Geçen yüzyılın ilk yarısında 34 yıl gibi kısacık bir hayat süren Simone Weil, "başkasının acısıyla nasıl başederiz?" gibi ahlaki bir soruyu hayatının merkezine yerleştirmiş bir felsefeciydi. Öyle ki varlıklı bir aileden geldiği halde, işçilerin çalışma koşullarını anlayabilmek için fabrikada işe girecek veya başkaları ancak o kadarını yiyebiliyor diye kendini yarı-açlığa mahkum edecek, bu nedenle de hasta düşecek kadar önemsiyordu bu meseleyi.
Soruya yanıt olarak gördüğü kavramlardan biri "dikkat" idi; tıpkı bedendeki bir ağrıyı oraya yoğunlaşarak gidermeye çalışmak gibi; herhangi bir toplumsal sorunun, herkes dikkatini ona yeterince verirse çözülebileceğine inanıyordu. Acı çekme takıntısını öylesine ileri götürmüştü ki, Marksizmle başlayan yolculuğu sonunda hepimiz adına acı çeken bir figüre, İsa Mesih'e sığınma noktasına kadar vardı ve -O'ndan yalnızca bir yıl fazla yaşayarak- bir senatoryumda inançlı bir mistik olarak dünyaya veda etti. "Simone Weil'le Buluşma" (An Encounter With Sİmone Weil) adlı belgesel, işte bu ilginç kadını anlamaya çalışan, onunla 'buluşup doğrudan konuşmanın' yollarını arayan bir yönetmenin eseri. Julia Haslett'in filmi, Susan Sontag'ın da ilham kaynaklarından olan, kesinlikle bu dünyaya ait olmayan bir insana günümüzden bakmayı deniyor.
17-28 Kasım'da düzenlenen yılın en önemli belgesel etkinliği (bu sene 2.500'e yakın konuğu, 180 bin kadar biletli izleyicisi vardı) Amsterdam Uluslararası Belgesel Festivali IDFA'da izlediğimiz filmlerin çoğu, bir anlamda bizi benzer bir soruyla, Weil'in ve Sontag'ın dert edindiği meseleyle karşı karşıya getiriyor: Bunca dert ve acıyı anlatan filmleri izlemek hayatımıza ne katıyor? Bizi daha mı duyarlı kılıyor, yoksa derimizi mi kalınlaştırıyor? Bunun kestirme bir yanıtı yok, seyirciye göre de değişebilir, tıpkı Sontag'ın dediği gibi; "Bir vahşeti resimleyen görüntüler kolaylıkla birbirine zıt tepkiler uyandırabilir. Bu bir barış çağrısı da olabilir; bir öç çığlığı da." (Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag, Agora Kitaplığı)
Ama şurası gerçek ki, günümüzde yapılan belgesel filmlerin ezici çoğunluğu bu dünyada yaşanan acıları ve adaletsizlikleri hikayeleştiriyor. Belgesel, sinemanın bir alt türü hatta kimine göre bir üst türü olmakla birlikte, bu sektörün hizmet ettiği eğlence endüstrisinin bir parçası değil. Belgesel izleme de bir boş vakit geçirme eylemi sayılmaz pek; bizi eğlendirenlerinde bile eğlenceden çok daha fazlası var.
Çoğu, olanak sahibi Avrupalı/Kuzeyli belgeselciler tarafından dünyanın en sefil köşelerinde -Hindistan'da, Kongo'da, Afganistan'da, Somali'de, Şili'de, vb.- çekilip bize servis edilen bu acılı hikayeler, modern dünyanın Nasıralı İsa figürünün yerini tutuyor olabilir mi? Orada adeta çarmıha gerilmiş, insanlığın işlediği günahların kefaretini ödeyen, bizim adımıza acı çeken kitleler, çağımızın zavallı "agnus dei"leri (Tanrının kuzuları) olmasın sakın? Sonuçta iyi bir filmin yerini hiçbir şey tutamaz, ama bu soruların üzerine düşünmeye değer. Bunları aklımızın bir köşesinde tutarak, IDFA'nın bu sene programına aldığı bazı filmlere bakalım.
Üçüncü dünya hikayeleri
Festivalde izlediğimiz pek çok film, 'üçüncü dünyanın sorunlarına bakan batılı göz' geleneğini sürdürüyordu. (Genellikle de, batılı beyaz adamın sebep olduğu sorunlar oluyor bunlar.) "Cep Telefonundaki Kan" (Blood in the Mobile), elektronik sanayinde kullanılan kimi minerallerin Kongo'daki madenlerden çıkıp nasıl ve ne pahasına cebimize kadar ulaştığını anlatıyor. Filmin Danimarkalı yönetmeni Frank Piasecki Poulsen, kullandığı telefonun üreticisi olan Nokia'nın kapısına dayanıyor ve onlara Kongo'da olup bitenlerden 10 yıldır haberdar oldukları halde neden parmaklarını kıpırdatmadığı sorusunu ısrarla yönelterek, şirketin devasa plazasında nafile bir cevabın peşinde koşturuyor. Bir yandan Kongo'ya gidip o madenlerin içine kadar girmeyi başarmakla oradaki sefalete ve kanlı rant savaşına bizzat tanık da kılıyor bizi. Filmden çıktıktan sonra, bir daha kullanmamak üzere telefonunu tuvalet klozetine atmak geliyor insanın içinden, ama hayat işte... Başka bir filmden çıkan arkadaşımızla buluşmak üzere, aynı telefondan ona kısa mesaj geçiyoruz!
Kongo'da yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, oralı yönetmenler tarafından çekilmiş kısa filmlerden oluşan "Dört Perdede Kongo"da (Congo in Four Acts) daha net görüyoruz. Festivale bağlı Jan Vrijman Fonu'nun desteğiyle yapılmış bir atölye çalışmasının ürünü olarak gerçekleştirilen bu filmler, kadınlara karşı cinsel şiddetten yoksulluğa, yetersiz sağlık hizmetlerinden işlemeyen adalet sistemine kadar pek çok sorunla cebelleşen bir ülkede dolaştırıyor bizi.
Festivalin hem açılışını yapan hem de kapanışında iki büyük ödül birden kazanan (En İyi Uzun Metrajlı Belgesel ve En İyi Hollanda Filmi) "Yıldızlar Arasında" (Position Among the Stars) adlı filmde ise, Endonezya'da Şemsuddin ailesinin hayatının bir dönemine eşlik ediyoruz. Hollandalı belgeselci Leonard Retel Helmrich, aynı aileyi konu alan bu üçüncü filminde neredeyse onlardan biri olmayı ve bu sefer, genç kızlarının okumak için kente gitme hikayesi üzerinden kentsel-kırsal hayatın çelişkilerine ayna tutmayı başarıyor. Kendi geliştirdiği özel bir kamera tekniğiyle yapılmış kesintisiz uzun çekimlerle filmde muhteşem bir görsel evren yaratıyor ayrıca. Katalogtaki film tanıtımında da belirtildiği gibi, "duvardaki sinekten ziyade, havadaki sinek" misali karakterlerin çevresinden vızır vızır dolaşan bir gözlemci kamera ve yönetmen var karşımızda. Doğrusu bu çekim tekniğinin gerektirdiği mizansenler ve kameranın yerinde duramama halleri zaman zaman sinek vızıltısı kadar yorucu olabiliyor, ama "Yıldızlar Arasında"nın hem insancıl içeriği hem de özgün estetiği ile önemli bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu.
Savaş, iktidar ve harem
Afganistan'da görev yapan Danimarkalı bir askeri birliğe altı ay boyunca kendini 'iliştiren' bir ekibin gerçekleştirdiği, ilk gösterimi bu sene Cannes'da yapılan "Armadillo" ise, sinema tarihinin en ünlü savaş filmlerine taş çıkartacak güçte bir belgesel. Filmin en kritik sahnelerinden birinde çekim ekibi bir grup askerle birlikte çatışmanın ortasında kalıyor. Yaralı bir askerin yüzündeki dehşeti yansıtan, filmin afişine ve pek çok derginin kapağına çıkan kare, tam o anda çekilmiş. Janus Metz'in kamerası, bu anlamsız savaşa tamamen askerlerin dünyasından bakıyor bakmasına, ama o askerlerin orada nasıl bir ruh haliyle hareket ettiklerine dair dürüst bir bakış bu; gerisini sorgulama işini ise seyirciye bırakıyor.
'Beyaz adam - üçüncü dünyanın yerlileri' denklemini en çarpıcı biçimde yansıtan filmlerden biri, festivalde Monster Jimenez'e İlk Film Ödülü'nü kazandıran "Kano: Bir Amerikalı ve Haremi" (Kano: An American and His Harem), Vietnam gazisi bir Amerikalı asker emeklisinin Filipinlerde kurduğu yüzlerce kadından oluşan hareme dair inanılması güç bir hikaye anlatıyor. 80 kadar tecavüz vakasıyla yargılanan, bunlardan ikisinden suçlu bulunup ömür boyu hapse mahkum edilen ve halen Manila'da hapis yatan filmin ana karakteri kadar (buradaki "Kano", Filipinlilerin gündelik dilinde Amerikano'nun kısaltılmışı oluyor), çevresindeki kadınların durumu ve tutumları daha da ilginç. Tecavüz suçlamasında bulunanlar dahil bu kadınların çoğu, adamı yalnız bırakmamış; hemen her gün ziyaretine geliyorlar, adamın kirasını ödediği apartmanda birlikte yaşıyor, her ihtiyacını karşılıyorlar. Kısacası paranın ve gücün nelere kadir olduğunu kanıtlarcasına haremini cezaevinden yönetmeye devam ediyor, bizim Kano.
Bir süper güç olarak ABD'nin, dünyanın geri kalan (kelimenin her iki anlamında da 'geri kalan') kısmıyla ilişkisini bu kadar güzel özetleyen, tarihin kritik bir anında dünyadaki güç dengelerinin metaforu oluveren böylesine çarpıcı bir hikaye bulmak zor. Dünyayı yöneten imparatorluğun dış münasebetlerine, diğer devletlerle müstehcen ilişkilerine dair binlerce belgenin ortalığa saçıldığı gün, IDFA da Kano'yu ödüllendirerek kapanışını yaptı. Kavramın çağrıştırdığının tersine, 'belge'den ziyade içinde yaşadığımız dünyanın hallerini 'belgelemek'le alakalı olan, yani asıl misyonu bugünün 'belge'lerini üretmek olan belgesel sinema, dünyanın kirli çamaşırlarını ipe seren en yeni filmlerle IDFA'da çağımızın nabzını tuttu yine. (NS/EÜ)
_________________________________________________________________________
Festival hakkında bilgi: www.idfa.nl