Bir Japon inanışına göre, kâğıt katlama sanatı Origami ile bin turna kuşu yapan kişi sağlıklı ve uzun bir ömre sahip oluyor.
Yandaki fotoğrafta belirtilen sırayla bin turna kuşu yapmak için bir masada oturduğunuzu hayal edin. Size verilen belirli bir süre içinde ve zorunlu ihtiyaçlar dışında masadan kalkmadan bunu yapmalısınız.
Kâğıt destesinden tek tek kâğıtları alarak turna kuşu yapmak üzere katlamalısınız. Ancak katlama işine başlamadan önce kâğıdın sağ alt kenarındaki küçük bulut resmini dikkatle kesip yerinden çıkarmalısınız.
Katlama işi bittiğinde bu küçük bulut resmi turna kuşunun içine yerleştirilmiş olmalı. İşi bitirince turna kuşunu bir ipe geçirip, bir sonraki katlama için başka bir kâğıt alabilirsiniz. Yine önce dikkatle kâğıdın kenarındaki küçük bulut resmini kesmeli ve turna kuşunun içinde kalacak şekilde…
Bütün bu çile sağlık veya uzun bir ömür beklentisi için değil de astronot olmak için. Bin turna yapma testi astronot olmak için yapılan sayısız testlerden sadece biri.
İlk yaptığınız turnalar ile son yaptıklarınız birbiri ile kıyaslanıyor. Arada hiçbir fark olmamalı. Sürekli aynı şekilde tekrarlanan bir işi bitirmek için sabırsızlık gösteren ve gevşek davranan bir insan uzayda bir faciaya yol açabilir çünkü.
Dolayısıyla sabrınız, konsantrasyonunuz, dayanıklılığınız, bir işi hep aynı şekilde ve mükemmellikte yapma beceriniz ve bu becerinizi zaman içinde yitirip yitirmediğiniz “pek çok test” yapılarak dikkatle değerlendiriliyor. Ancak bu testlerden geçtikten sonra bir astronot olabiliyorsunuz. Yine de görev için sıranızı beklemelisiniz.
Sadece 12 cıvata sıkmak
Uzayda yapacağınız göreve bağlı olarak dünya üzerinde hazırlanmış simülasyon modüllerinde gerçekleştirilen ve bazıları yıllar süren ön hazırlık-deneyim çalışmalarına katılmak gerekiyor.
Örneğin, Uluslararası Uzay İstasyonu kurulurken, istasyon modüllerini birbirine bağlayan cıvataları sıkma eğitimi her bir astronot için 2 yıl sürmüştü. Bir fırın tepsisi eldivenini elinize giyip iskambil oyunu oynamayı deneyerek bu işi yapmanın ne kadar zor olduğu biraz anlaşılabilir. Üstelik astronotluk kariyeriniz boyunca yapacağınız tek iş hepi topu 12 tane cıvata sıkmak da olabilir.
Dünya koşullarında kolayca ve çoğu kez hiç farkında bile olmadan yaptığımız her şey uzayda daha önce hiç tecrübe etmediğimiz bir zorluk formuna bürünür. Sadece ağırlıksız olmanın bile yol açtığı sorunlarla baş etmek bile zaman alır. Bildiğimiz her şeyi yeniden öğrenmemiz gerekir.
İnsanı yoran, bıktıran ve ancak yıllar boyu süren bir eğitim ile üstesinden gelinebilecek bir şey bu. Çok sağlam, dengeli, istikrarlı bir psikolojik yapıya sahip olmak da şarttır.
Yeryüzünde farkına varmadan yaptığımız her şey uzayda bir sorun olarak varlığını hissettirir.
Houston, bir sorunumuz var
Bir uzay gemisindeki en önemli sorun insan. İnsan olmadığı sürece bir uzay aracındaki her şeyi kontrol etmek çok daha kolay ve masrafsız. Mary Roach’ın “Mars’a Yolculuk” kitabında (Cem Ünver çevirisi, Kitabix yayınevi) harikulade bir şekilde dile getirdiği gibi:
“Bir uzay mühendisi gözüyle bakıldığında siz bir sorunsunuz. Hayatı boyunca uğraşmak zorunda kaldığı ve kalacağı mekanizmaların en sinir bozucususunuz. İstikrarsız bir metabolizmaya, zayıf bir hafızaya, yapısal düzeni itibarıyla doğada milyon tane farklı şekilde bulunabilen bir gövdeye sahipsiniz.
"Öngörülemezsiniz. Değişkensiniz. Tamir edilmeniz haftalar alır. Mühendis uzayda ihtiyacınız olacak su, oksijen ve yiyecek miktarını, karides kokteylinizin ve ışına tabi tutulmuş Meksika yemeğinizin fazladan ne kadar yakıta mal olacağını düşünmek zorundadır.
"Oysa bir güneş paneli ya da itici ağzı dengeli ve zahmetsizdir. Dışkılamaz, paniklemez, görev komutanına âşık olmaz. Egosu yoktur. Uykuya ihtiyaç duymadan da tıkır tıkır çalışır ve yapı taşları yerçekimsiz ortamda bozulmaya başlamaz.”
Yine de uzay çalışmalarını sonsuz derecede ilginç kılan tek unsurun insan olduğunu ve bunu büyüleyici bulduğunu sözlerine ekler Roach.
Kitap uzay çalışmalarının zorluğuna, insan hayatının yaşadığımız gezegenin hiç farkında olmadığımız fiziksel koşullarına nasıl da derinden bağlı olduğuna, yaşadığımız gezegenin içinde gezinmenin serbest ama dışına yol almanın bütünüyle olmasa da ne kadar imkânsız bir “proje” olduğuna yer yer kahkahalarla gülmekten kendini alamayacağınız esprili bir dille dikkat çekiyor.
Yeryüzü sarar uzay gemisi kuşatır
Kitapta hiç yer almasa da, kitabı okurken bir yandan da iklim krizi, kimyasal kirlilik veya biyolojik tür çeşitliliğinin azalması gibi gezegenimizdeki hayatın önümüzdeki yüzyıl içinde yıkıma uğramasına neden olacak sorunları düşünüyorsunuz.
Bu sorunlara yol açan kapitalist sistemi, neoliberal politikaları ya da hayatın en ince noktalarına kadar uzanmış sömürüyü. Ama mesele sadece içinde nefes aldığımız sisteme değil, kendi içimizdeki bir yerlere de uzanıyor belki; hırslarımıza, arzularımıza, kıskançlık ve rekabet… duygularımıza.
Tek başına var olabileceğimize ve her şey yok olsa da insana bir şey olmayacağına inanıyoruz.
İnsan insana muhtaçtır oysa. Sadece insana da değil diğer her şeye. Yaşadığı ortama adapte olma yeteneği ve kaynakları kullanma becerisindeki gelişmişlik açısından insanın aşırı uzmanlaşmış bir canlı türü olduğu ve bu durumun onu en muhtaç varlık yaptığı bile söylenebilir. Salt bu yönüyle bile insanın koşullardaki ani değişimlere adapte olabilme gücünü büyük oranda yitirdiği de buna eklenebilir.
İnsanı çepeçevre “saran” bir dünya, başkasının derdiyle hemhal olmaktan vazgeçtikçe onu çepeçevre “kuşatan” bir şeye dönüşüyor. Dönüştürüyoruz.
Bir uzay gemisi olarak Dünya
İnsanın bütün bir hayat serüveni içinde yaşadığı gezegene yaslanmış kalacak ve o gezegende son bulacak gibi. Hayata ilişkin bilgimiz arttıkça yeryüzünü hayata daha elverişsiz bir hale getiriyor olmamız, görüş ufkumuzun giderek daralması ne acı.
Yaşadığımız gezegeni gün be gün bir uzay gemisine benzetiyoruz. Bir uzay gemisinde biyolojik karmaşıklık az teknolojik donanım çoktur. Açığa çıkacak her olası sorunu çözmek için önceden tasarlanmış teknolojik bir iş planı oluşturulmuştur.
Ama en nihayetinde bir uzay gemisinin insan için yaşama elverişsiz bir yer olduğu da muhakkaktır.
Başka bir yere gitme fikrine yaslanan her uzay yolculuğu tasarısı bu elverişsiz düşüncenin göz ardı edilmesine dayanır. Karşımıza çıkan her sorunu teknoloji kullanımına bir davet olarak görürüz. Bu davranış tarzını dünya ile kurduğumuz ilişkide de yakalamak olası.
Dünyayı “insan için” daha elverişsiz bir hale getiriyor, yol açtığımız bu sorunlar kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi düşünüyor ve teknolojik usullerle çözebileceğimize inanıyoruz. Çözdükçe de artan bir güven, doğadan özgürleşme ve ona hükmetme duygusu…
Teknoloji insanı doğaya daha bağımlı kılar
Oysa teknolojik gelişme olarak adlandırdığımız şey bizi doğadan özgürleştirmek şöyle dursun, ona daha çok bağımlı kılıyor. Özellikle son yüz yıl içindeki değişimleri böyle okumak da mümkün: İhtiyaçlarımız ile onları karşılamak için bulduğumuz çözümler arasındaki bağların kopması olarak.
Bu bambaşka bir yazı konusu. Ama bir yanlış anlamaya yol açmamak için meselenin teknoloji karşıtlığıyla, uzay çalışmaları yapmaktan ya da başka gezegenlere gitme hayali kurmaktan vazgeçmekle bir ilgisi olmadığını belirtmeliyim.
1950’li yıllardan bu yana yapılan uzay çalışmalarından elde ettiğimiz bilgiler en çok da dünyadaki hayata ilişkin ufkumuzu genişletti. Nasıl bir gezegende yaşadığımız, bu gezegendeki hayatın göz kamaştırıcı karmaşıklığı, benzersizliği ve her şeyin nasıl da ilmek ilmek birbirine bağlı olduğuna dair bilgilerimizin çoğunu uzay çalışmalarından devşirdik.
Mesele dünyadaki hayata ilişkin bunca bilgiye rağmen nasıl olup da hayatı yok etme aşamasına bu kadar kolayca gelebildiğimiz ve bir şekilde gezegendeki hayat son bulursa başka bir gezegene gidip oraya yerleşebileceğimize de bu kadar kolayca inanmamız. Bu inançtaki saçmalığı, olanaksızlığı bu kadar kolayca görmezlikten gelebilmemiz.
Eller Ay’a biz yaya mı?
“El âlem Mars’a gidecek biz ne haldeyiz” diye düşünmenin hiçbir anlamı yok dolayısıyla. Bu serzenişin “biz ne haldeyiz” kısmı anlamsız değil gerçi ve içinde olduğumuz koşullarda her zamankinden daha çok üzerinde düşünmeye de ihtiyaç var.
Ama zaman içinde hiç kimsenin dünya dışında bir yere gidip, oraya yerleşebileceği de yok. Ya da yakın bir gelecekte başka bir gezegene gitmekle elde edilebilecek bir zafer.
Belki de çok uzatmadan sözü Mary Roach’a bırakmak en iyisi:
“İnsan ruhunun yüceliğine inanmak benim için her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Savaşlar, bağnazlık, açgözlülük, alışveriş merkezleri, narsisizm… El ele tutuşarak, ‘Eminim ki bunu başarabiliriz’ diyen bir canlı türünün kibrinden başka bir şey olmayan aşırı ve kullanışsız harcamalarda, sinsi bir yücelik olduğunu düşünüyorum.
"Evet, Mars için toplanılacak paranın Dünya’da daha iyi işler için harcanması mümkün. Ama harcanır mı gerçekten? Çeşitli projelerin tasarruf amacıyla iptaliyle elde edilen paralar ne zaman eğitime veya kanser araştırmalarına harcandı? İstisnasız olarak her seferinde çarçur edildi. Biraz da Mars için çarçur etsek ne olur? Haydi, dışarıya çıkıp oynayalım artık.”
İşin esası içinde yaşadığımız coğrafyalarda yaşanabilir hayatlar kurabilmekte.
Uzayda gittiğimiz, gidebileceğimiz her yer, önünde sonunda “vardığımız” değil de “yola çıktığımız” yer-yüzü hakkında bir şeyler söylüyor en çok.
Asıl kıymetli olanın uzay değil yeryüzü olduğunu dönüp dolaşıp bize hatırlatıyor. Kavafis’in söylediği gibi, “dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda / başka bir şey umma…” (BŞ/EA)