19. yüzyıl sonlarında ABD’nin 32. başkanı Roosevelt tarafından söylenen bu söz; özgürlüğün aslında neyi kapsadığını, düşünce ve ruhun asla tutsak bırakılamayacağını, evrensel dilin ne denli gerçek bir ihtiyaç ve donanım olduğunu bir kez daha hatırlatan, vücuda getirilen her türlü eserin, emeğin ve düşünce gücünün insanları nasıl sarsarak etkilediği ve bilinçlendirdiği gerçeğini kısa ama çok manidar olarak özetlemektedir.
Özgürlük ve demokrasi söylemlerinin havada uçuştuğu günümüz dünyasının aslında tam bir yasaklar cenneti olarak ayaklarımızın altına serildiği aşikârdır. Ayrımcılığın karanlık ve metruk yanlarının, zihinlere nasıl bir prangayla bağlandığını her geçen gün bir filmi izler gibi etrafımızda ve bizzat hayatımızın ortasında yaşıyoruz. Düşünce, basın, inanç, mezhep, örf ve vicdan ülkemizde görünen baskın esaretlerden sadece birkaçı… Bu yasakların yaşandığı alanlardan biri de maalesef müzik. 3 Mart “Dünya Özgür Müzik günü” nedeniyle yazacağım bu makale, daha çok ülkemizde müzik ve sanat alanında yaşadığımız baskı, sansür ve yasakların hangi boyutta olduğunu açıklamak adınadır.
Bu konuda ayrıntıya girmeden önce Ağustos 2000'de kurulan, benim de 2003 yılından beri birlikte çalışmalar yaptığım ve elçisi olduğum Freemuse'den (Dünya Müzik ve Sansür Forumu) söz etmek istiyorum.
Freemuse, dünya çapında müzisyen ve bestecilerin ifade özgürlüğünü savunan, uluslararası bağımsız bir organizasyondur. Sekretaryası Danimarka'nın başkenti Kopenhag’da olan ve üyelik kriterleri ile işleyen bir örgüttür. Freemuse, 1998 yılında Kopenhag’da toplanan “I. Dünya Müzik ve Sansür Konferansı’nda” alınan kararla kurulmuştur. Konferansa, farklı bölge ve ülkelerden müzisyenler, araştırmacılar, müzik kayıt sektöründe çalışan uzmanlar ve insan hakları savunucuları artık ortalığa saçılmış olan ihlalleri sorgulamak ve tartışmak için katıldılar. Konferans, müzik alanında giderek yaygınlaşan sansüre karşı, yeni bir örgütlenmenin yaratılmasına dikkat çekti. BM İnsan Hakları Belgesi'nde tanımlanan ilkeler, müzisyenler ve besteciler için kurulan bu örgütlenmede de yol gösterici olarak kabul edildi.
Freemuse'un faaliyetleri kısaca şu şekilde sıralanabilir:
- İhlalleri belgelemek ve müzik hayatı üzerindeki etkilerini tartışmak
- Medyayı insan hakları örgütlerini ve kamuoyunu bilgilendirmek
- Müzisyenlere ihtiyaç duydukları desteği sunmak ve mahkemelerini izlemek
- Müzisyen ve bestecilerin tehdit edilmelerine karşı uluslararası bir destek ağı oluşturmak.
Dünyanın faşist rejimlerinde, uygulama bazında ortaya çıkan benzerliklerin temelinde sanatın, sanatçının gücü yatmaktadır. Bu güç baskıcı rejimlerde ciddi bir sorun olarak görülebilmektedir. Kamboçya'da Pol Pot döneminde, etnik şarkıların yasaklandığını, geleneksel dillerde şarkı söyleyen sanatçıların nasıl öldürüldüğünü veya hapis edildiğini unutmadık. Türkiye’nin tarihsel durumu da bir yönüyle Kamboçya ve benzeri ülkelerdeki durumla örtüşmektedir.
1990’lı yılların ortalarına doğru Türkiye sol hareketin gerilemesi ve giderek Kürt sorunun daha belirgin bir biçimde gündeme gelmesiyle birlikte, muhalif olan sanatçılara yönelik baskıların ve tehditlerin daha da yoğunluk kazandığı bilinmektedir.
Kürt coğrafyasında yaşanan insanlık dışı uygulamalar karşısında, her şeyden önce bir Kürt olarak tepki göstermek ve Kürtçe şarkılar söylemek tahammül edilmeyecek bir olgu haline getirildi. Sanatçı arkadaşım Ahmet Kaya’ya yönelik linç girişiminde ortaya çıkan gerçek, Kürt sorunu ve onun etrafında şekillenen ırkçı, milliyetçi zihniyetten kaynaklandı. Bu zihniyetin asıl sahibi devletin bizzat kendisiydi. Devletin farklı etnik, kültür ve inançlara yönelik cumhuriyet tarihi boyunca sürdüre geldiği inkârcı ve ırkçı politika, yaşadığımız ülkede farklı düşünmeyi, sorunların çözümü noktasında devletin resmi bakışından bağımsız olarak farklı çözüm önerilerinde bulunmayı ve sanat alanında muhalif eserler ortaya koymayı güçleştiriyordu. Sanatçıların kendi ana dillerinde şarkı söylemeleri veya bu anlamda bir duyarlılık içinde bulunmaları, geliştirilen korku ve linç zihniyetiyle karartılmaya çalışıldı. Kürt kökenli bazı ünlü şarkıcılar televizyon ekranlarına çıkartılarak onların ne kadar Türk olduklarından dem vuruldu yıllarca. Bu kişilerin ‘Türklük’ aşkları bir propaganda aracı haline getirildi. Bu tablo Türkiye’nin giderek bir korku imparatorluğuna dönüştürüldüğünün göstergesiydi. Bu dayatmalara gelmeyen ve kendi kimliğini, kültür ve inancını bir onur vesilesi sayan ve sahiplenen sanatçılar ise adeta düşman ilan edildi. Ve bu düşmanlık zihniyeti ne yazık ki Ahmet Kaya ve diğer birçok bedele rağmen bu gün çok daha tehlikeli bir şekilde sürdürülmektedir.
Her siyasi toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını korumaktır. Kürt halkı bizim doğuştan bir parçası olduğumuz, aynı dili ve kültürü paylaştığımız bir toplumdur. Bu anlamda yapmaya çalıştığımız insan hakları, özgürlükler boyutunun ötesinde bir de bu yani vardı ki bu yadsınmayacak bir gerçektir. Bu gerçekten ötürüdür ki politik duruş ve etnik kimliklerinden dolayı muhalif olan sanatçılar günümüzde hem ekonomik hem de siyasal baskı boyutuyla büyük bedeller ödemektedir. Bu tahammülsüzlük politikası yaşadığımız ülkede giderek hayatımızı zorlaştırmakta, baskıyı ve sansürü olağan hale getirmektedir. Hükümetin günlük politik çıkarları etrafında sunulan sözüm ona demokratik “açılım” ve ‘çözümler’ etnik ve kültürel yozlaşmanın yolunu açmaktadır. Zira bu girişimler yaşadığımız mevcut temel sorunların çözümünü sağlamaktan uzak ve tamamen kandırma ve yozlaştırma mantığı içinde yapılmaktadır. Hükümetin son zamanlarda gerçekleştirdiği Kürtçe TV ve Alevi açılımını bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. “…Tanrı siyah, kahverengi ya da sarı insanların özgürlüğünü değil, tüm insan ırklarının üstünlüğünü istiyor…”
Ulusal medyada kendimizi ifade etmek adına yeteri kadar yer alamadığımızı da söylemek yerinde olur. Ulusal medyanın da devletin temel politikasıyla örtüşen yaklaşımları hala devam etmektedir. “Eğer benim fikrimi benimsemiyor ve savunmuyorsan, senin fikrinin de bir önemi yoktur” mantığı; televizyon, radyo ve internet gibi kitle iletişim araçlarıyla oyalanmaya çalışan halkımızın gözlerini nasıl da boyamaktadır! 70’li yıllarda sinema ve tiyatroda yoğun olarak uygulanan sansürcü ve “kırpıcı” tutum, 21. yüzyılda hala satırlarımıza konu olacak kadar güncelliğini koruyabilmektedir. Tüm bunların neticesinde, muhalif olmak veya muhalif kimliğinden ötürü haksızlığa uğramak medyamız için de son derece doğal sayılabilmektedir. Örneğin hala bu ülkede konser izni almak için bin bir engelle karşılaştığımız gerçeği “ulusal medya” için bir şey ifade etmiyor. Bir diğer konu ise, yaptığımız sanatsal çalışmalara ket vuruyor. On binlerin katıldığı konserler bu medya tarafından asla bir haber konusu olamıyor, yaptığımız albümler bu medyada haber değeri taşımazken çekilen kliplerimizin yayınlamaması gayet doğal sayılabiliyor, Kürtçe Müzik yapan birçok Kürt sanatçı, eğer bu devletin resmi politikasıyla uyumluluk arz etmiyorsa ciddi bir sansür ve ambargoyla karşılaşabiliyor...
Haber konusu yaptıkları bir şey vardır, doğru. O da yargılandığımız davalar ve polisin veya jandarmanın gözaltına almasıyla yaşanan eylemlerdir. Bu haberlerde ne yazık ki polis veya jandarmanın uygulamalarını eleştirmekten çok dava konusu yapılan iddialar oluşturmaktadır. Mesela yargılandığım bir davada eğer savcı beni “PKK propagandası yapmış” şeklinde itham ediyorsa bütün basın bu başlık altında beni sunarak açık hedef haline girmekten bir sakınca görmüyor. Dolayısıyla bu durum beni veya benim gibi birçok kişiyi bu ülkede hedef haline getirebilmekte veya sahip olduğu bütün özgürlükleri tehdit edebilmektedir. Sevgili Hrant Dink bu konuya açık ve net bir örnektir.
3 Mart Dünya Özgür Müzik günü bu yıl Freemuse öncülüğünde dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşecek panel ve Konserlerle kutlanacak. Geçen yıl bu çerçevede Norveç’in başkenti Oslo’da gerçekleşen konserin yankıları hala devam etmektedir. Bu yıl yine aynı doğrultuda İsveç’in başkenti Stockholm’de bir konser gerçekleşiyor ve bu konsere Zimbabwe’den Chiwoniso Maraire, İran dan Mahsa Vahdat ve Türkiye’den de ben davet edildim. Ayrıca 17–25 Mart tarihlerinde bu doğrultuda bir de Amerika yolculuğum var. Nord Carolina da Duke Üniversitesi tarafından “Dünya Özgür Müzik Günü” kapsamında gerçekleşen bu daveti çok önemsiyorum. Çeşitli toplantı ve seminerlerde yer alarak Türkiye’de sanata ve düşünceye yönelik yaşanan sansür ve baskıları anlatacağım. Bu çalışmaların ardından 20 Mart akşamı üniversite örgencileri için vereceğim konserin ardından Türkiye’ye geri döneceğim.
Biz, yaşadığımız ülkede gerçek anlamda birlik ve beraberliğin, coğrafyamızdaki bütün kültürlerin, dillerin, inançların, kimlik ve değerlerin, eşit, özgür ve demokratik bir şekilde bir arada olmalarından geçtiğine inanıyoruz. Bizi “bölücü” olmakla suçluyorlar; ancak, asıl bölücülük yapanlar, retçi-inkârcı olanlardır. Hiçbir halk, hiçbir dil, kültür veya inanç, bir diğerinden ne üstündür, ne de aşağıdadır. Her şeyi tekleştiren anlayış ve politikalar geleceğimizi, bir arada yaşama irademizi zedelemekten başka bir sonuç üretemez!