öğreticisi; dolayısıyla işlerinden birisi de "bildiklerini anlatmak"; formel eğitim içinde de, gündelik yaşamda da buna "ders vermek" deniyor.
gerçi mecazi anlamı yüzünden bu deyimden çok hoşlanılmaz ama, "ders almak" da, "dersini almak" da önemlidir.
bence verilen dersin içeriğine itiraz edemeyenler, ders verenlere itiraz ederek, durumu kurtarmış oluyorlar. o yüzden bir "olumsuzluk" yüklenmiş olmalı belli ki bu deyime.
çağatay hoca eğer bir şey öğrenmek isteyen olursa her fırsatta ve her yolla ona bildiklerini paylaşır, gereksindiği bilgiyi paylaşır.
alınması gereken dersleri bu hikâye kitaplarında anlattığı yaşanmışlıklarla veriyor.
aslında ders vermenin ötesinde, bu kitaplar çok yönlü başka işlevleri de yerine getiriyor bence. o öykülerde öncelikle bu değerler "kayda geçirilmiş" oluyor.
"yazı"nın kalıcılığını, anımsamanın aracısı olan "olay"larla harmanlayarak anlatıyor ve kaybolma (aslında o değerlerin çoğunun kaybolduğunu düşünüyorum) ama unutulma olasılığını da ortadan kaldırıyor.
anlatarak ve yazarak yerine getirdiği ikinci işlev ise o değerlerin ve onlara sahip çıkmanın doğal bir sonucu: çağatay hoca bu değerlerin önemini ve anlamını ortaya koyarak hem o değerlere, hem de onlara sahip çıkacak insanları "bilgilendiriyor".
bunu da onun aynı zamanda mesleğinin de gereği olarak düşünebiliriz. tabii böyle yaparak bir yandan da o değerleri "savunma" işlevini de yerine getirmiş oluyor.
bunları bilenler için bir gerekliliğe, zorunluluğa işaret ediyor:
"bu değerler hem insanda, hem de toplum içinde varlığını sürdürmelidir!"
"yüzün kızarmadan yüzüne bakabilmek"
elinde bir yaptırım gücü yok onun. dersini bu yolla alanlara bir "geçme notu" bile veremez.
bir değeri yok ettiğinizde ya da yok saydığınızda onun tek yaptırımı o öykülerin birisinde vurguladığı "yüzün kızarmadan birisinin yüzüne bakabilmek"tir sadece.
dolayısıyla, o hâlâ böyle olanlara, yani almak isteyene, almasını bilene, koruyacak ve savunacak olana yazıyor. dolayısıyla, onun anlattıklarını okuyanların o yaptırımları kendi vicdanlarında vereceklerini düşünüyor.
onun anlattıklarını kaç kişi dinliyor, yazdıklarını kaç kişi okuyor, kaç kişi konu ediyor, kaç kişi paylaşıyor bilmiyorum. ama tüm bunların yapılması gerekli.
çünkü o kaybolanlar ve unutulanlar yaşamımızdan çıkıp gittiğinde bir eksilme, eksiklik ortaya çıkıyor. işte onun yaptığı şeylerden birisi de bu: o durumumuzu gözler önüne seriyor.
ve aslında hepimizin maruz kaldığı en büyük yaptırım da bu belki... (ms/yy)
* çağatay güler, duvarın ardı emek, palme yayınevi, ankara, 2012