Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Uzun yıllardır, akademisyen ve entelektüellerden oluşan, düşünce dünyası diyebileceğimiz bir dünyanın içinde yaşıyorum. Düşünce dünyasından kastım, bu dünyada düşüncenin kendi içinde bir değer ve hatta amaç olması.
Bu dünyaya giren kişiden düşünce hayatı yaşaması, yani hayatının merkezine düşünme faaliyetini koyması, düşüncenin açıklayıcı ve dönüştürücü gücüne inanması beklenir. Bu, düşüncesini sürekli genişletmesi ve derinleştirmesi, düşüncenin önündeki çeşitli engelleri aşmaya çalışması ve eğer gerekirse düşüncesi uğruna –düşünceyi ciddiye aldığı için– belli riskleri göze alabilmesi anlamına geliyor.
Bunlara itiraz olarak, böyle bir dünyanın gerçek Dünyada olmadığı, kimsenin böyle saf bir düşünce hayatı yaşamadığı, düşünme faaliyetinin diğer faaliyetlerin ve kaygıların hep arkasından geldiği ve düşüncelerini geliştirmek uğruna risk alanların her yerde ve zamanda çok küçük bir azınlık olduğu söylenebilir.
Ayrıca düşünme faaliyetinin kendisinin çoğu zaman görünmez olan içsel duvarların arasında gerçekleştiği, yani düşünen kişinin düşüncesinin duygusal, sınıfsal, dinsel, cinsel, etnik sınırlar tarafından farkında olmaksızın sınırlandırıldığı da düşünülebilir.
Fakat bir ideal olarak düşünce dünyası bu türden itirazları da ciddiye alır, irdeler ve düşünce hayatı süren öznenin diğer dünyalarla birlikte kendi dünyasını ve hatta kendisini de nesneleştirmesini bekler.
Bu ideal, en azından Sokrates’ten beri ve özellikle de düşünce dünyasının topluma ve devlete karşı belli bir özerklik kazandığı son iki yüzyıldır güçlü ve saygın bir şekilde hayatını sürdürüyor.
Bahsi geçen saygınlığın ve itibarın kendine has gücünü, tam tersinden bakarak, örneğin bu ideale karşı saldıran kişilerin ve siyasal hareketlerin bayağı olarak görünmesinden ve tarihe adını öyle yazdırmasından da anlayabiliyoruz.
Ben kişisel olarak bu özel dünyaya, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) asistan olduğum 1999 yılının sonlarında girdim. O yılların SBF’si, Tuğrul Eryılmaz’ın bu seride çıkan yazısında bahsettiği 1960 ve 1970’lerin SBF’sinden epey farklıydı. Kadın öğrenci ve öğretim üyesi sayısı çok artmış, oran olarak yüzde ellilere ulaşmıştı.
Fakat sayısal artıştaki değişimden daha önemlisi, kadın akademisyenlerin önemli bir bölümünün feminist olmasıydı. Feminizmle ilk gerçek karşılaşmam böyle bir ortamda, hatırladığım kadarıyla asistan olmamdan birkaç ay sonra gerçekleşti.
Öğlen yemeğinden sonra kahve-sigara içip sohbet ederken bir şeyler söylüyordum ama kullandığım bir sözcük dışında ne konuştuğumu hatırlamıyorum. O sözcüğü hatırlıyorum, çünkü benim gibi asistan olan feminist bir arkadaşım beni sert bir biçimde, “bayan demeyeceksin, kadın diyeceksin!” diye terslemişti.
O andan aklımda kalan ve unutması mümkün olmayan başka bir şey yaşadığım utançtı. Kulaklarıma kadar kıpkırmızı kesilmiştim. Fakat bu sertlik, o günlerin utancı dışarıda tutulursa, kişisel olarak bana iyi geldi.
Hızlandırılmış bir ders gibi düşündüğüm bu azar sayesinde, kelime seçiminin basit bir seçim olmadığını, arkasında devasa bir tarih ve güç hiyerarşisinin olduğunu, dolayısıyla o kelimenin yerine başka bir kelime kullanmayı seçerek, o tarihin bir parçası olmayı bırakma ve yeni bir dünyanın parçası olma kararı alındığını anlamaya başladım.
Burada birinci tekil şahıs kullanıyorum, fakat benim deneyimim tekil bir deneyim değil. Feministlerin erkek akademisyenleri nasıl eğittiklerini ve değiştirdiklerini yıllar içinde herkes gibi ben de sürekli gözlemledim.
Sanırım değişimin arkasındaki en önemli faktör değişim zorunluluğuydu.
Erkek akademisyenler değişmek zorundaydı çünkü feminizm SBF’de (ve Cebeci’nin diğer fakültelerinde ve dünyanın sayısız üniversitesinde) kendine ait büyük ve meşru bir güçle ortaya çıkmıştı.
Böyle bir ortamda, erkek akademisyenlerin düşüncelerinden sözlerine, erkek erkeğe derledikleri kitaplardan düzenledikleri panellere, yürüyüşlerinden ellerini kollarını kullanma biçimlerine, kadın öğrencilere yaklaşım biçimlerinden romantik ilişkilerindekiler de dâhil olmak üzere çeşitli agresifliklerine; bütün varoluş ve eyleyiş tarzları görülür, sorgulanır ve eleştirilir oldu.
Böylece erkekler, gerçek hayattaki feministlerin eleştirel ve gören gözlerine görünmeden önce, zihinlerindeki hayali bir feministin denetiminden ve onayından geçerek davranmaya başladılar.
bell hooks, erkeklerin ataerkiyi reddederek değişmesi ihtimali üzerine olan kitabında, erkeklerin aslında değişmek istediklerini, fakat değişmekten korktuklarını; bu nedenle feminizmin erkeklere yardım etmesi, onlara belli değişim haritaları sunması gerektiğini söylüyor.[1]
Ne var ki, bu paragrafta bahsettiğim gibi, düşünce dünyası gibi belli alanlarda korkunun (görülme, küçümsenme, geride kalma korkusu) kendisi de bir değişim aracı olabilir.
Fakat değişimin nedeni sadece negatif değil, yani değişim sadece korkudan veya zorunluluktan kaynaklanmıyor. Erkekler, erkekliğin getirdiği gücü ve erkeklik imtiyazlarını kaybettikçe, böylece çevrelerindeki kadınlarla daha eşit bir ilişki kurdukça, erkekliğin bizzat kendilerini de ezen, katılaştıran, eş zamanlı olarak hem acı veren hem de onları sıradan biri yapan yüklerinden kurtulmaya başladılar.
Bu bir yandan düşünceleri üzerindeki görünmez engelleri görmelerini, dolayısıyla daha iyi düşünmelerini sağladı. Öte yandan da, feminist kadınlarla kurulan arkadaşlık ve sevgililik ilişkileri, belli bir eşitlik içerdiği için, daha önce haberdar ve aşina olmadıkları bir yakınlık türünü tanımalarını sağladı.
Bu yakınlık türü sayesinde, erkekler kendi duygularıyla ilişkilenebiliyor, yani ne hissettikleri ve neden öyle hissettikleri üzerine düşünmeye başlayabiliyor, bu da karşıdaki insanın duygularıyla ilişkilenebilmelerini beraberinde getiriyordu.
Özellikle kendini daha iyi görmek ve tanımak tarihin ve toplumun sıradanlaştırıcı etkisinden kurtulma sağladığı için, bu deneyimi yaşayan erkekler özgürleştiklerini hissettiler.
Bütün bunlar nedeniyle, parçası olduğum sol düşünce dünyasında, sosyalist erkekler hep feminist kadınlarla arkadaş ve sevgili olmak istediler. Feminist olmayan bir kadınla birlikte olan bir erkek, aslında yerinde sayma kararı da almış oluyordu ve bu çevresinde de böyle algılanıyordu.
Ama parçası olduğum dünyada böyle erkekler azdır. Dolayısıyla feminizmin sosyalizm üzerindeki etkisi sadece siyasal ve düşünsel değil, aynı zamanda kişiseldir. Sosyalizm ile feminizmi ayrı düşünmek artık mümkün değil, aynı şey olmasalar da.
Burada, sol düşünce dünyasındaki erkeklerin erkekliklerinden bütünüyle sıyrıldıklarını, örneğin kabalaşmadıklarını, agresifleşmediklerini, erkek muhabbeti yapmadıklarını, kadın düşmanı olmadıklarını, kadınlara karşı fiziksel veya psikolojik şiddet uygulamadıklarını, kadınları taciz etmediklerini söylemeye çalışmıyorum.
Bunlar ve daha fazlası her alanda olduğu gibi düşünce dünyasında da var. Fakat ben bu yazıda –diğer dünyalarda yaygın veya hâkim olan erkeklik hallerinin düşünce dünyasındaki varlığına odaklanmaktansa– düşünce hayatına özgü, bu dünyada yaygın ve saygın olan belli bir erkeklik hali üzerinde durmak istiyorum: Erkek entelektüel otoritesi.
Erkek akademisyenlerin/düşünürlerin/entelektüellerin kişiliklerini çevreleyen otorite havası/aurası bilgi ve teoriye olan hâkimiyetle veya hâkimiyet iddiasıyla, üsluplarına yansıyan buyurganlık ve kendinden eminlikle, çok sayıda konuda aynı iddiayla yazabilmeyi kendine hak görmekle, büyük konuları güçlü/sert düşüncelerle ele almakla ya da küçük bir konuyu en kapsamlı şekilde irdelemekle yaratılıyor.
İster kitaplarla ve makalelerle yaratılan bilimsel otorite, ister köşe yazılarıyla ve Twitter paylaşımlarıyla yaratılan kanaat önderliği olsun, bu bilen/gören/anlayan özne olma hali çoğunlukla onlardan daha genç olan erkekler tarafından hayranlıkla izlenip onandığı ölçüde de doğrulanmış ve tamamlanmış oluyor.
Diğer bir deyişle, düşünce sahnesine özgü bu erkeklik performansları, erkek izleyicilerin hayranlık dolu bakışlarıyla birlikte bir otoriteye dönüşüyor. Her ne kadar kadınların itirazlarıyla bu sahnenin büyüsü kısmen bozulmuş olsa da, erkekler bu itirazları da içererek entelektüel otoritelerini sürdürmeyi başarabiliyorlar.
Örneğin J.M. Coetzee’ye göre, “rasyonel ve seküler entelektüel” kolay kolay incinmez, incinmenin zayıf bir düşünsel pozisyondan kaynaklandığını bilir ve serbest entelektüel tartışmanın kazananının aklın kurallarına göre belirleneceğini düşünür. Eğer bir sözden veya eleştiriden dolayı incinip öfkelenirse, neden incindiği üzerine, yani kendi duyguları üzerine de düşünür, kendi duygularının analizini yaparak kendisini nesneleştirir.
Entelektüel, Sokrates’ten bu yana itibarını koruyan “kendini tanı” ilkesi uyarınca, kendisine yönelik eleştirileri ve hatta aşağılayıcı olabilecek saldırıları dahi gülümseyerek karşılayabilir, bunları cesaretlendirebilir.[2]
Her ne kadar Coetzee her açıdan yeni/yumuşak bir erkek/yazar olsa da ve kendi otoritesinin altını kendisini sürekli görelileştirerek oysa da, bu entelektüel tanımının ancak bir erkek tarafından yapılabileceğini düşünüyorum: İncinmeyen, incinse bile bu duygusuna itibar etmeyen, kendi düşüncelerine yönelik eleştirileri anlayışla karşılayan ve bunlardan yararlanan bir tip.
Fakat bu sadece bir tanım değil. Bu türden erkek entelektüeller, hiç değilse böyle olmak isteyen erkek entelektüeller, gerçekten de çoktur ve bu entelektüellik tarzı onlar için kişisel ideallerin belki de en büyüğüdür.
Aynı bağlamda sosyoloji disiplinine bakıldığında, son elli yılın belki de en büyük otoritesi olan Pierre Bourdieu bence ilginç bir örnek teşkil ediyor. Bourdieu, otoritenin nasıl inşa edildiği üzerine de çalışmış biri olarak, hayranları/takipçileri tarafından sürekli olarak yeniden üretilen otoritesini bizzat kendisi yaratmıştır.
Bunu kendinden emin ve buyurgan üslubuyla, geliştirdiği zengin kavramsal setle, saha araştırmalarıyla, düşünümsellik çabasıyla ve neredeyse girmedik konu bırakmamasıyla yaptı. Bunu, belki bir anlamda kadınlardan da daha iyi yapacağı inancıyla ve kadınlardan gelebilecek eleştirileri baştan göze alarak, erkek egemenliği üzerine yazacak kadar da ileri götürdü.[3]
Yine bu bağlamda tarihsel sosyolojinin en büyük ve etkili isimlerinden olan Immanuel Wallerstein örneğine bakmak da ilginç olabilir. Wallerstein, inşa ettiği “dünya-sistemleri analizi”, kavramsal araçlar ve akademik kurumlarla sadece dünya(lar) tarihini analiz etmekle kalmamış, sürekli bir biçimde dünyanın geleceği hakkında da projeksiyonlarda bulunmuştur.
Erkek entelektüellere özgü bu her şeyi bilme, görme, önceden görme iddiası ve arzusuna, bunları yapmayı kendine hak görme duygusunun da eşlik ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle, örneğin bir kadın tarihsel sosyoloğun, bu denli geniş zamanlar ve mekânlar hakkında fikirler ileri sürme, sadece geçmişle yetinmeyip gelecek hakkında da konuşma arzusuna sahip olabileceğini tahayyül etmekte zorlanıyorum.
Bu erkek entelektüeller yerine sayısız başka örnek de bulunabilirdi, fakat ben çok sevdiğim ve eserlerinin neredeyse hepsini okumaya çalıştığım bu isimleri, yani Coetzee, Bourdieu ve Wallerstein’i özellikle seçtim. Başka bir deyişle, bu isimlere yönelik herhangi bir önyargım veya antipatim yok. Tam tersine, onların üsluplarına, kavramlarına, bakış ve görüş tarzlarına, otoritelerine hayranlık duyuyorum.
Fakat yine de, bu tarz bir yazış ve düşünüşün belli bir erkeklik tipiyle ilgili olup olmadığından ve benim hayranlığımın da erkeklikle ilgili olup olmadığından emin olamıyorum. Böyle yazmak ve düşünmek olması gereken şey midir, yani kadınlar da mı böyle yazabilmeli ve düşünebilmelidir, yoksa bu gerçekten de erkek egemenliğinin ve erkek egosunun/narsizminin düşünce dünyasına özgü bir yansıması mıdır?
20. yüzyılda erkek entelektüellerin ilgi alanlarının genişliğiyle ve otorite yayan üsluplarıyla yarışabilecek nadir kadın düşünürlerden biri olan Hannah Arendt, “yaygın bir etkiye ulaşmak istiyor musunuz?” diye soran erkek meslektaşına –ve benim zihnimdeki sorulara– şöyle cevap veriyor: “İronik olabilirim belki ama bu maskulin bir soru. Erkekler hep muazzam ölçüde etkili olmak isterler …”[4]
Fakat bu tespit bazen içimde güçlü bir kaygı yaratıyor. Yazdıklarımdan ve yazmak istediklerimden de mi vazgeçmem gerekiyor? İstediğim konuda istediğim gibi yazamayacak mıyım? Kendimi kendi ellerimle mi eksilteceğim? Bundan da vazgeçersem, Ben’den geriye ne kalacak?
Bunların “rasyonel düşünceler” değil, “istikrarsız duygular” olduğunu; feminizmin değiştirdiği erkeklerden biri olarak, Ben’imi –en azından bilinç düzeyindeki haliyle– çok ciddiye almamak gerektiğini kendime hemen hatırlatıyorum, ama zaman zaman bu türden sorularda cisimleşen bir kaygı dalgasının içine girmeme de engel olamıyorum.
Ayrıca bu türden kaygıların bana mahsus olmadığını, çevremdeki erkeklerin büyük bölümünün, değişik bağlamlarda ve anlarda, “bu kadarı da fazla artık, bunu da mı yapamayacağız” diye hissettiğini biliyorum. Fakat her halükarda, düşünce dünyasının içindeki erkeklerin, erkeklik krizini –başka bir deyişle çeşitli haller alan erkekliklerinin görülmesini, sorgulanmasını ve irdelenmesini– yücelerek ve değişerek aşabilecek kültürel sermayeleri mevcut.
Bu kültürel sermayeye sahip olmaları beklendiğinden dolayı, krizin içinde donup kalan erkekler düşünce dünyasında hoş karşılanmıyorlar, küçümseniyorlar ve bu nedenle erkeklik krizleri daha da derinleşiyor.
Fakat erkeklik krizi, bu krizi yücelerek aşabilecek kültürel, sosyal veya ekonomik sermayeye sahip erkeklerle sınırlı değil. Çoğu erkek için bir değişim hattı, değişimden maddi veya manevi çıkar/doyum elde edebileceği bir yol haritası yok.
Kadınlar güçlendikçe, özgürleştikçe, özerkleştikçe, bedenlerini taşıma biçimlerinden sözel ifade biçimlerine kadar yayılan özgüvenleri arttıkça, iş piyasasına daha fazla girdikçe ve erkeklerle daha fazla rekabet ettikçe, çok sayıda erkeği değiştirip onlardan “yeni erkekler” yarattıkça; erkekler güçsüzleşiyor, bazı imtiyazlarını kaybediyor, korkuyor, öfkeleniyor, ellerinde kalan tek iktidar olan kadınlar üzerindeki iktidarlarına dört elle sarılmaya çalışıyor.
Ayrıca erkeklik krizi, ulus-devletlerin kriziyle ve artan ekonomik eşitsizlikler/belirsizliklerle birleşince daha da yoğunlaşıyor. Erkekleri ve ulusları kadınsılaştırdığı düşünülen feminizme duyulan nefret, kadınlara ve LGBTİ bireylere yönelik düşmanlık ve şiddet artıyor.
Erkeksiliği, gücü, atılganlığı, saldırganlığı ve korkusuzluğu temsil eden Erdoğan, Trump, Putin, Modi, Orbán gibi liderler, erkeklerin ve ulus-devletlerin krizini telafi edebilecek eril ve milliyetçi kahramanlar olarak ortaya çıkıyor ve kazanıyorlar.
Milliyetçilikle erkekliği, erkeklikle ise ulus-devleti ve kendi iktidarlarını tahkim etmeye çalışıyorlar. Örneğin Trump’ın Başkanlık seçimini kazanması, muhtemelen Beyazlık kriziyle ilgili olduğu kadar erkeklik kriziyle de ilgili (Siyah ve “yeni erkek” Obama’ya karşı, Beyaz ve “eski erkek” Trump).
“Veganlığın önlenemez yükselişi” dahi erkekliğin ve ulus-devletin gücüne yönelmiş bir saldırı olarak algılanabiliyor. Veganlığın yükselişinin feminizmin yükselişiyle doğrudan ilgili olmadığı iddia edilebilse bile (ki muhtemelen ilgili), özellikle Batı’da veganların çok büyük bölümünün kadın ve genç olduğu düşünüldüğünde ataerkinin veganlıktan neden korktuğu daha iyi anlaşılabilir.
Feminizim ve veganizm, saldırganlığa ve şiddete karşı günümüzdeki belki de en güçlü eğilimleri temsil ediyorlar.
Ezici çoğunluğu erkek olmak üzere çok sayıda gözlemci, en başta da Wallerstein, Dünya’nın –kapitalizmin yapısal krizi de dâhil olmak üzere– çok boyutlu bir kriz içerisinde olduğunu, bunun on yıllar süreceğini, nihai sonucun ise küresel sol ve küresel sağ arasındaki mücadeleyle belirleneceğini söylüyor.
Gerçekten de olağanüstü bir dönemden geçildiğini, merkezin ve anaakımın çöktüğünü, aşırı sağ ve radikal solun güçlendiğini herkes görüyor. Bu uzun sürecek mücadelenin oluşmakta olan kamplarına bakıldığında, gerçek tablo çok daha karmaşık ve indirgenemez olsa da, şöyle bir genelleme yapılabilir sanıyorum: Bir tarafta devletler, sağcılar, milliyetçiler, anti-feministler ve “eski erkekler”, diğer tarafta taban hareketleri, solcular, enternasyonalistler, feministler ve “yeni erkekler” var.
Peki böyle bir mücadelede, tipik bir “yeni erkek” ve elli yıldan fazladır vejetaryen olan Jeremy Corbyn gibilerin, “Kimsenin Türkiye’yi vejetaryen diyete mahkûm edilmiş bir aslanlar ülkesi haline getirmeye hakkı yok” diyen Tayyip Erdoğan gibilere karşı kazanma şansı var mı?
Her türlü savaş silahını ve fiziksel saldırganlığı kullanan eşitsizlik taraftarı güçlere karşı, eşitlik taraftarlarının şiddet-karşıtı ve etik yöntemleriyle mücadele edilebilir mi?
Feministler, yumuşattıkları ve onlardan yeni bir erkek tipi yarattıkları “erkek yoldaşları”yla birlikte bu mücadeleyi kazanabilir mi? Veya daha da genel olarak, gittikçe yumuşayan bir güç gittikçe sertleşen bir gücü yenebilir mi?
Bu türden sorulara olumlu cevap verme eğiliminde olsam da, bunlar retorik sorular değil. Yani cevaplarından tam olarak emin olamadığım sorular. Ama soruların içerdiği mantıktan da emin olamıyorum, çünkü bu türden büyük soruları ancak bir erkek sorar diye düşünmekten kendimi alamıyorum. (BÜ/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses
[1] bell hooks, Değişme İsteği: Erkekler, Erkeklik ve Sevgi, çev. Zeynep Kutluata (İstanbul, bgst Yayınları, 2018).
[2] J.M. Coetzee, “Taking Offense”, Giving Offense: Essays on Censorship (Chicago: The University of Chicago Press, 1996), s. 3-5.
[3] Pierre Bourdieu, Eril Tahakküm, çev. Bediz Yılmaz (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2015).
[4] Hannah Arendt, Formasyon, Sürgün, Totalitarizm: Anlama Denemeleri (1930-1954), çev. İbrahim Yıldız (Ankara: Dipnot Yayınları, 2014), s. 40-41.