Sur’daki zorunlu göçü arkadaşlarımdan biriyle konuşurken arkadaşım dedi ki; “dönerler tekrar evlerine, bir süreliğine çıktılar sadece”.
Büyük ihtimalle öyle olmasını istediği için öyle söyledi. Sonrasında Sur’daki evini en son terk etmiş tanıdıklardan Ahmet’i aradım, nasıl olduklarını sormak için. Meğer Ahmet Sur’a geri dönmüş bile, meğer tüm aile evlerini terk ederken annesi evi terk etmeyi reddetmiş.
Dün Ahmet'e bir telefonla evlerinin kapısının kırıldığı haberi gelmiş bir komşudan. O da koşa koşa evine gitmiş ki kapının yerinde yeller esiyor. Allahtan annesi iyi.
“Olmaz Ayşe, bu hak değil, bizi köyümüzden apar topar attıkları gibi buradan atabileceklerini sanıyorlar. Bir kaşık bile almadan bıraktık evi, ama geri döndüm şimdi, bırakmayacağım bir süre. Gidince hemen yıkıyorlar. Çocuklar, karım hepsi başka bir yerde… Bu savaş biteceğe de benzemiyor, öyle kaldık ortada. Başka bir yerde ev kiralasak, eşya yok, boş evde ne yapacağız. ”
İşte bir geri dönüş hikayesi… Ne zamana kadar dayanacağını bilmeden, annesini orada yalnız bırakmaya içi el vermeyen Ahmet, gitmiş annesinin yanına, oturmuş evine. Sur’daki insanlar bıraktıkları evlerine geri dönebilecekler mi? Eğer evler fiziksel olarak yıkılıyorlarsa dönemeyecekler zaten. Peki evlerin taşları duruyorsa, paramparça bir halde onları bekliyorsa, tamir ederlerse evlerine geri dönebilecekler mi Sur’un insanları?
Ev mekanı, ihtiyaç duyulan bir barınak, zamana gömülü (nostaljiyi aşan) bir hatırlama mekanı (Young), kabuklu yaralarımızın güvende hissedildiği mekan (Arendt), içkinlik mekanı (Beauvoir), sömürü mekanı (Hartmann) ya da sömürge koşullarını yaşayan coğrafyalarda direniş mekanı olarak düşünülebilir (Hooks).
Özel alanın ötesinde evi, yurt, ulus, cemaat, gezegenimiz olarak ya da özneler-arası mekansal pratiklerle kurulan tüm insan kültürünü de bir ev kurma öyküsü olarak okuyabiliriz (Heidegger).
Bu nedenle ev deyince aslında duvarları aşan bir mekandan söz ediyoruz. İktidar ilişkilerine içkin ancak onlara indirgenemeyecek olan, hissedilen bir mekan aynı zamanda ev. Ait olma hissini gerektiren bir mekan.
Otellerde evlerimizde olan herşeye hatta daha fazlasına sahip olabiliriz ama evde hissetmeyiz, oraya ait hissetmeyiz. Ait olmak tüm duygular gibi, öznel ve nesnel koşullara bağlı bir his.
Keza kendi kendimize bir yere ait hissedemeyiz, bu nedenle aidiyet özneler-arası kurulan bir hissiyat aynı zamanda. Sizin olan bir mekan işgal edildiğinde, elinizden alındığında oraya tekrar döner misiniz? Bazen… mi?…
Özel alandaki evin kaybını düşündüğümüzde insanların barınaklarının kaybından daha fazlası olduğunu hissediyoruz bir şekilde. Bir binayı ev yapanın, insanların kimliklerinin, oyunlarının, türkülerinin, yemeklerinin, halılarının, renklerinin hafızaları olduğunu biliyoruz.
Yıkılan duvarların aslında insanlarla birlikte yaşayan duvarlar olduğunu, mekanların insansızlaştırılarak öldürüldüğünü, yani hafızaların, tarihlerin öldürüldüğünü biliyoruz.
Bir mekanın özel alana ait bir ev olabilmesinin olmazsa olmaz koşulunun o alanın kapılarını istediğimiz zaman kapatabilme hakkımıza bağlı olduğunu da, yani mahremiyetimize…
İnsanlar mevsimlik göçe gittiklerinde, çadırlarda yaşarlarken bile mahremiyetlerini korurlar. Aynı çadırın içinde iki aile kalıyorsa, aileler arasında perde çekerler. Eğer bir evin kapısı kırılıyorsa, orada kendinizi sağaltamazsınız, eviniz de siz de taciz ve işgal edilmişsinizdir.
Ancak Sur’da, gözlerimizin önünde, insanların el arabalarıyla torbalarla eşyalarını taşıdığı (tıpkı doksanlarda kamyonet arkalarında kentlere taşınan ineklerin imgeleri gibi gözümüzün önünden gitmeyecek olan) 2015 zorunlu göçü taciz edilen mahremiyetimizden daha fazlası…
Çünkü Sur’da yıkılanlar sadece insanların evleri değil, ötekiyle karşılaşılan kiliseler, camiler, çay içilen, kahvaltı edilen, top oynanan sokaklar, farkların kesiştiği, üst üste bindiği, beraber yaşadığı kolektif hafıza ve direniş mekanı da yıkılıyor aynı zamanda.
Bir mekanı kamusal bir ev olarak düşünmenin koşulu o mekanda alışkanlığa dayalı zaman-mekansal pratiklerin farklı öznel konumlanmalar aracılığıyla eşit ve özgür bir şekilde yaşayabilmesine bağlıdır. Sokağına çıkamadığınız, sokağında kurşunlandığınız bir kamusal eviniz olamaz.
Özelde ve kamusalda kaybedilen ev, öznel koşullarla nesnel yapısal düzenlemelerin arasındaki uzlaşıyı kaybetmektir aslında. O uzlaşı da evinize dönüp (eğer ev kalmışsa) camı, kapıyı tamir ettiğinizde geri gelmez. Kaybedilen güvendir, ait olma hissidir, kolektif hafızadır, direniş mekanıdır, sokaklardır, yüzyıllardır biriken tarihtir.
Eğer ki bir de Sur’da oturan birçok kişi gibi yirmi yıl önce köyünüzden benzer şekillerde kovularak Sur’a gelmiş ve kentin göbeğinde yeni bir ev kurmaya çalışırken böylesi bir şiddetle karşılaşmışsanız, geri dönmek üzerine düşünmemiz gereken çok şey vardır…
O dönüş muhteşem olmayacaktır ama “dönüşüm” umarım ki muhteşem olacaktır… (İAK/EA)