İsrail devletinin "çit", Filistinlilerin ise, herhalde gerçeğe daha yakın biçimde, "duvar" olarak adlandırdıkları yapı, Filistin peyzajını kat ederek, Filistinlileri Filistin toprağından ve İsraillilerden ayırıyor. Ancak, Filistinliler ve İsrailliler arasında bir güvenlik kordonu ("cordon sanitaire") olma iddiası bir yana, İsraillileri Filistinlilerden ayırmıyor.
Bir İsrailli, eğer yaşı, dini ve eğitim durumu müsaitse İsrail Savunma Güçleri üniforması içinde; eğer aşırı sağcı ve hele ki Baruch Goldstein gibi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kökenli ise, bir Far West öncüsü ile Tevrat kahramanı karışımı bir konumda, "iyi Kızılderilinin, ölü Kızılderili" olduğuna hala inanılan bu topraklarda kendini bir "yerleşimci" olarak bulabilir.
Kısacası, duvar bir sınırdır ve geçişler tek yönlüdür. Çünkü sınır kapıları da sınırı inşa edenler tarafından denetlenmektedir.
"Bantustan" politikası
Duvarın inşa edilmeye başlandığı sıralarda, Filistinliler de, aşırı sağcı Yahudiler de, İsrail devletinin aksini iddia etmesine rağmen eşza manlı bir ferasetle, duvarın bir sınır olarak inşa edildiğini savundular.
Elbette ki, aşırı sağcı Yahudilerin itirazı, bu sınırın, Batı Şeria'nın, onların deyimiyle Yahudiye ve Samiriye'nin, İsrail'in bir parçası olmadığını tescil edeceği yönündeydi.
Ancak, İsrail devleti Batı Şeria'daki yerleşimleri genişletme politikasını, 300 adet yeni binanın inşası ile devam ettireceğini belirterek, bu gönülsüz itirazcıların ağzına bir parmak bal çalmayı bildi.
Elbette, Filistinlilerin konumu çok farklı. Onlar, yalnızca ferasetle yetinmeyip, belirgin bir açıklıkla da bu duvarın bir "apartheid duvarı" olduğunu söylediler. "Apartheid" ve "sınır". Bu iki kavram İsrail devletinin, barış görüşmeleri bittikten sonra, tek taraflı olarak uygulamaya soktuğu "yol haritası"nı açıklamakta anahtar niteliğinde.
İsrail devletinin Filistin hakkındaki planlarını "bantustan politikası" olarak isimlendiren ilk olarak kimdir, bilemiyorum; ama İsrailli yazar Tikva Honig-Parnass tarafından yıllardan beri ve ikna edici biçimde kullanılması, bugün siyah nüfusun ırk ayrımcılığı tarafından değil, "yalnızca" sefalet-suç- AIDS döngüsü tarafından tehdit edildiği ülkede yaşanan deneyimi hatırlamamıza yol açıyor.
Bantustanlar, Güney Afrika'daki apartheid rejiminin, siyah çoğunluktan kurtulmak için bulduğu "dahiyane" çözümdü. Siyahların tarihi "kabile toprakları" önce idari bakımdan Güney Afrika Cumhuriyeti'nden ayrılacak, daha sonra bunlara bağımsızlık bahşedilecekti.
Bu arada, bağımsız bantustanlara mensup olan siyahlar da Güney Afrika vatandaşlığından çıkarılacaktı. Ancak, bantustanların toprakları öylesine bölük pörçüktü ki; bırakın ekonomik bağımsızlığı, ulaşımsal bağımsızlıklarından söz etmek mümkün değildi. Allahtan, apartheid rejimi, şimdiki İsrail rejiminden daha yalnız bir rejimdi de yalnızca dört bantustan özgürlüğü tadabildi!
Duvar-sınırlar, ucuz işgücü
Arafat'ın, Kudüs'ün "aslında" Ebu Diş köyü olduğuna ikna edilememesinin ardından, İsrail kendi "yol haritası" dahilinde sınırlar çizmeye başladı. Toprak değiş-tokuşu kapsamındaki Negev toksik atık çöplüğünün bir kısmını Filistin'e vermekten dahi vazgeçmiş bulunan İsrail devleti, öncelikle, Kudüs'ten doğuya uzanan yerleşimler aracılığıyla, askeri alan olarak örgütlediği Şeria vadisinin El Gür ile bağlantısını pekiştirdi.
Bu, halihazırda iki parçalı (Batı Şeria ve Gazze Şeridi) ve güvenlik koridorları ile İsrail kontrolündeki yerleşimler arası yollar tarafından parçalanmış olan Filistin Yönetimi topraklarının üçe bölünmesi anlamına geliyordu. Bu koşullarda, değil gelecekteki bağımsız bir devletin kendini bu "ülke" üzerinde kurması, vatandaşlarının yerleşim birimleri arasında seyahat edebilmesi dahi mümkün görünmüyor.
İnsanın aklına ister istemez, Şaron'un seçim döneminde dillendirdiği ve o sıralar hepimize "şaka" gibi gelen, Filistin yerleşim birimleri arasında tüneller açma önerisi geliyor. "Barış" döneminde önerilen, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki İsrail denetimli karayolunu ise kimse hatırlayacak gibi değil.
Kuşkusuz, bantustan politikası, sadece duvar-sınırlar ve parçalanmış toprakları öngörmüyor. Mevcut durumda, İsrail emek pazarının ucuz işgücü deposu ve mamul İsrail mallarının metazori tüketicisi olan Filistinlilerin, İsrail sosyo-politik düzeninin daha "bütünleşik", daha "yapısal" bir parçası haline getirilmesi anlamına geliyor.
Aslında ülkesindeki Filistinli nüfusu, her zaman "sorun"un bir parçası olarak gördüğü halde terminolojide dahi civique bir ayrıma giden ("İsrailli Araplar"a karşılık "Filistinliler") İsrail devleti için ise bu, İsrail'in hassas "ırksal-kökensel" hiyerarşisi için yeni bir kriz kaynağı.
Bu kriz, İsrail vatandaşı olan Filistinli nüfus üzerinde etkilerini uzunca bir süreden beri gösteriyor. Yıllarca seçimlerde, sol seçenekleri gözeten (ve bu sayede İsrail Komünist Partisi'ni bir "Arap partisi" haline getiren) halk, Azmi Bişara gibi Knesset üyelerinden sonra, Filistin kimliğini ön plana çıkaran İbnaa el-Beled gibi gruplara yöneliyor. Sınırın hangi yanında olursa olsun, hangi şekilde isimlendirilme isimlendirilsin birbirlerini en iyi "ülkenin çocukları" anlıyor.
Bantustan politikası, orijinal deneyimde olduğu gibi sorunun içerideki kısmını da gündeme getiriyor. Rehavam Zeevi'nin öldürülmesinden beri - Filistinli nüfusun Arap ülkelerine gönderilmesini savunan - "transferci" politikalar en yüksek sesli sözcüsünü yitirmiş olabilir; ama Ariel Şaron'un Bayındırlık Bakanı olduğu zaman, "Celile'nin Yahudileştirilmesi" adıyla projelendirdiği "Arapsızlaştırma" planları unutulmayacak kadar yakın bir zamana tarihli.
Bantustan politikasının, içerideki bu türden etkileri fazla aşırı gibi görünüyor olabilir ancak, Şaron'un, duvar gibi gerçekleştirdiği, tüneller gibi vaat ettiği diğer "bayındırlık hizmetleri"ni anımsamak, olası bir ihtimal hesabı için yeterli.
İmparatorluklar ya da (İsrail örneğinde daha uygun adlandırmayla) İmparatorlukların "uç beylikleri" sınırlarını pek çok kez duvarlarla çizdiler. Duvar sadece bir korku anıtı değildi. Duvarı yapmak, sınırı çizenin ve onu korumak zorunda olanın kim olduğunu işaret ederek, gerçek "işgalci"yi imliyordu. Sadece bu kadar da değil. Duvar, "barbar"ı "fatih"ten ayırırken, duvarın dışında kalanları, duvarın içiyle, kuralları duvarı yapanın koyduğu bir zeminde bütünleştirmenin aracıydı, o zeminin fıziksel-mimari anlatımıydı.
Bu yüzden, hayal gücünün, Kuzey'in misafir sevmez ikliminde bir panik nehri olarak canlandırdığı Hadrianus duvarının canlı bir hammadde-mamul mal alışverişinin yatağı olması şaşırtıcı değildir.
Tarih "dışarıdakiler"in öyküsünü anlatmaz. Ancak, sözün bittiği yerde; barbarlar geldi, Bantustanlar unutuldu.
Bir zamanlar taş ve kırılan kemik seslerinin, düne kadar bomba ve füze seslerinin çınladığı topraklar, bugün nispeten sessiz günler yaşıyor. Sessizliği bozan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun, sayısı dahi unutulanlar arasına giren bir kararına rağmen işleyen iş makineleri.
Duvar yükseliyor ve Eski-Yeni Dünya Düzeni'nin panoptikonlarmın mahpusu olmamak için "terör"e bin bir lanet okumak gereken gezegende barışın adı "Pax Americana", bağımsızlığın adı Bantustan oluyor. Peki yarın? Yarın hangi seslere gebe? (BB)