5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü'nde kadına yönelik şiddetin ve zorbalığın adresi olarak yaptığı hiçbir şeyin hesabını vermeden yaşamına devam eden İbrahim Tatlıses'e Altın Kelebek Ödüllerinde "Yaşam Boyu Onur Ödülü" verildi. Bir ironi olarak ödül başlığını cebimize koyduk.
Sabah-akşam iptal kültüründen dert yanan ve gerçekten böyle bir şey Türkiye'de mümkünmüş gibi davranan kitlenin kaygısının yersizliğini göstermek için İbrahim Tatlıses örneği ile başlamayı uygun gördüm. Çünkü hepimizin gördüğü gibi Türkiye, İbrahim Tatlıses dahi iptal kültüründen nasibini alamıyor.
Son zamanlarda güncel politik tartışmalarda "yeni aktivizmin" bir getirisi olarak tartışılan woke (uyanmak/uyanıklık) kültürü önemli bir yer kaplıyor. Woke kültürü, Kuzey Amerika'dan Avrupa'ya yayılan ve özellikle siyahların örgütlediği Black Lives Matter hareketiyle gündeme gelen; ırk, etnisite, cinsiyet başta olmak üzere adalet ve eşitlik tartışmalarıyla ilgili politik olarak doğru yerde konumlanmaya çalışan kişilerin tutumuna işaret ediyor. Türkiye'de bilinen ismi duyar kasma.
İçerdiği veya kimi zaman yerine de kullanılan kavramlardan biri de "cancel culture" ya da "iptal kültürü". Türkiye'de bilinen ismi linç kültürü. İptal kültürü ise toplum tarafından tanınanların (sanatçılar, yönetmenler, oyuncular, yazarlar, vs.) ya da belirli kişi ve kurumların çoğu zaman pozisyon ve ayrıcalıklarını kullanarak eşiti olmayanlara yönelik fobik, cinsiyetçi, ırkçı ve benzeri tutumlarına dair örgütlenen tepkiler, boykot çağrıları ve talepler olarak özetlenebilir. Kültürel boykot olarak da tariflenen kavramlar, özellikle Amerika'da Trump yanlısı sağcılar tarafından uzun zamandır hedefte.
En azından ilk yarısı bu tartışmalar etrafında şekillenen "The Worst Person in the World" (Dünyanın En Kötü İnsanı) filmi ise bu yazının asıl konusu.
Joachim Trier'in 2006'da "Reprise" (Tekrar) ile başlayan, 2011'de "Oslo 31 August" ile devam eden üçlemesinin son filmi "Dünyanın En Kötü İnsanı".
Üçlemenin diğer filmlerinden farklı olarak burada bir kadın başrolde ve şimdi bir kadının var olma mücadelesine dair bir hikâye izliyoruz.
Woke kültürü ve ironi
Norveç'in Oscar adayı olan ve başrol oyuncusu Renate Reinsve'ye Cannes'da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren film, yirmili yaşlarının ortasındaki bir kadının kendini bulma çabasından ibaret görünse de oynattığı taşlar aracılığıyla kendince bir muzipliğe girişiyor.
Trier, Eskil Vogt ile beraber senaristliğini üstlendiği filmde şöyle şeyler yapıyor: Woke kültürü ile kısmen dalga geçiyor, politik sorunların karşısına yaşamın gerçekleri olarak gördüğü (örneğin kanser, örneğin kürtaj) dertli konuları yerleştiriyor.
Renate Reinsve'in muhteşem oyunculuğuyla hayat verdiği Julie, başlangıçta tıp okuyor. Bu alanın ona göre olmadığını fark ederek psikoloji okumaya karar veriyor. Ardından onu da bırakıp fotoğrafçılığa, bir kitabevinde satış personeli olmaya ve nicesine yöneliyor.
Kendinden on beş yaş büyük çizgi roman yazarı Aksel (Anders Danielsen Lie) ile sevgili olunca hemen onun yanına taşınıyor. Julie zaten kiminle sevgili olursa olsun vakit kaybetmeden onun yanına taşınıyor.
Trier ve Vogt'un politik mizahı, Aksel üzerinden bize el sallıyor. Aksel, çizgi romanı filme uyarlanınca bir radyo programına katılıyor. Radyo programında sunucuyla birlikte bir de feminist bir konuk var ve Aksel'in çizdiği işlerin politik olarak hatalı sularda yüzdüğünü söylüyor.
Aksel'in "Sizin kişisel dertleriniz yüzünden sanat da mı yapamayacağız?" deyip woke kültürüyle olan kısa hesaplaşmasından sonra, Trier ve Vogt hepimize ağır bir darbe indiriyor.
Tartışma esnasında geçen "orospu" kelimesini radyo sunucusuna düzelttirerek "Yalnız artık seks işçisi diyoruz," sözüyle programı sonlandırıyorlar.
Bir sembol olarak "yoga yapan kadın"
Filmde alay konusu olan başlıklardan bazıları şöyle: Bir avokadonun yetişmesi için ne kadar su tüketildiğinin bilgisi, dünyaya yeni çocuklar getirmenin iklim krizini tetikleyen bir durum olduğu, kendi halinde yogayla uğraşan bir kadının çabası ve Me Too hareketi.
Bu başlıkları dert edinmenin kişisel bir uğraş olarak kaldığı sürece pek bir kimseye yararı olmayacağı konusunda çoğumuz hemfikiriz. Zaman içerisinde politik görünen bu dertlerin apolitizme nasıl evrileceğinin de.
Ancak Trier ve Vogt, ilginç bir yöntem deneyerek "yoga yapan kadın"ı bir sembole dönüştürüyorlar ve bunu mizah dolu politik bir hamle olarak görüyorlar.
Filmin sonunda Julie'nin hakkını vermeye çalıştıkları anlarda ise ne yaptıklarını anlamak güç. Tüm erkek sevgililerinden kurtulup iyi bir fotoğrafçı olduğunu gördüğümüz ve ilk defa kendine ait bir odası olan Julie'nin hayatına nasıl devam ettiğini görmüyoruz.
Çünkü hep erkeklerle olan yaşamına tanıklık ettik. Bir prolog, bir epilog ve 12 bölümden oluşan iki saatlik filmde Julie'nin yalnız kaldığı süre o kadar sınırlı ki, ne isteyip ne istemediğini anlayamadık.
Evet, Trier'in diğer filmlerinden aşina olduğumuz haliyle bu film de bir arayış ve kendi yolunu bulma çabası; ancak 30 yaş krizini yaşayan bir kadının akıbetini böyle çizmek de bir tercih.
Yönetmenin talihsizliği
Filmin en büyük başarısı dramatik addedilebilecek her şeyi hayatın olağan akışında vermesi ve izleyiciyi böyle bir yere sıkıştırmaması. Bir de elbette içine atıldığımız dünyadaki gel-gitlerimizi biz henüz bir şey söylemeden bize anlatabilmesi.
Örneğin filmin kısa bir süreliğine donduğu –gerçek anlamda donduğu– ve Julie'nin halihazırdaki sevgilisini bırakıp yeni bir aşka yelken açma çabasının gösterildiği sahne.
Öteki tarafta neler olup bittiği, o yaşamın daha cazip olup olmadığı ve hayatımızın o seyirdeyken yıkıma uğrayıp uğramayacağı bazı zamanlar için çoğumuzda merak uyandıran bir durum. Böyle bir ikircikliği olağanüstü bir şekilde anlatabilmek ise sinemanın ve yönetmenin başarısı.
Ancak yapılmak istenen bu sahici dertlerin karşısına konan ve gündelik uğraş gibi gösterilen politik dertleri küçümsemek mi, burası muallak. Şahsi fikrimce ise yapılmak istenen bu ve bu durum Trier gibi başarılı bir yönetmen için büyük talihsizlik.
(TY/AÖ)