Yelina Tayfur, bir kısmı daha önce farklı dergilerde yayınlanan öykülerinden oluşan “Dünyadan Sonra Bir Yer” adlı ilk öykü kitabında, tüm öykülerinin dinamiğini oluşturan ikilik alegorisini kitabın adına da taşımış: Dünyadan Sonra Bir Yer'de, “dünyada-varolma” hallerini okuyorsunuz kitap boyunca.
Öykülerin her biri varoluşçu bir gözle yazılmış ya da böyle okunmaya oldukça uygun bir zemin sunuyor. Varoluşçu felsefenin; fırlatılmışlık, varolmanın ve yaşamın tekinsizliği, belirsizlik, dünyada-varoluş ve ilişkide-varoluş halleri, özgürlük ve tercih etme sorumluluğu gibi temalar etrafında, dünyanın sonunda bir yere, yani aslında tam da dünyada olma hallerine bakmak mümkün.
Tüm öyküleri okuyup, kitabı bitirdiğinizde, kendinizi bir sınırda hissediyorsunuz. Bir yanda, öykülerdeki yaşantıların ağırlığı zorlarken, diğer taraftan çoğunlukla karakterlerin kendi gözünden, yer yer de tanıklıkla okuduğumuz öykülerde, sanki oradaymışçasına bir samimiyet, karanlıklar içine saklanmış umut göz kırpıyor ve yürek ferahlatıyor. Dünyadan Sonra Bir Yer, tüm mümkünlerin kıyısında gezdiriyor sizi.
Yelina'nın öykülerindeki betimlemelerde; yaşama, dünyaya doğru uzanan bir yönelimsellik, bir canlılık var. Gizli odalarda saklanan kayıplarımız / sakladıklarımız, yani Yok Gibi yaptıklarımız, Yaşayanların Dünyasında yaşamın getirdiklerine rağmen tercih yapabilme imkanlarımız, Başka Yere Gitme diye sessizce bağırırcasına varoluşun ve zamanın bir çerçeve içinde sabitlenebildiği, zaman içindeki, evini yani kendinin yolunu arayan farklı benler.
Yaşamın getirdiklerine iman etmenin en sade hali olan beklemeyi de, oldukça sarsıcı biçimde hastane koridorlarında anlatıyor Yelina: “Ölümü bekleyenlerle, bekleyenleri bekleyenler yan yanaydık. Ortak bir ismimiz olmaksızın, hepimiz aynı şeye bakıyor fakat hiçbirimiz onu telaffuz etmiyorduk.” Varoluş yönelimseldir ve var olmak, yok olmaya doğrudur. Tam da bu yaşamın sonluluğu ve geçicilik temalarını, bir bekleme odasında, hastane koridorlarında, varlığımızın ortak ismi olan ölümü telaffuz edemeden, beklemenin kendisini beklemeye dönüştürerek, düşünme hallerimizi büküyor. Ölümü bekler miyiz hepimiz, zor bir sorudur. Ancak, hepimiz yaşamlarımızda öyle ya da böyle ölümü bekleyenleri beklemişizdir. İşte Yelina'nın öyküleri, tam da yaşamın içindeki bu keskin hallere dokunuyor.
Varoluşsal olarak çare yok, hepimiz yalnızız ve dünyadaki tek evimiz kendimiziz. Bununla birlikte, varolduğumuz her an bağlar kurarız. Kendimizi tanımanın, kendi yankımızı duymanın tek yolu, ötekine gitmek, bağ kurmaktır. Bu bir ikilem değil, varoluşun çok katmanlılığı, çok yönlülüğüdür. Tıpkı Yelina'nın yazdığı gibi: “Fakat beklemek oldukça bencil bir eylemdi ve şu hayatta herkes sevdiklerinden mesuldü.”
Bağları düşünmeye devam eder Yelina Kostümlü Ruhlar Merkezi'nde. Terk edilmenin toplumsal ve varoluşsal baskısını hissetme ağırlığındaki karakter, eşinin isminin ilk harfi silinmiş şekilde yazdığı yüzüğü parmağından çıkaramaz.
Burada çok başarılı bir sözcük oyunu ile, yine tüm kitaba sinmiş yaşamın çoklu anlamlılığını paylaşır yazar. Eşinin ilk harfi silindiğinde, yüzüğün içinde geriye, bir şeyin erişebileceği mesafe, uzaklık anlamlarına gelen “ERİM” kalır. Bir ilişki biterken, ilişkinin sembolik göstergelerinden birisi olan yüzük bambaşka bir gerçekliğe işaret eder. Çıkarılırsa, sanki ilişkiden de çıkılacağını muştulayacak yüzüğün içinde artık, ulaşılabilecek bir hedef vardır. Belki de, bu bağa son verildiğinde, yeni erimlerin imkanlılığına ulaşılacaktır. Bazen ise ilişkiler, bağlar, zamanla kendi varoluşumuzda gittikçe anlamsızlaşır, bize yabancılaşmaya başlar. Bir türlü çıkartılamayan yüzük de sembolik olarak varlığını korusa da, anlam olarak varoluşa aitliğini kaybedebilir: “yüzük çıkacak gibi oldu. Ama sonra daha sıkı oturdu. Parmağıma baktım. Şişmiş, kızarmış, ince çizgiyle ikiye ayrılmış bu parça artık bana ait değildi.”
Bağ kurmaya dair, bir başka ironik anlatı da, Ortak Sohbet Konuları'nda karşımıza çıkar: Kendi çocuğunun adını bile koyamayan karakter, her gece kocası uyurken, onunla sohbet etme hayali kurar, aslında sohbet eder de. Böylelikle, aslında her ilişkinin işteşliğe muhtaçlığını son derece sade bir anlatıyla sunar bizlere.
Öykülerdeki anlatıya devam etmeden, biraz da dil ve biçime bakmak yararlı olacaktır. Kitap boyunca tüm öykülerde ilk dikkat çeken unsur, konuşmalar ve anlatıların, içses ve betimlemelerin başarılı bir şekilde iç içe kullanımı olarak karşımıza çıkıyor.
Cümlelerin bölünerek aralara, başka zamanlara, başka karakterlere ait cümlelerin eklenmesi, metni hareketlendiriyor ve yaşamın çok sesliliğine temas ediyor. Bazı bölümlerde oldukça kısa cümlelerin, tek tek sözcüklerin ardı ardına sıralanması, hem dil açısından metni canlandırıyor, hem de anlattığı varoluşsal temaya uygun biçimde yaşamın canlılığını dilde yankılatmayı başarıyor. Pek çok öykünün anlatısında karşımıza çıkan dönüşlülük, yine yaşamın doğrusal olmayan akışıyla paralel bir tat bırakıyor.
Tüm bu anlatıdaki yaşamın sonluluğu ve her şeyin geçiciliğinin hissettirdiği varoluşsal kaygıya karşı, bir sabitlilik panzehiri sunuyor Yol Yorgunu. “Eski bir yüzün, boşluklarla da dolsa, bir yerde aynı kalmasını, aynı geçmişi saklamasını bekliyor.” Yaşamın tüm değişkenliğine karşı, bir taraftan da sabitlere ihtiyacımız var, her şeyin geçici ve sonlu olması fikri dehşet verici, çünkü belirsizliği, tekinsizliği getiriyor.

O yüzden de insan, bir şeylerin aynı kalmasını, hatta anlaşılmaz olmasını kabul ederek dahi, geçmişin aynılıkla yüzümüzde taşınmasını isteyebiliyor. Ama bu sabitliklerin, bir nevi dinlenme istasyonları olduğunu düşünmek gerekiyor. Çünkü yaşamak bir yolculuk ve yol hep devam ediyor: “Her yer, daha önce oradan geçmiş gibi bir his veriyordu ve yol hep devam ediyordu”
Yine biraz yazarın dil ve anlatım özgünlüğüne dönelim. Yaratım süreçlerinde, kişisel olarak da çok sevdiğim bir yöntemle, bu konudaki görüşlerini de bir öyküye yerleştirerek veriyor gibi Yelina: “Yazarken dillerin, harflerin, sözcüklerin birbirine karıştığını, bir bütün oluşturamadıkları için hep eksik kaldıklarını, gittiği gün, zaman, gardaki büyük saatin içinde nasıl durduysa, anların ve sözcüklerin de aynı yerde kaldığını, hatta bir süre sonra geriye gittiğini, tüm tanıdık sözlerin yeni dile uygun vurgularla bozulduğunu, tuhaflaştığını, belki de -Nasıl derler?-çocuksu bir hal aldığını anlatamıyor.”
Yazar da, tıpkı karakterin söylediği gibi, dili, harfleri, sözcükleri birbirine karıştırmaktan, yapıyı bozmaktan çekinmiyor. Kendi halinde bütün oluşturmayan parçalar, öykülerdeki dertlerin, anlam dünyasının içine sığdırıldığında, yeni dilin, yeni vurguların oluştuğu bir tuhaf çocukluk dönemi, yani somutlaşan bir yaşam deneyimi yaratılıyor. Yelina'nın dili, yaşayan, canlı bir dil. Üstelik ciddi bir yapı söküme gitmeden ama yerinde küçük oyunlarla, varoluşsal canlılığın, metindeki yansımalarına dönüşüyor her bir harf, sözcük, cümle, bir bütün olarak dil.
Hemen her öykünün geçtiği mekanları neredeyse fotoğrafik olarak zihnimizde resmedebiliyoruz. Yelina, detaylı mekan, ev, iç mekan, sokak ve buralarda “varolan” nesnelere dair detaylı betimlemelerle, insanı fiziksel dünyasıyla sarıp sarmalıyor ve mekanın, eşyaların hafızasına ışık tutuyor.
Oldukça varoluşçu bir perspektifle yazıldığını düşündüğüm öyküler üzerine yazarken, bir varoluşçu olarak bolca karakter analizi yapma gerekliliğim belki bekleniyordur. Oysa Yelina'nın karakterlerini özel olarak anlatmaya gerek yok. Kahraman - antikahraman ikiliğine de düşmeden düşünebilirsiniz, onlar biziz.
Her bir öyküdeki karakterler, sen, ben, sevgilin, arkadaşın, ailen, patronun, kızdığın siyasetçi vs. Çünkü yaşamı anlatıyor Yelina, olduğu gibi. Muhtemeldir ki, kendi yaşamına da yer yer temas eden, “sıradan” denilemeyecek kadar zaten o insanlar, onlar.
Benim açımdan Yelina, öykülerindeki karakterlerin kimler olduğunu, Asil'in varlığında anlatıyor: "Kimse onları görmüyor, kimse Asil'i görmüyor. Kim bu insanlar, bu saatte? Belki de kimsesizlerin yakınları... Gelip servilerden birinin dibine çöküyorlar ve boşluğa bakıyorlar. Unuttukları için af diliyorlar; kaybettikleri ya da kayboldukları için. Ya da öldükleri, evet, öldükleri için de olabilir."
Yazının uzaması riskini alarak, oldukça yenilikçi ve otantik bir sorunun peşine düştüğü şu pasajı paylaşmadan geçmeyeceğim: “Niye öldü?" ne nafile bir soru. Mezarlıkta önemli olan ne zaman öldüğün. Dünyada kaç yıl kaldın? Dicle. 1998-2015. Burada günlerin önemi yok. Ve kadınların ve annelerin de.” Yaşamı sayısallaştıran, ölümü zamanın sonu olarak algılatan tüm klasik düşünme pratiklerine, yine oldukça yaratıcı biçimde müdahale ediyor Yelina. Mezar taşlarında neden hayatlar yok? Neden ölenin yaşam deneyimleri olmaz?
Aslında karakterleriyle, tam da bu meydan okumaya hayat veriliyor kitap boyunca. Yaşam; merkezine, ölüm dahi, canlılığın merkezine yerleşiyor.
Yelina, insanların dayanışma pratiklerinin sahiciliğini nasıl kaybettiğini anlatırken, yaşadığımız, hissettiğimiz duygulara değil de, bu duyguların hızlıca müdahale edilmesi gereken şeylere dönüştürülmesine de tepki verir: “Kendini harap etme dedi arkadaşı, kafana takma. Zaten hep böyle şeyler söylerdi insanlar. Bir kez olsun huzursuzluğun içinde durmak istemezlerdi. O kuyu nasıl bir yerdi, kimse merak etmezdi.” Aslında dayanışma, tam da o kuyu etrafında biraraya gelebilmektir. Bir başka öyküsünde, yine kişinin yaşamına temas edilmemesinin rahatsızlığını aktarır sanki: “Ona ne olmuş? Ne az sorulan bir sorudur sahi. Kimse kimseye ne olduğunu merak etmez ama olacaklara karşı herkes kendini ölesiye korur.” Neoliberal çağın, insanı bireycileştiren, ilişkilerin sahicilikten uzaklaştığı, birbirimizin yaşam öykülerine dahil olmak yerine, kendiliklerimize odaklanarak birbirimizden uzaklaştığımız ve son tahlilde aslında kendiliklerimize de ne denli yabancılaştığımızı anlatır.
Mekanların betimlemelerini, insan halleri ile analoji içinde anlatmaya devam eder Yelina. Örneğin “uyku bastırınca gözlerini yukarı çeviriyor, nemden parça parça kararmış tavanı izliyordu. Geçmiş bir dünyanın yırtık pırtık bir haritası. Bir insanın yaşam boyu içinde tuttuğu ne varsa orada birikirdi.” der. Bedenimiz başta olmak üzere, bizi çevreleyen mekanlar, varoluşumuzun fiziksel uzamlarıdır. Bunu çok iyi görür ve öykülerinde, mekanların, eşyaların, objelerin tasvirleriyle, adeta karakterlerin varoluşsal uzamlarını betimler. Örneğin, “kadın, kendinden ağır. Masif eşyalar, tüm mermerler ne kadar bağırsa o kadar. Bir yatağı, bir çocuğu, bir hayatı paylaşmak ne kadar ağırsa” satırlarında açık görüldüğü üzere, karakterlerin varoluşlarını fiziksel dünyalarında tasvir ederek, karakterleri cisimleştirir; duygular, yaşam deneyimleri odalarda, eşyalarla vücud bulur adeta.
Yaşamın sınırsız ilişkiler, bağlar yumağı olduğunu ve tüm bu bağlara rağmen, sonunun hep belirsiz olduğunu, yaşamın tekinsizliğini anlatmak ister gibi ifade eder yine; bir kız çocuğunun dayısının ona anlattığı masalları aktarırken: “Senede bir kez geldiği evimizde, yatmadan önce bana sayısız hikaye anlatırdı. Hepsinde kişiler ve sırlar birbirine bağlanır ama asla bir sona varmazdı.” Hepimizin içinde birden çok ben vardır, “içindeki başka dayımlar” der Yelina, sonsuz benlere işaret ederek. Bilinen dünyanın, hepimizin tek evi olan kendimizin dışını, zifiri karanlık, düz ve çukur olarak tanımlar ve Dünyadan Sonra Bir Yer’de yaşatır bizleri. Yaşamın tüm tekinsizliğine dair, seçimlerimizi yaptığımızda, geçmişi de, geleceği de yoklaştıran, zamanı bir yerde durduran bir imkanlılığa işaret eder. Aslında Masaldaki Yabancı, belki de hepimizin içindeki en tanıdık olan o “ben"dir ve yabancılaşmamak için, zamanı durdurmak, tercihlerimizle tekinsizliğe doğru bir gelecek inşa etme sorumluluğunu hissettirir.
Kitabın son öyküsü olan Sevgilerimle’de, tıpkı yaşamın hem tekinsizliği olup, hem de bu tekinsizliğini içinde hissettiğimiz kaygının tercih edebileceğimiz sonsuz ihtimallere işaret etmesinin iki yönlülüğü gibi, bir ilişkinin tekinsizliği ve ayrılma kararı için sonsuz ihtimalleri anlatır. İnsanın en temel iletişim aracı olan konuşmanın her zaman iyi bir yöntem olmadığını; “hem insan en çok, en doğru yolu ararken kurduğu cümlelerle kırıyordu birilerini” diyerek açıklar. Küçük bir rulo haline getirilmiş kağıt parçasıyla bir ilişkiyi sonlandırmak isteseniz de, evinize son kez döndüğünüzü düşünseniz de, portmantoya ceketinizi diğer ceketleri yanına astığınızda, söylemeyi düşündüğünüz her şeyi de askının kancasında bırakabilirsiniz. Dünyaya fırlatılmışlığımızın hissettirdiği kaygının içindeki sonsuz ihtimaller, ilişkilerimizde de zor kararlara doğru bizi bekler. Bazen konuşmak çare değildir, gündelik hayat içindeki pratiklerin, evimizin, varoluşumuzu rengarenk canlandıran nesnelerin varlığında duyumsadığımız duygularımızı dinleme zamanıdır o zaman. Portmantonun bir kancası, bize ilişkide kal diyebilir. İşte, kendimiz için gerçek karar, burada, bazen bir kancadadır.
Dünyadan Sonra Bir Yer'deyken, aslında tam da dünyanın içinde dolaşıyorsunuz. Karakterlere temas ederken, halleri ve duyguları duyumsarken, metnin sessizce örülmüş sadeliğinde kendinize daha çok yaklaşıyorsunuz. Dünyadan Sonra Bir Yer, hepimizi dünyadaki yerlerimize doğru bakmaya davet ediyor. Çünkü tüm öyküler, bana yaşamı anımsatıyor ve hepimiz biliyoruz ki “anımsamak da karşılıklılık içeren bir eylem”.
(SY/EMK)
Yelina Tayfur. (2025) Dünyadan Sonra Bir Yer, İstanbul: İletişim Yayınevi







