İnsan teki yola neden çıkar? Hele bu yol kendince "dönüşsüz" bir yol ise!
İfadenin hemen başında vurgusunu yapmalıyım ki, "dönüşü olmayan yol" sözü en azından bu yazıya konu olması açısından kavramsal bir metafordur. Aslında yolun sonu gözükmekte, dönüşün akıbeti de meçhul değil, aşikârdır. Bu durum girizgâhımıza konu oluşturan iki ciltlik roman için de geçerli bir belirlemedir. Zaten adını "Dönüşü Olmayan Yol" ve "Sarya" koyduğu uzun ve nehir romanında yazar Hasan Bildirici'nin muradı da okumalarımdan edindiğim izlenime göre kanımca budur.
Dönüşü Olmayan Yol, bir dağ romanı!
Çünkü, hâla en azından 200 senedir muktedirlerce içinden çıkılamaz bir hale soktuğu 2010 dünyasındaki Kürtlerin varlık-yokluk kavgaları bütün cesametiyle çözümsüz halde orta yerde duruyor. Bu çözümsüz uluslararasılık bile, meselenin dönüşü olmayan bir mecradaymış gibi algılanmasına rağmen, çözüme doğru umut veren siyasal aktörlerin can ve baş koydukları siyasi tercihler ile edebi örneklerin varoluşlarıyla ilintilidir.
Size bu satırları ülke dışından diasporadan aldığım bir ileti ve bir süre sonra da elime ulaşan iki ciltlik "Dönüşü Olmayan Yol" ve "Geçmişin Gölgeleri" romanları üzerine yazıyorum.
Dönüşü Olmayan Yol, bir dağ romanı! Dağ Romanı olduğu kadar da kadınların romanı, Kürt kadınlarının romanı; Rozerin, Sarya, Rojda ve diğerlerinin romanı.
Rozerin'in anı defteri Rojda'nın elinde...
Hikâye filmografik! Üniversite öğrencisi bir genç kız olan Rojda'nın, memleketi Van'a ve ailesinin yanına dönüş yolu! Yol üzerinde "rastlanılan" ölü bir kadın gerillanın, Rojda'nın da katılımıyla yolcularla birlikte kar altına defnedilmesi! Sonra bir şekilde ölü gerilla Rozerin'in anılarını kaleme aldığı defterine Rojda'nın sahip oluşu ve bütün bir Kürt coğrafyasında çoğu kez "hançer yarası sınır boyları"nın da izinsiz destursuz geçişlere tanıklıkların, ev sahipliklerinin sıkı bir edebiyatı...
Türk edebiyatında Kürtler potansiyel suçlu
Bütün bir cumhuriyet döneminin Türkiye siyasal tarihi yeniden okunduğunda fark edilir ki; Kürt halkının siyasal talepkârlığı, Kürtlerce hiçbir dönemde ötelenmemiş, ertelenmemiştir. Bu siyasal talepkârlığın ister Türk, isterse Kürt yazarlara yansıyan yüzü ise genellikle farklı çehrelere bürünmüştür.
Özellikle cumhuriyetin tek parti ve hemen sonrasındaki siyasal sürece yansıyan evrelerindeki Kürde dair Türk edebiyatı, ağırlıklı olarak Kürdü aşağılayan, küçümseyen, potansiyel suçlu gibi gören; kısmen de mağduriyet ve eziklik üzerinden bir edebiyata ve yazın anlayışına ortam hazırlayan bir edebiyata kaynaklık etmiştir.
Kürtçe yazanlar kuşatılmış bir dünyaya hitap etti
Kürtlerce kaleme alınan edebiyat örnekleri ise Türkiye'deki yasaklı dil üzerinden Türkçe'nin hegemonik yapısı ve baskıcılığı nedeniyle üzülerek ifade etmek gerekir ki cılız kalmıştır.
Kürtçe yazanlar zaten sıkıntılı olan ve gelenekselliği yeterince aşamamış bir kulvar içinde edebiyat yapmak durumunda kaldıklarından sınırlı ve kuşatılmış bir dünyaya hitap etmek durumunda kalmışlar.
Yaşar Kemal, Mehmet Uzun....Ve umut
Yaşar Kemal gibi Türkçe yazan ama bizatihi Kürdün hikâyesini de yazan seçkin ve nevi şahsına münhasır edebiyat şahsiyetleri ise romanlarında Kürdü insan olarak hakkettiği çapta doğru düzgün bir yere oturtarak bu haksızlığa edebiyatın dilinin elverdiğince yanıt olmaya çalıştı(lar) / çalışıyor(lar).
Sonrasında Mehmed Uzun gibi modern Kürt edebiyatının dünyaya açılan yüzü diye ifade edeceğim(iz) öncüler ise siyasal karşı duruşun acımasızlığından maalesef önlerini yeterince göremeden muktedirin zulmüne maruz kaldılar.
Ve 1980'li yıllarla birlikte Kürt edebiyat dünyasına kaynak oluşturabilecek yeni bir Kürt siyasal mücadelesi siyasetin modern kavramlarıyla da tanışarak zuhur etti. Elbette bu siyasal mücadele kendi edebiyatını da yeni binyılda bihakkın yaratacaktır. Kimi Kürt şahsiyetleri "Kürtlerin son 30 yılının boyutlu siyasal tarihinin edebi örnekleri henüz yeterince ortaya çıkamadı" demekle ziyadesiyle haklı olmakla birlikte tekil de olsa kimi ipuçları artık yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Umut veriyor.
Kendini dağ'a vermiş bir ruh haline edebi karşılık...
İşte son zamanlarda edebiyatçı Hasan Bildirici'nin iki ciltlik "Dönüşü Olmayan Yol-Sarya" uzun romanı ile tümüyle diaspora kültürünün ve yaşam biçiminin sürgün bir Kürt şahsiyetinin ruh hali ile buluşan dünyasına değen arka planı olarak romanına kurgu yapan "Geçmişin Gölgeleri" ziyadesiyle bu siyasal ve Kürdî sürece cevap olmaya aday edebiyat örneklerinden...
Dili uzun yıllarca yasaklanmış insanların kendini dağ'a vermiş bir ruh haline edebi karşılık oluyor kanımca bu türden edebiyat eserleri. Siyaset ne kadar kendi kulvarında yürür ve sonuca, çözüme doğru evrilirse evrilsin; siyaseti ebedileştirecek olan, iyi edebiyat örnekleridir. İşte bu nedenle "dipten gelen (edebi) uğultu"nun henüz kulaklara yeterince çalın(a)mayan sesleri olarak algılıyorum Hasan Bildirici ve benzer "dağ edebiyatı" örneklerini.
O kadar çok yazılacak hikâyeleri var ki!
Romanda adı geçen, ya da geçmeyen kadınlar roman boyunca bir söz söylüyorlar: "Dönüşü olmayan yolun ilk sözüyüm ben". Çok farklı şekillerde; gâh bir ağaç kovuğunda, gâh bir mağara oyuğunda, gâh bir kilise kalıntısında, gâh bir sınır tel örgüsünün dikenine takılmış bir gazete kupürünün yırtılmış parçasında veya bir anı defterinin kopuk sayfasında.
Sonra ilk sözün umut vaat eden son vurgusu ile finali yakalıyoruz: "Bizler dönüşü olmayan yolun yolcularıyız. Sonuna kadar yürüyeceğiz".
Gine Bissau'nun büyük önderi Amilcar Cabral; "Ulusal başkaldırı kültürel varoluşla başlar" der.
Kültürel (ve siyasal) varoluşun sıkı yürüyüşçülerine armağan edilmiş iyi bir edebiyat örneği olarak okudum "Dönüşü Olmayan Yol, Sarya ve Geçmişin Gölgeleri"ni. "Dönüşü olmayan yol" henüz tamamlanmamış bir uzun roman gibi aynı zamanda!
Büyük yol yürüyüşçülerinin daha o kadar çok yazılacak hikâyeleri var ki! (ŞD/EÖ)