Epsilon Yayınları’ndan çıkan “Gitme Gül Yanakların Solar” İrem Uzunhasanoğlu’nun yayınlanan ilk çalışması; dolayısıyla bir ilk kitap çalışmasıdır.
Uzunhasanoğlu anlatısının meselesini Türkiye-Yunanistan arasında yaşanan zorunlu nüfus mübadelesi olarak seçmiş. Din esaslı ve mecburi bu sürgünü kişisel bir duyuşu da ekleyerek ele alıyor. Bu ele alış biçimini içtenlikli bir “mesele edinmek” olarak tanımlamak çok mümkün.
1923 yılında başlayıp 1930’lara kadar devam eden bu mecburi sürgün, eskide kalmış, üzerinden uzun yıllar geçmiş bir hadise gibi görünse de “göç ve sürgün” bugün bile taptaze bir yara olarak kanamaya devam ediyor. -Hatta son birkaç yıldır daha da büyüyen ve derinleşen bir yaradan söz etmek pek tabi mümkün.-
Eserde, göç ve sürgün teması sıradan insanlar, onların gündelik yaşamları ve iki yaka halkının kaderlerine etkisi bağlamında ele alınıp irdelenmiş. Romanın kurgusu geçmişinin peşine düşen, atalarının izini sürmek için yola çıkan bir kadın yazarın kişisel deneyimleri, yaşadıkları; ulaştığı günlükler ve elde ettiği bilgiler doğrultusunda anneanne ve annesinin hikâyesine dair olaylarla örülmüş.
Romanın başkişisi olan yazar kadın, geçmişini aramak üzere çıktığı yolculukta, ailesindeki kadınların hikâyelerini keşfedip, onların yaşamlarına dokunup, yer yer duygudaşlık kurup o hikâyelere dahil oluşunu sıcak ve insancıl bir boyutta aktarırken, okuyucuyu da bu yolculuğa dahil etmeyi başarıyor.
İki yaka arasında umarsız uzanan Ege’nin mavi sularını bile utandıran/bulandıran bu hikâyede yerinden, yurdundan sökülen inanlara zeytin ve sakız ağaçları da çaresizce eşlik ediyor. Zira göçerken götürülenler, denklere sığdırmış iki parça eşyadan ibaret değildir. İnsan; aklında, yüreğinde, anılarında olanlarla göçer anayurdundan. Ve hatıralar ne zeytin, ne de sakızağaçlarının gövdesinden çeker ellerini. Yurdundan zorla sökülenler; ağaçlarını, komşularını, apar topar sürüklenirken kapısı, pencereleri açık kalan evlerini de götürür içlerinde… Hatta tavuklarını, kedilerini, koyunlarını…
Romanda, okuyucu, “Arabacı geldi, haydi hanım yola revan olma vaktidir” diye haykırışını duyarken Ahmet Efendi’nin; bebeğini emzirmeye yeltenen Nafia’nın, sütünün göğsünde kalışına da tanıklık ediyor.
“En azından kaçabileceğiniz bir vatanınız var” diyor birisi.
“Vatan burasıdır, burası kalacak” diyor beriki.
“Hükümetler arası gerginlik yükseldikçe, halkların arası daha da açılıyor, daha da azgınlaşıyor her bir yürek.
“Kardeş değil miydik biz? diyen birinin sesi gecenin karanlığında siliniveriyor ve yitip gidiyor.”
Yıllar, asırlar geçse de hiç değişmeyen tek şey varsa o da devletlerin insanı insana kırdırma, halkları birbirine düşürme geleneğidir. Ezelden/ebede böyle geldi, keşke böyle gitmese diye kapatıyorsunuz kitabı, sona geldiğinizde. Zira kitabın son sözü şunu demekte;
“Dostluk hakların işi, düşmanlık devletlerin icadı… Yoksa kalanlardan bir Rum; gidenlerden bir Türk’ün ardından niye “Gitme gül yanakların solar” desindi.” (HA/YY)