Özgürlük ve demokrasi söylemlerinin giderek suç sayılır hale geldiği ülke olduk. Düşünce, basın, inanç, mezhep, örf ve vicdan ülkemizde görünen baskın esaretlerden sadece birkaçı… Bu yasakların yaşandığı alanlardan biri de maalesef müziktir.3 Mart “Dünya Özgür Müzik günü” nedeniyle yaşadığımız baskı, sansür ve yasakların hangi boyutta olduğunu kısaca açıklamak gerekiyor.
Freemuse, (Dünya müzik ve sansür forumu) dünya çapında müzisyen ve bestecilerin ifade özgürlüğünü savunan, uluslararası bağımsız bir organizasyon. Sekretaryası Danimarka'nın başkenti Kopenhag’da bulunuyor. 2016 yılına dair hazırladığı raporda, müzisyenlere yönelik saldırı ve ihlallerde Türkiye başı çekiyor.
Dünyanın faşist rejimlerinde, uygulama bazında ortaya çıkan benzerliklerin temelinde sanatın, sanatçının gücü yatıyor. Bu güç baskıcı rejimlerde ciddi bir sorun olarak görülebiliyor. Kamboçya'da Pol Pot döneminde, etnik şarkıların yasaklandığını, geleneksel dillerde şarkı söyleyen sanatçıların nasıl öldürüldüğünü veya hapis edildiğini unutmadık. Türkiye’nin tarihsel durumu da bir yönüyle Kamboçya ve benzeri ülkelerdeki durumla örtüşüyor.
1990’lı yılların ortalarına doğru Türkiye sol hareketin gerilemesi ve giderek Kürt sorununun daha belirgin bir biçimde gündeme gelmesiyle birlikte, muhalif olan sanatçılara yönelik baskıların ve tehditlerin daha da yoğunluk kazandığı biliniyor.
Kürt coğrafyasında yaşanan insanlık dışı uygulamalar karşısında, her şeyden önce bir Kürt olarak tepki göstermek ve Kürtçe şarkılar söylemek tahammül edilmeyecek bir olgu haline getirildi. Sanatçı arkadaşım Ahmet Kaya’ya yönelik linç girişiminde ortaya çıkan gerçek, Kürt sorunu ve onun etrafında şekillenen ırkçı, milliyetçi zihniyetten kaynaklandı. Bu zihniyetin asıl sahibi devletin bizzat kendisiydi. Devletin farklı etnik, kültür ve inançlara yönelik cumhuriyet tarihi boyunca sürdüregeldiği inkârcı ve ırkçı politika, yaşadığımız ülkede farklı düşünmeyi, sorunların çözümü noktasında devletin resmi bakışından bağımsız olarak farklı çözüm önerilerinde bulunmayı ve sanat alanında muhalif eserler ortaya koymayı güçleştiriyordu. Sanatçıların kendi anadillerinde şarkı söylemeleri veya bu anlamda bir duyarlılık içinde bulunmaları, geliştirilen korku ve linç zihniyetiyle karartılmaya çalışıldı. Kürt kökenli bazı ünlü şarkıcılar televizyon ekranlarına çıkartılarak onların ne kadar Türk olduklarından dem vuruldu yıllarca. Bu kişilerin “Türklük” aşkları bir propaganda aracı haline getirildi. Bu tablo Türkiye’nin giderek bir korku imparatorluğuna dönüştürüldüğünün göstergesiydi. Bu dayatmalara gelmeyen ve kendi kimliğini, kültür ve inancını bir onur vesilesi sayan ve sahiplenen sanatçılar ise adeta düşman ilan edildi. Ve bu düşmanlık zihniyeti ne yazık ki Ahmet Kaya ve diğer birçok bedele rağmen bu gün çok daha tehlikeli bir şekilde sürdürülüyor.
Her siyasi toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını korumaktır. Kürt halkı bizim doğuştan bir parçası olduğumuz, aynı dili ve kültürü paylaştığımız bir toplumdur. Bu anlamda yapmaya çalıştığımız insan hakları, özgürlükler boyutunun ötesinde bir de bu yanı vardı ki bu yadsınmayacak bir gerçek. Bu gerçekten ötürüdür ki politik duruş ve etnik kimliklerinden dolayı muhalif olan sanatçılar günümüzde hem ekonomik hem de siyasal baskı boyutuyla büyük bedeller ödüyor. Bu tahammülsüzlük politikası yaşadığımız ülkede giderek hayatımızı zorlaştırıyor, baskıyı ve sansürü olağan hale getiriyor.
Biz, yaşadığımız ülkede gerçek anlamda birlik ve beraberliğin, coğrafyamızdaki bütün kültürlerin, dillerin, inançların, kimlik ve değerlerin, eşit, özgür ve demokratik bir şekilde bir arada olmalarından geçtiğine inanıyoruz. Bizi “bölücü” olmakla suçluyorlar; ancak, asıl bölücülük yapanlar, retçi-inkârcı olanlardır. Hiçbir halk, hiçbir dil, kültür veya inanç, bir diğerinden ne üstündür, ne de aşağıdadır. Her şeyi tekleştiren anlayış ve politikalar geleceğimizi, bir arada yaşama irademizi zedelemekten başka bir sonuç üretemez!
Mevcut iktidarın baskı ve sansür politikalarına karşı direnmekten başka bir seçeneğimizin olmadığı aşikardır. Muhalif duruş ve üretimleri nedeniyle büyük bir tehdit altında olduğumuz unutulmamalı. Bu tehditler karşısında ortak bir direnme mevzisi yaratmanın kaçınılmaz olduğu da bir gerçek. Ülkemizde çıkar beklentisi içinde olan ve bu tarz ilişkileri sanatsal kaygıların önüne koyan müzisyenler, egemen faşist zihniyetlerin piyonu olmanın ötesine gidemezler. Bu anlamda ortaya utançla andığımız bir tablo mevcut.
Sanat ve sanatçıya yönelik sansür ve baskıların son bulması tam demokratik, özgür bir yaşamla mümkün. Sanatın ve sanatçının özgür olmadığı bir ülke, faşizme teslim olmuş sayılır. Dolayısıyla kendi ülkemizde bize reva görülen faşizan uygulamaların sınırlarımız ötesinde yankılanması anlamlıdır. Bu durum sanatın evrensel gücü ve haklılığını yansıtırken, yaşanan baskılar karşısında yalnız olmadığımızın kanıtıdır. (FT/AS)