Başbakanın/siyasi iktidarın son yıllarda giderek artan bir biçimde daha da otoriterleştiği, kendisine oy vermeyen kesimleri görmezden gelerek ve ötekileştirerek toplumu keskin sınırlarla birbirinden ayrıştırdığı şeklindeki eleştiri son derece haklı.
Ancak yaratılan bu ayrışma kadar tehlikeli ve uyanık olunması gereken başka bir konu daha var ki, bu da iktidarın dilinin giderek daha fazla erilleşiyor olması.
Başbakanın artan bir ivmeyle daha ataerkil, cinsiyetçi bir dil kullanması ve icraatların da buna paralel olarak ilerliyor olması, kadınlar başta olmak üzere eşit bir toplum hayali olan herkesin geleceğe yönelik kaygılarını haklı olarak arttırmakta.
Zira, siyasi iktidar tarafından parça parça gündeme taşınan ve her birine “kadınların çıkarı”, “gençlerin menfaati” gibi gerekçelerle meşruiyet sağlanmaya çalışılan icraatlar alt alta yazılıp toplu olarak değerlendirildiğinde, son derece sistemli olarak,Adalet ve kalkınma Partisi'nin (AKP) bir yere varmaya çalıştığını görüyoruz.
Türkiye gibi ataerkinin ağır yaşandığı bir ülkede, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve bunun ağır sonucu olan kadına yönelik şiddet konusu; en önemli siyasi gündemlerden birisi olmalı. Bu konunun toplum ve medya tarafından derinlemesine olmasa da, yine de konuşulmaya başlanması hayırlı bir gelişme.
Buna karşın başbakanın son yıllarda özellikle kadınları ilgilendiren alanlarda yaptığı çıkışların niceliksel artışına rağmen, bu çıkışların eşitlik bağlamından son derece uzak hatta eşitsizliği pekiştiren bağlamlarda olduğunu, kadın hareketi sık sık dile getiriyor.
Son bir haftadır başbakanın “Kızlı erkekli aynı evde kalıyorlar, bu bizim aile ve muhafazakar demokrat yapımıza ters” cümlesini konuşuyoruz.
Hatırlamak kolay, aynı öğrenciler kızlı erkekli merdiven çıkan öğrencilerdi. Haziran direnişinde kızlı erkekli Gezi Parkında nöbet tutan, direnen de onlardı. Toplumsal muhalefet, birlikteliğini şehrinin nefes alacağı alanlarına sahip çıkmak üzerinden kurmuştu ki, zeminimiz başka bir noktaya kaydırıldı. Kızlı erkekli çadırlarda sabahlamak, içki içmek vb…
Başbakanın kızlı/erkekli açıklamasını müteakiben, AKP’nin milletvekilinden bakanına birçok ismi tarafından bunun ne kadar da önemli olduğu, hatta “kızlı erkekli kalınan evlerde terörist yetiştirildiği”, bu sebeple de durumun önüne geçilmesinin elzem olduğu dile getirildi.
Adana valisi; başbakanın konuşmasını talimat kabul ettiğini, gereğinin yapılacağını söyledi. Sosyal medyaya polisin birçok eve düzenlediği baskınlar hakkında haberler düşmeye başladı. Başbakanın konuşmasından cesaret alan bazıları, “Karma evlere baskın yapmak çoğunluğun hakkıdır” diyebilecek kadar ileri gittiler.
Reşit bireylerin kiminle nasıl yaşayacağına devletin veya çoğunluğun müdahalesinin hukuken mümkün olmadığı tartışma götürmez bir gerçek.
Fakat biz bu yazıda, neden hukuki olmadığı konusuna girmeyeceğiz. Konunun hukuku ilgilendiren tarafı olmakla birlikte, esasen politik bir duruşun eseri ve göstergesi olduğu gerçeğine daha çok odaklanmak gerektiğini düşünüyoruz.
Ayrıca pozitif hukukun, iktidar tarafından istendiğinde kendi çıkarı doğrultusunda nasıl yeniden düzenlenebildiğine veya var olan halinin kendi “yorumları” ile uygulanageldiğine birçok kez şahit olduk.
Kadına yönelik eşitsizlik, kamusal alanda olduğu kadar özel alanda da kendisini var eder. Bu yüzden kamusal yaşamda eşitlik talebiyle başlayan kadın hareketi, 1970’lerden itibaren “özel alan politiktir” diyerek özel alanda eşitsizliği doğuran aile, cinsellik, şiddet gibi konuları da gündemine aldı.
Özel alanın politik olduğu önermesi her ne kadar kadın hareketi dışında sıkça dile getirilen bir söylem olmasa da, iktidarlar icraatları ile özel alanı değiştirerek, yeri geldiğindeyse mevcut halini korumaya çalışarak, aslında özel alanın politikliğini kullanırlar.
Ancak genellikle iktidarların özel alana yönelik müdahaleleri eşitsizliği ortadan kaldırmaya değil, tam tersi korumaya ve pekiştirmeye yönelik oluyor. Türkiye özelinde baktığımızda, başbakanın kadına yönelik şiddetle ilgili sadece 25 Kasım ve 8 Mart’larda konuşup eşitsizlik ve ayrımcılıkla ilgili ise hiç konuşmadığını; öte yandan kadınların kaç çocuk doğuracağı, ailenin kutsallığı, evlilik dışı kadın erkek ilişkilerinin örf ve adetlere ne kadar aykırı olduğu gibi konuları ise sıklıkla dile getirdiğini görüyoruz.
11 yıllık iktidar sürecinde sergilenen bu dengesizliğin, tesadüf olduğu söylenebilir mi?
Geldiğimiz noktadaki durumun, salt bir iktidarı kaybetme korkusuyla göz karartmak olduğunu ya da gizlenecek esas konular için gündem değiştirme amacı taşıdığını söylemek, nihai bir hedefi görmezden gelmek ve “kızlı erkekli” açıklamasının gerçekte taşıdığı anlamı perdelemek olur.
Cemil Çiçek'in 1990’da devlet bakanıyken “Flört fahişeliktir.” diye açıklama yapması üzerine, evlilik kurumunun kadının köleliğini pekiştirmekten ve onu daha da güçsüz bir konuma çekmekten başka bir anlam taşımadığını söylemek ve bu kurumu eleştirmek için 30 feminist kadının kocalarıyla birlikte imza attığı bir eyleme (boşanma eylemine) ilişkin Tayyip Erdoğan’ın eski bir konuşması, aslında zihniyeti açısından bugünle ne kadar örtüştüğünü gözler önüne seriyor.
Tayyip Erdoğan bu eylem için şöyle bir açıklama yapıyor: “30 tane feminist kadın. Bunlar evliymiş daha önce… İstediği zaman istediği insandan çocuk doğurma hürriyetine sahip olmak istiyormuş. Onun için de ne yapmışlar, kocalarıyla anlaşarak boşanma davası açmışlar. Ee, o onun nikahsız kocası olacak, o da istediğiyle istediği zaman işi bitirecek. Nereye götürülüyor bu toplum Allah aşkına? Piçlerin yetiştirilmek istendiği bir toplum meydana getirilmek isteniyor.”
Bu açıklama, kadına ilişkin bakışın Tayyip Erdoğan için dün neyse bugün de o olduğunu idrak edebilmek için son derece uygun bir yeri işaret ediyor.
Üstelik de, bunun gündem değiştirmek için seçilen bir oyundan çok daha ötesi olduğunu anlamak açısından da anlamlı. Başbakanın son söylediği ve çeşitli bakanlarca da desteklenen ifadeler, AKP’nin siyasi gündemine ve ideolojik duruşuna çok da dışsal olmadığı ve tam aksine başka icraatları ile birlikte düşünüldüğünde son derece tutarlı ve belli bir amaca hizmet eden bir duruşun aynası olduğundan; ihmal edilmeden, itinayla düşünülmesi ve tartışılması gereken konular.
Kızlı erkekli evlere karşı çıkan iktidar mensupları, esas olarak evlilik dışı cinsel ilişkiye karşı çıkmakta. Cinselliğin şeytanileştirilerek yasaklanmasının/kısıtlanmasının geçmişi çok eski.
Fakat yasağın ilk zamanlarından bugüne, iktidarların mantığı hemen hemen aynı. Cinselliğin baskıya konu oluşunun nedenlerinden birisi, haz verici işlevinin önüne geçilmesi ve sadece yeniden üretim faaliyetine dönüşümü sağlanarak, işgücünü sömürebilecekleri bireylerin doğurulmasına hizmet etmesinin sağlanması.
AKP’nin evliliği ve çocuk doğurmayı teşvik eden, kadını çalışma yaşamından çok ev içinde tanımlayan politikalarıyla birlikte düşünüldüğünde, daha rahat anlamlandırılabilecek bir politika.
AKP’nin iktidar olduğu on bir yıl boyunca tüm yapıp ettiklerinin; ülke ekonomisinden eğitime, kamusal hizmetlerdeki dönüşümden barınmaya, sağlıktan kurumsal kadrolaşmaya kadar, ülkeyi bir yerden başka bir noktaya getirdiği ve bunun da AKP ile sembolleşecek özgül bir anlamı olduğu inkar edilemez bir gerçek.
Tüm bu dönüşümler, bir noktadan başka bir noktaya gidişi temsil etti. Öyle ki sloganik olarak da “ileri demokrasi, durmak yok yola devam” gibi söylemler, dönüşümün devam ettiği ve edeceği gerçeğinin dayanaksız bir tahmin olmadığını gösteriyor.
Bu gidişatın ivmesinin sürekli artışı ise, iktidarın her seçimden nicelik olarak daha güçlü bir şekilde çıkmasıyla perçinlendi. Bireylerin hayatlarına, evlerinin içerisine kadar giren müdahalelerin daha hızlı veya daha hırslı gerçekleşmesi ise, zihniyeti besleyen şeyin muhafazakarlık oluşuyla açıklanabilir.
Geldiğimiz noktada siyasal iktidar için geriye atılacak bir adım yok. “Durmak yok, yola devam” şiarının işaret ettiği şeyi, belki de yeterince fark edemedik. Burada herhangi bir kesime fatura kesmek gibi bir şeyi amaçlıyor değiliz; ancak toplumsal muhalefetin her zamankinden güçlü oluşu ve artık rahatsız olan kalabalığın gitgide büyümesi, eskiden öngörülemeyen bir şeyin olduğu ya da biriktiği fikrini ortaya çıkarıyor.
Geriye atılacak bir adımın olmayışı ise, bundan sonra “rahatsız edilme” halinin gitgide artacağının açık bir göstergesi. Bu sebeple, ileriye dönük endişe duymak hiç de yersiz değil.
Durduğumuz noktada, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, oluşturulan kadın ve erkek rolleri açısından endişe duyuyoruz. Çünkü artık tartışma konusu bile olamayacak sandığımız kazanımlarımız ve özgürlük alanlarımız bile, müdahaleye maruz kalıyor. Anayasal haklarımız dahi savunma konularımıza dönüşüyor.
Yaşama hakkımız, sadece öldürülmeme hakkı olarak tariflenmiş oluyor örneğin. (Protesto hakkını kullanırken öldürülenleri de unutmuş değiliz üstelik.) Oysa yaşama hakkı, sadece öyle ya da böyle bir yaşar kalma halini tarif etmiyor. Yaşama hakkımız, kendi tesis edebileceğimiz bir özgürlük ve kendini var etme hali olmaktan çıkıyor ve siyasal iktidarın bir sözüyle, aslında ona devrediliyor.
Reşit bir kadının ve erkeğin aynı evde kalmasının tartışma konusu olması ne demek? İnsanların özel alanlarında, evlerinde kiminle ve nasıl yaşadığının bile iktidarın gündemine girmiş olmasının, akla mantığa sığacak tek bir yanı yok. Halkın ihtiyaç ve gündeminden bağımsız olarak siyasi iktidarın/başbakanın öncelik ve isteklerine göre belirlenen konuları, tam da başbakanın çizdiği sınırları ihlal etmeden konuşuyor ve tartışıyoruz.
Yapılan açıklamaların içeriğinin de ötesinde, tartışmalı konulara işaret ettiği tüm seferlerde, ne yazık ki zemin de yine siyasal iktidar tarafından belirlenmiş oluyor. Muhalefetin tartışmaya müdahil olduğu anlarda, söyleyeceği sözün ayağının nereye bastığının farkına varabilmesi için, mutlaka bu zemini öncelikli olarak algılamış olması gerekiyor.
Aksi durumda, muhalefet olsa olsa siyasal iktidarın tartışma zemininin konuğu oluyor. Muhalefet o zeminden çıkmayı akıl edemiyor ya da basireti bağlanıyor.
İnsanlar başbakanın “O evlerde ne oluyor?” sorusuna onun kafasından geçenden başka bir yanıt verme gayretiyle, onun “merakını” tatmin etmiş olmak dışında bir şey yapmış olmuyor; halbuki sorunun geçersizliğini, sorulamazlığını konuşmak ve tartışmayı önceki zeminden kaydırmak gerekiyor.
İnteraktif sözlükler, facebook, twitter gibi başlıca sosyal medya mecralarında “o evlerde yaşanıyor ama…”lı cümleler dönüyor. İnsanlar bir “ahlak” çerçevesinden kurtulmayı hedeflerken, başka bir “ahlak” sınırı çizmeye zorlanıyor.
Öte yandan, kadınların barınmadığı erkekli öğrenci evlerinin kirli, pis, bol bulaşıklı, temizlenmeye muhtaç hallerini ortaya döken resimler paylaşılıyor.
Alt metni, temizliğin kadın işi olduğuna işaret eden, biçimde muhalif, esasta erkek egemen fotoğraflar oluyor bunlar.
“Aynı evde yaşadığımız kadına yan gözle bile bakmadık, halbuki oldukça da abazandık” temalı yazılar dönüp duruyor.
Bunun da alt metni, önceki gibi gizli olduğu kadar tehlikeli oluyor aslında. Yan gözle bakılan veya bakılmayan, bunun tercihi erkeğe kalan, bir arzu nesnesine dönüşen ya da dönüşmeyen, namusu “kirletilen” ya da “korunan”, ama hep edilgen olan yine kadın oluyor.
Sonuç olarak, AKP’nin muhafazakar tandanslı kadın düşmanlığı ve bedenlerimiz üzerinde yürüttüğü politikalar kadınları iki defa vuruyorsa da, muhalif söylemin onunla aynı zeminde yürüttüğü özde erkek egemenliğinden sıyrılamamış olan dil de, kadınları en azından bir kere vuruyor.
Tüm bu sebeplerle; AKP’nin tüm neoliberal politikalarıyla birlikte kadını ikincilleştiren, ona bir anne ve eş olmak dışında paye vermeyen, özgürlüğünü başını örtmek dışında hiçbir alanda desteklemeyen hatta söz konusu bile etmeyen yasakçı zihniyetine karşı örülecek bir toplumsal muhalefetin başarısı, ancak muhalefetin eril diline de muhalefet etmekle mümkün hale geliyor. (ÖI/SKC/HK)
* Özge Işıkçı ve Seher Kırbaş Canikoğlu, Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans