DTP'nin kapatılmasında, üzerinde yeterince durulmayan, dahası es geçilen iki temel öğeden biri AKP'nin, açılım politikasında da sırıtan çifte standart tavrı, diğeri ise bu kapatmanın gerçekten de hukuksa bir işlem olup olmadığıdır.
Sondan başlayalım: Kapatmayı gerçekleştiren gerekçelendirmenin hukuk mu yoksa 12 Eylül yasallığı mı olduğu sorunu, evrensel hukuka, dahası gerçek bir demokrasiye ulaşabilmemiz açısından yüzleşilmesi gereken temel bir sorun.
Hukukun halen ulaşmış olduğu evrensel standartlar açısından baktığımızda, Türkiye'nin durumu "hukuk devleti" değil "yasa devleti" kavramıyla örtüşmektedir. Açık ki, insan hakları kavramının artık sosyal ve kimlik haklarını içermeden anlaşılamayacağı bir gerçeklikte, çok kimlikliliği içermeyen, tektipleştirmeyi dayatan, devletten ve onun resmi ideolojisinden yana açık bir taraf olan, verdiği kararlarda kimi yargıladığına bağlı olarak çifte standart kararlar veren bir yasallık içinde parti kapatma kararları, evrensel anlamda hukuksal bir yaptırım olarak görülemez. Aksine tipik bir 12 Eylül yasallığı uygulaması ile karşı karşıyayız. Ki bu yasallığın hukuk düzlemine yükselebilmesi, öncelikle çoğulculuk ve hakların eksen alınmasından geçiyor.
12 Eylül Anayasası ve bunun mütemmim cüzü Siyasi Partiler, Seçim, Polis Vazife ve Selahiyetleri gibi yasalarla sorunlu olmayan bir anayasa mahkemesi işlerliğinin, yasallık düzleminden hukuksallığa yükselmesi imkansız. Çünkü bu yasallık, hâlâ "Kürt'ün olmadığı bir Türkiye ve bölge" zannından hareket etmekte, Türkiye Kürtlerini "dağ Türkleri", Irak Kürtlerini "Kuzey Iraklılar", I. Meclis tutanaklarında çokça geçen "Kürdistan" kelimesini "bölücülük" olarak görmeye devam ediyor.
Anayasanın yeniden düzenlenmiş 90. maddesi ışığında Anayasa'yı evrensel hukukla tadil etme gereksinimini duymayan, kararlarını dünyanın tek darbe anayasası olan bir yasallıkla sınırlamaya devam eden bir karar süreci, kendisini evrensel hukuk düzlemine çıkarma sorumluluğundan kaçarak statükonun koruyucusu konumunda tutuyor demektir.
Hepimizin ödediği fatura
Türkiye böyle bir şeyi hak etmekte midir? Etmediğini düşünüyorum. Ama fiili gerçeklik bu. Ve biz bunun bedelini sadece, Kürtlerin kendi kimlikleriyle eşit ve özgür olma ve bu kimlikle yasal siyaset hakkını katlederek ödemiyoruz. Bu yasakların kopmaz parçası olarak Türkiye'yi yolsuzluk sıralamasında dünya ikincisi, yaşam kalitesi sıralamasında dünya 92'incisi, ILO sözleşmesi ve Avrupa Sosyal Şartı karşısında hak ihlalcisi olarak ödüyoruz. Özetle sadece Kürtlere çıkıyormuş gibi gözüken faturayı, aslında bir bütün olarak, tüm TC vatandaşlarının ödediği bir yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik, keyfilik, güvensizlik, istikrarsızlık, şiddet, vb. olarak ödüyoruz. Sorunu çözme feraseti gösteremememiz halinde bizi bekleyen Bosnalaşma riski de cabası.
Özetle DTP'nin kapatılması kararının, hukuk dışına düşmüş bir partinin kapatılması olarak değil, evrensel standartları yakalayamayan bir yasallığın kararı olarak okunması çok daha gerçekçi olacaktır. Bu tip kararları almaya devam eden bir Türkiye'nin, Anayasanın 2. maddesinde geçen demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olmak iddiasını söylemden gerçekliğe yükseltmesi de imkansız kalacaktır.
***
Kararın hukuksal mahiyeti yanında bir diğer sorun da, bu kararın halen hükümet olan AKP'ye rağmen gerçekleşip gerçekleşmediği sorunudur.
AKP sözcülerinin kapatma öncesi olduğu gibi sonrasında da kapatmayı meşrulaştıran, hatta kimi sözcüler özgülünde, gerekli bulan bir yerde durduğu görülmektedir. Bu açıklamaların yanında parti kapatılmasına karşı genel açıklamalar ise adeta görüntüyü kurtarmaya yönelik timsah gözyaşları gibi.
Her şey bir yana DTP'nin kapatılmasının aniden gündeme alındığı koşullarda AKP sözcüsünün İspanya'daki Batasuna kararını örnek göstermesi, gerçek niyetin açık göstergesi. İspanya Anayasasını, dünyanın en (burjuva) demokratik ülkelerinden olan İspanya'nın siyasal ortamını kendilerine örnek almayanların, bu bambaşka koşullardaki Batasuna kararını gözümüze sokmaya çalışması başka nasıl yorumlanabilir?
Dolayısıyla kapatma kararını sadece statükonun ve milliyetçiliğin tavrı olarak gösteren her türden yorum (ki liberal çevrelerde yaygın yaklaşım böyle), bu gerçeklik karşısında, demokrasi güçlerine yönelik gözbağcılıktan başka anlam taşımıyor.
Kendi partilerine yönelik kapatma kararını büyük kampanyalarla engellemeye çalışan, bu süreçte evrensel demokrasi ve hukuk standartlarını kendine dayanak yapanların, kapatma kararı kendilerine dokunmadığı zaman en küçük bir tepki göstermemesi, aksine DTP'nin kapatılmayı hak ettiği yollu açılımları, nasıl bir çifte standartla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Bu kapatma mevcut rejimin sadece geleneksel sahipleri ve onların "hukuklarının" değil, aynı zamanda güncel sahipleri ve onların gelecekte bu ülkeye hakim kılmaya çalıştıkları "hukuklarının" da ortak kararı. Aksi taktirde kendilerini de kapatmaya çalışmış bir "hukukun", bir diğer partiyi kapatması karşısında böyle mi tavır takınılırdı?
Kendi partilerinin kapatılmasından değil de genel olarak parti kapatma rejiminden rahatsız olanların bu arada yapacakları hiç mi şey yoktu? Türban konusunu halledemeyeceklerini anladıkları Anayasa değişim çabasını bir kenara bırakan, türbana onay alamayınca AİHM kararını ulema hukukuyla yargılayan, zorunlu din dersinin kaldırılması gereğine ilişkin kararları görmezden gelen, YÖK, HSYK, Cumhurbaşkanlığı yetkileri gibi her konuda sadece kendi denetimlerinde olmadığı zaman karşı çıkan, AB'nin sosyal şartlar ve ihale yasası taleplerini görmezden gelen kategorik bir çifte standart ile karşı karşıyayız.
Nitekim kendi partilerini kurtardıktan sonra parti kapatma yasalarını değiştirmek konusunda parmaklarını kımıldatmadıklarını, aksine kapatmanın meşru olduğuna dair bir dizi argüman geliştirdiklerini görüyoruz. Özetle "kendine Müslüman" tavrının yeni bir perdesi ile daha karşı karşıyayız.
Açılım politikasını uygulamak ve topluma kabul ettirmek konusunda gerekli kararlılığı ve adımları atmayanların, bir yandan Öcalan'ın koşullarını daha da ağırlaştırarak Kürt halkının içine dinamit atması, diğer yandan milliyetçi tahkimatı dağıtmak konusunda gerekli seferberlikten kaçınması bir yana, kendi meşruiyetini de milliyetçilik bayrağını tekelinde tutmaya çalışarak sağlama gayretkeşliği, sürecin yeniden düşünülmesini gerektiriyor.
Bu süreçte AKP'ye rezervsiz destek sunanların bir kısmının DTP'nin kapatılmasında Anayasa Mahkemesi'ne örtük takdirler iletmesi, dahası Kürt hareketine sadece "ilkellik ve ahmaklık" reva görmeleri de ayrı bir sorun.
Bu noktada kabullenilmeli ki DTP, söz konusu "açılımın" kâh gizli kâh açık bir tasfiye ekseninde yürütüldüğü gerçeğini çok daha doğru okuyor. Kürt halkının, kendi bilinci ve örgütlenmesinin etkisizleştirilerek İslamcı-liberal senteze yedeklenmesinin sağlanması, inkar edilegelmiş sorunun kabul edilir hale gelmesini sağlayanların süreçten dışlanmaya çalışılması ile gidilecek yer burasıydı ne yazık ki. Anımsanmalı ki AKP, silaha bulaşmamış Alevilere ilişkin açılımında da aynı şeyi yapıyor; muhatabı devre dışı bırakarak sorunu kendi tekeli, kendi insafı, kendi vizyonu ne kadarına uygunsa o kadar "çözmek" çizgisinde süreci sündürüyor.
***
Kuşkusuz DTP'nin parlamenter olanakları Türk halkının iknası konusunda yeterli yaratıcılık, kararlılık ve istikrar içinde kullanamamış oluşu ciddi bir sorun. Daha önemlisi DTP'nin iradesi dışında geliştirilen otobüs, araba yakma, Reşadiye saldırısı gibi. meşru olmayan eylemlerin süreci çok daha zorlaştırıp DTP'nin hareket alanını iyiden iyiye kısıtladığı da açık; ki bunları eleştirmek de boynumuzun borcu. Ne ki çözüm konusunda ilerlemek açısından, asıl sorgulanması gerekenin, mevcut statüko ve onun hem eski hem de yeni sahipleri olduğu gerçeğini bulandırmadan. (TK)