“Gecenin hangi saatinde kalkarsan kalk, mutlaka aydınlık bir oda var apartmanların birinde. İyi geliyor bu. Sigaramın yanan ucuyla mesaj yolluyorum: Ben de buradayım, yatağıma sığamıyorum.”
Dünyayı saran yeni bir virüs. Aşısı henüz bulunmamış ve toplumun en kırılgan kesimlerinin peşine düşmeye ant içmiş. Distopyayı andıran bu hikâyede zenginler köşe başlarını kapmış, yoksullar ve güvencesiz çalışanlar ise hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmek zorunda. COVID-19’un taşeron, düşük maaşlı, güvencesiz çalışanları; kuryeleri, eczacıları, hemşireleri, prekaryayı nasıl etkilediğini en yalın ve insani boyutuyla Pınar Öğünç’ün kaleminden okuduk.
Gazete Duvar’da yayımlanan haber-yazı dizisi sayesinde, canının kıymeti olmayanların canlı kanlı insan olduğunu yine ve yeniden hatırlattı bize Öğünç. Derin bir kuyuda unutulanları olabildiğince politik bir halatla yeniden “yeryüzüne” çıkardı. Öğünç, bu dizisiyle başka bir şeyi daha başardı: Prekarya kavramını akademinin elinden alıp gündemimize soktu.
Prekarya, günümüz toplumlarının en yakıcı gerçeklerinden birini ifade eden, görece yeni bir kavram. Esnek istihdam rejiminde sürekli değişen işlerde çalışan, geçici statülerde tutulan ve düzenli olmayan işlerde istihdam edilen kişileri tanımlıyor. Dünya genelinde giderek büyüyen ve Guy Standing tarafından “yeni tehlikeli sınıf” olarak tanımlanan grup, bazen “çalışan yoksullar” bazen de “güvencesiz işçiler” olarak adlandırılıyor. Guy Standing, söz konusu kitabında iyi ya da kötü, bir geleceğe sahip olmayan bu kişilerin özellikle toplumsal hafızadan yoksun işlerde çalışmasının, mevcut durumun en kötü sonuçlarından biri olduğuna değiniyor.
Mektuplar
Ağaçları söken kasırgalar, duvardan akan sular, taşlar, gri kelebekler, kurtlu yeşil mercimekler, patatesli börekler, yıldırım yaraları, zeytin ve nar ağaçları ve yeni bir yaşamın inşası.
Gazeteci-yazar Pınar Öğünç, Kolektif Kitap aracılığıyla okurla buluşan ilk romanı “Şu Anda Burada Mıyız?”da prekaryanın bu karmaşık ve üzüntü verici evrenine dalıyor. Ve bunu, bir kez bile işten, çalışma koşullarından, hak gasplarından ve havada uçuşan CV’lerden bahsetmeyerek yapıyor.
Öğünç, sekiz kişi üzerinden bizi prekaryanın zihnine hapsederken, zaman kavramını da kendine doğru eğip büküyor. Anlatı, esasen bir günlük bir zaman dilimini kapsasa da bu sekiz kişinin yaşadığı ve her boyutunu kanıksadığı tuhaflıklar, çaresizlikler ve gerçeküstü durumlar size haftalar, hatta mevsimler boyu sürmüş gibi hissettiriyor. Kitabın ilk bölümü sizi hikâyeye hazırlarken ikinci bölümde Öğünç, sizi sarıp sarmalayan dili ve büyülü dünyasına göre karakterlerini inşa ediyor.
Anlatının çoğunlukla Suzan karakterinin N.’ye yazdığı mektuplarla bölünmesi ise sizi çekildiğiniz dünyadan ya da belki daldığınız kasvetli uykudan uyandırıyor. N.’ye yazılan mektupların bazen “Senin, Suzan” diye bitmesi ise okura bazen Dostoyevski'nin “İnsancıklar” (Bednye Lyudi) mektup-romanını hatırlatıyor. Dostoyevski’nin ve hatta Rus edebiyatının ilk toplumsal romanlarından sayılan kitap, baş karakterin iç dünyasındaki zorluklarla başa çıkma çabasını ve ruhsal sıkıntıları konu ediniyordu. Roman, karakterin iç monologları ve düşünceleri üzerinden insan psikolojisinin en derinlerine iniyordu. Ve bu başarısı sayesinde Dostoyevski'nin “en küçük” kitabı olmasına rağmen en önemli kitaplarından biri olarak anılıyor.
Aynı gün
Öğünç, romanında yer alan mektuplarda “İnsancıklar”dan ne denli etkilendi, bunu bilmiyorum; fakat böyle düşünmek benim için başka açılardan da besleyici. Masa’nın etrafında konumlanan sekiz kişinin yaşadığı buhran üzerinden Öğünç’ün bir topluma tuttuğu ışık, mütevazı kâtip Makar Devuşkin’in Varvara Alekseyevna/Dobroselova’ya yazdığı mektuplar üzerinden Rus toplumuna ve yoksulluğuna, umutsuzluğuna tuttuğu ışığa benziyor. Yine aynı şekilde Öğünç’ün tüm bu karamsar tablo içinde, kitapta geçen ifadeyle kurduğu “diyalektik peri masalı” da "İnsancıklar"ın çatı ve bodrum katlarında yaşayanlara hayat veren ilham perisine hayli benziyor.
Bu haliyle; uzmanların önerdiği gibi tabletle geçmişe bakan, önemli kişilerin hayat hikâyelerini toplayan, sanki akvaryumdaki balıklardan biriymişçesine metrolara, otobüslere binebilmek için evrimleşen, kulaklığını bir an olsun çıkarmayan, ofisi çalışma masasındaki bilgisayardan ibaret olan, öte yandan hayvanların gözünden nasıl görüldüğünü delicesine merak eden; ama çalışan ve sürekli çalışan, bir geleceği olmayanların romanı “Şu Anda Burada Mıyız?”
Sahiden, yaşadığımız ve nedense ya da mecburen kanıksadığımız bunca şeye rağmen, her sabah aynı güne uyandığımız, aynı toplu taşıma aracına bindiğimiz, neredeyse aynı yemekleri yediğimiz, pişirdiğimiz bir evrende; aynı sinema salonunda izlediğimiz benzer filmler, aynı mekânlarda içtiğimiz içkiler, ilgimizi çeker mi diye aynı kitapçıda sayfalarını çevirdiğimiz kitaplarla, şu anda burada mıyız?
“Hayatımda olup bitenlerin tamamını anlatmadığım için, hayatımı süslü olmayan ve aslında eksik cümlelerle sunduğum için bana kızıyorsun belki. Sırf evden azıcık uzakta olayım diye girdiğim, yol parasıyla yemek masrafını düştüğünde para bile kazanmadığım bir-iki aylık işlerden, o işleri yapmayı kabul etmiş olan Suzan’dan söz etmeyince Suzan’ı ne kadar tanıyabilirsin? İşinden ya da mesela şu an benim gibiler için işsizliğinden konuşmadan birini ne kadar anlayabilirsin? Ben de bilmiyorum bunların cevaplarını.” (TY)
Künye
Şu Anda Burada Mıyız?
Pınar Öğünç
Yayıma Hazırlayan: Çiğdem Şentuğ
Kapak Tasarımı: Kolektif Tasarım
Sayfa Düzeni: Semih Büyükkurt
1. Baskı, Aralık 2023
Pınar Öğünç hakkında
Gazeteci ve yazar.
22 yaşındayken, bir haber dergisindeki iş görüşmesine yazdığı öykülerle gitti. Çeşitli dergi ve gazeteler ile online mecrada muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalıştı. Daha çok edebiyatla kesişen bir gazeteciliğe yakın durdu.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu.