Genelkurmay'ın "infial"ini anlamak ve anlamlandırmak güç değil. Silahlı kuvvetler, hem baş temsilcisinin uluslar arası kamuoyunda "basın özgürlüğü düşmanı" olarak sergilenmesinden hem de bunun gerçekleştirilme biçiminden rahatsızlık duyacak, incinecek, tepki gösterecektir. Buna şaşmak gerekmiyor.
Şaşırtıcı olan, bu tepkiyle birlikte cümle medyamız ve "alternatif" medyamızda baş gösteren milli ve entelektüel "vicdan ayaklanması"nın RSF eyleminin çapı ve etkisiyle bağlantısızlık ve orantısızlığı ve elbette en az bunun kadar iç bayıltıcı hatta tiksindirici olan bir başka şey de bu "necip" hislerin ifade biçim ve kalıplarının kabul edilemez bayağılığı.
Aslında bütün bunlar lisanı münasiple yapılmış olsaydı da bir haftadır kopartılan kıyametin, Fransa'da olmakta olanla hiçbir ilgisi bulunmadığını şu kadarcık siyaset ve uluslar arası ilişkiler perspektifine sahip herkes kolayca görebilir. Esilip savrulan bütün tehditlere karşın, sonunda ne St. Lazarre Garı'ndaki sergi kapanacak, ne açılacağı söylenen davada RSF mahkum edilecek, ne Fransa ile askeri ilişkiler ve askeri ihaleler dondurulacak, ne Türkiye-Fransa ilişkileri bozulacak, ne de tabii, OYAK, Renault ile ortaklığından çekilecek. Bunların hiçbirinin olmayacağını 700 yıllık devlet tecrübesinin bugünkü mirasçıları biliyorlar zaten.
Gene de asıl mesele bu biçim ve tarz sorunları değil, ordunun işin içine karıştığı her durumda olduğu gibi, bu kez de St. Lazar Garı'nın Türkiye'nin iç siyasal hesaplarının dürüldüğü, bir siyasal linç alanına dönüşmüş olması.
Bu linç alanında birkaç gün içinde nelerin boğazlandığına, nelerin boğazlanmaya taammüt edildiğine kısaca bir göz atmak aslında "St. Lazarre Garı vakası"nın, aslında hiç te hafife alınamayacak sonuçları ima ettiğini gösterebilir. Bu milli linç girişiminde henüz can vermediyse de çok ağır yara alarak çıkan iki kurban var: Biri uluslararası dayanışma, ikincisi eleştiri özgürlüğü.
Bir zamandır "Alman Vakıfları'na ölüm" çığlıklarıyla sürdürülen, toplumsal muhalefet örgüt ve girişimleriyle muhalif STK'ların uluslararası dayanışma kanallarını tıkama, uluslararası etkinlik zeminlerini çökertme kampanyası RSF'ye yönelik dezenformasyon seferberliğiyle birlikte tehlikeli bir yeni dönemece girdi. Bundan böyle Ordu ve Dışişleri Bakanlığı dışında hiçbir kuruluş "casusluk" ve "vatan hainliği" suçlamasıyla karşılaşma korkusuna kapılmaksızın uluslararası muadilleriyle eskisi gibi kolayca ve meşruiyet hissine sahip olarak ilişkiye geçemeyecek.
İkinci kurbansa "eleştiri özgürlüğü": Bir haftalık yaygara sonunda Türkiye'de eleştiri özgürlüğünün sınırlarının fiilen Genelkurmay Başkanlığı'nın kapısında son bulduğu konusunda soldan, siyasal İslama, liberallerden faşistlere kadar çok yaygın bir yelpazede bir "milli mutabakat" oluştu. Bu mutabakatın Türkiye'nin düşünce dünyasını bu konuda çıkarılabilecek en baskıcı yasanın sağlayabileceğinden çok daha baskıcı bir zihniyet dünyasında soluk alıp vermeye mahkum etmiş olacağını yaşadıkça göreceğiz.
Bütün bunlar soyut kehanetler gibi gelmemeli kimseye. Daha şimdiden "uluslar arası dayanışma" ve "eleştiri özgürlüğü"nün savunucularından biri bütün bu hengame içinde çarmıha gerildi bile: Nadire Mater!
"Mehmedin Kitabı" ile "eleştiri özgürlüğü" konusundaki "milli mutabakatı" deldiği için geçen yıl uğratıldığı "linç kampanyası"nın ardından, Nadire şimdi de RSF'nin, Kıvrıkoğlu'nu da hedef alan sergisi dolayısıyla "tek merkez"den yönetilen görülmedik bir yalan ve iftira kampanyasının hedefi. Ve şaşırtıcı bir zamanlama, geçen yıl Emin Çölaşan'ın başlattığı karalama kampanyası "Mehmed'in Kitabı"nın Almnca ve İtalyanca baskılarının hemen ardından gelmişti. Bu kez kampanya Fince baskıyı izledi.
Salı sabahı bütün gazetelere ulaştırılan ve TRT1'den yeni "istihbaratçı medya starı" Necip HableMİToğlu'nun da tekrarladığı dezenformasyona göre: RSF'nin kampanyasının arkasında Nadire Mater'in raporu vardı. Yalan fabrikasının bu mamulatı, İkitelli'de en olmadık fantezilerle bezenip piyasaya sürülüyor üç gündür, Güneri Civaoğlu'dan, Saygı Öztürk'e , Emin Çölaşan'dan, Şakir Süter'e kadar İkitlelli'nin "ağır toplar"ı, bütün "milli" gazetelerin yazı işleri servisleri harıl harıl ter döküyorlar, bu "organize yalan"dan gerçek bir linç havası üretmek için.
Oysa "gazeteci" adına layık bir stajyerin bile yapacağı tek şeyi yapmak, Nadire Mater'in RSF ile gerçekten ne ilişkisi olduğunu araştırmak bu fabrikasyonu çöpe atmaya yeter de artardı bile. Herkesin bildiği sır: Nadire Mater'in Ekim 2000'den bu yana RSF ile bir ilişkisi yoktur.
İkinci soru RSF'nin kampanya kararlarını nasıl verdiğini ve nasıl çalıştığı konusunda olurdu elbette ve görülürdü ki, RSF aslında bir "tek adam" yönetimi altında çalışmakta ve yerel birim ve muhabirlerin fikirlerine zerre kadar değer vermemektedir. Bu iki olgu bir araya geldiğinde varılacak yargı şu olurdu kaçınılmaz olarak: Bu fabrikasyonun hiçbir değeri yoktur. Y a da tek değeri, aslında, Nadire Mater'e karşı örgütlü bir "yer altı" harekatını haber veriyor olmasıdır. O zaman gerçek bir haberci bu ipucunun peşine düşerdi.
Ama İkitellinin habercilikle bağını kopartmasının ve "de facto" iktidarın ortağı olmasının üzerinden neredeyse bir on yıl geçtiğinden beri bunun ham bir hayal olduğunu biliyoruz..
Dezenformasyonun gücünü küçümsememeli, "milli vicdan"ı ayaklandırarak "rejim muhalifleri"ne yönlendiren dezenformasyon, "muhalifler"in "entelektüel vicdanı"nı da aynı istikamette harekete geçirebiliyor.
Bir örnek: Ahmet İnsel'in "Haysiyet.com" sitesinde yazdığı "RSF Doğru mu Yaptı?" başlıklı yazı. Şöyle diyor İnsel: "STG'nin, kendisine Türkiye konusunda danışmanlık yapan kişilerin yorumlarına güvenerek olsa gerek, aslında önemli bir haber analiz hatası yaptığı görülüyor. Türkiye'de özgürlüklerin genişlemesi ve güven altına alınması konusunda hükümetle MGK veya Genelkurmay arasında bir çatışma yaşanmıyor. Çoğu durumda sivil siyasal güçler, iktidara geldiklerinde, göz ucuyla veya mimiklerle apoletleri gösterip, baskı politikalarını kendi lehlerine uygulamaya devam ediyorlar. Basın-yayın tekelleriyle içli dışlı biçimde, güç politikasını askerlere ihtiyaç olmadan yürütüyorlar."
Ahmet İnsel'e göre de aslında RSF bir şey yapmıyor, ona yaptırılıyor. Neden? "..kendisine Türkiye konusunda danışmanlık yapan kişilerin yorumlarına güvendiğinden." Kim bu danışmanlar? O söylemiyor ama, toplam medya etkisinin ürünü olarak bu yazıyı okuyan on kişiden dokuzunun Nadire Mater ve/veya Erol Önderoğlu diye yanıt vereceğinden onun da kuşkusu olmamalı.
Böylece dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, "entelektüel vicdan" da bu "linç anında parmağıyla değilse de göz ucuyla " Nadire Mater'i işaret ediyor. "Türkiye'de yarım yamalak, rastlantısal bir demokrasi ve rejimin iliklerine işlemiş bir otoritarizm egemen. Bunu "milli hassasiyetlere uygun demokrasi" gibi laflarla gizlemek ne kadar yanlışsa, yürürlükteki rejimin askeri bir diktatörlük olduğunu ima etmek de bir o kadar cehalet işareti."
Oysa, St. Lazarre Garı'ndan Kıvrıkoğlu'nun fotoğrafı kaldırılıp yerine Ecevit'in fotoğrafı konulabilse böyle bir danışmanlık sağlanabilse, İnsel'in entelektüel vicdanı tatmin olacak öyle görülüyor: "..haritada Bülent Ecevit'in fotoğrafının yer aldığını düşünün. "Yere kondu, üzerinde yüründü" gibi hamasi gürültüye kulak vermeyip, "ulusal gurur şahlanışı" hezeyanına da kendinizi koyvermeyebiliyorsanız eğer, o tablo yanlıştır diyebilir misiniz?"
RSF kampanyası gerçekten de "cahilane" yürütülen bir kampanya. Ama sadece bu yıl yapılmadı bu "cahillik". Bu yıl sadece göze görünür hale geldiği için gürültü kopardı. Geçen yıl da Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun fotoğrafı, "predator"lar (kıyıcılar) arasında yerini almıştı dünya haritası üzerinde. Ama bu haritada Bülent Ecevit'in fotoğrafı yer alsa, "milli" ya da "enetelektüel" vicdanımızı doyurur, kampanya "bilgece" olmuş olur muydu? Hiç emin değilim bundan. Bence hiç kimse ayak altında çiğnenmeye layık değildir. En kanlı düşmanımız bile.
Ama bu durum iki temel gerçeği değiştirmiyor:
Birincisi, RSF iyi yönetilmiyor. Karar alma süreçlerinde bir uluslar arası hak kuruluşunun sahip olması gereken uluslararası yönetsel mekanizmalardan yoksun ve öte yandan eleştirisinin gücünü hedef aldığı ülkeler kamuoyunda maksimize edebilmesi için gerektiği ölçüde "yerel" danışmanlıklara kulak verme yeteneğinden yoksun.
İkincisi, Türkiye bir askeri diktatörlük olmasa, ve bu nedenle "ifade özgürlüğünü ayaklar altına alanlar" haritasında Türkiye'yi temsil hakkı Org. Kıvrıkoğlu'na ait olmasa da, sıra "ifade ve eleştiri özgürlüğünün sınırlarının genişletilmesi uğruna" mücadele edenlerin bertaraf edilmesine geldiğinde stratejiyi saptama, karar alma ve uygulama gücünün sadece hükümetlerin elinde olduğundan Ahmet İnsel başta olmak üzere kimse o kadar emin olmamalı. İfade özgürlüğünün önüne yalnızca yasal engeller dikilmedi Türkiye'de. 1988'den bu yana Türkiye'de çoğunluğu OHAL bölgesinde öldürülen gazeteci sayısı 20'den fazla. Bunların öldürülmelerinin "Susurluk" sürecinin "yargısız infaz" kampanyalarının en önemli halkalarından biri olduğunu, "Susurluk" sürecinin parlamenter ve yargısal bir denetime tabi tutulamayacak kadar egemen ve muktedir bir güç odağıyla bağlantılı olduğunu artık tartışmak bile gereksiz. Şimdi bir milyon dolarlık soru şu: Bu güç kim ve ne?
İkitelli medyasının dezenformasyona duçar ya da hevesli olması, Nadire'nin bu dezenformasyon kaynaklarından beslenen yalan ve iftira kampanyası çukurunun içine çekilerek çarmıha gerilmek istenmesini anlayabiliriz. Ama "analiz kabiliyeti"ne sahip dostlarımızın bu kampanya karşısında tereddüde düşmelerini kabul edemeyiz. Ya da efsane de dendiği gibi "Dostun bir tek gülü yareler bizi." (EK)