*Fotoğraf: Arda Ekşigil
Söyleyecek çok şeyim vardı. Arka cebim ne laflarla, ön cebim ne taşlarla doluydu. Ne sitemler biriktirmiş, ne şikayetler hazırlamış, kılıçlarımı bilemiş, her türlü cambazlığı düşünmüştüm.
***
'B. iskelesindeki çalışmadan dolayı motorumuz S. iskelesine devam edecektir, anlayışınız için teşekkürler'. Her şey olduk, ama anlayışsız olmadık. Ayrıca, B. iskelesi açılmadan S. iskelesinden eve az yürümedi bu bacaklar. Nankörlük yapmayacağız elbet. Motor ite kaka, rıhtımı gagalaya gagalaya yanaştı bile.
Yürüyüş yolunda her şey bir yere kadar – tam nereye kadar? – olağan. Rus sefaretinin önünden kendini denize atıp günah işlemişçesine çabucak geri çıkan çocuklar, banklarda güneşlenen mayışmış havlular, önlerinde nöbet tutan sert görünümlü havuz terlikleri, terliklerin önünde kalabalık çekirdek kabuğu yığınları.
Yanımdan süratle koşan üniformalı sporcular ezip geçiyorlar karnı yarılmış çekirdekleri, düşene bir daha vuruyorlar.
Acaba bir 'taşkınlık' mı oldu?
Bir ambulans kaldırıma yaslanmış. Arkasındaki restoranda renkli bir düğün çoktan başlamış olmalıydı bu saatte – teyzeler oturur, kızlar ölçülü adımlarla oynardı - ama yok. Ambulansın biraz ilerisinde polisler, kilisenin önünde dikiliyorlar. Polis-Ambulans-Kilise teslisi: tam manşetlik bir facia üçlemesi.
Acaba bir 'taşkınlık' mı oldu? (ilçemiz çokkültürlüdür gerçi ama, tadını kaçırmadan, fazlası mideye dokunur. Yine ayar mı kaçtı acep?). Kilise, koca gövdesini nereye sokacağını şaşırmış, zabıtadan gizlenen işportacı gibi köşeye tünemiş, çatısından ter damlıyor. İlerledikçe polisler ve çeşitleri artıyor.
Kısa kollular, uzun kollular, kolluklular, kolluksuzlar, sarı yelekliler, yeşil yelekliler, ceketliler, tişörtlüler, harekatçılar, akrepler, yunuslar. Az evvel yüksek tempolu adımlarını bir bir sayan, başları eğik ayakkabılarının burnuna bakan eşofmanlı koşucular, kablosuz kulaklıkları, kaldırıma taşan müzikleriyle, neredeler?
Kesin bir şey oldu. Işıklardan karşıya geçerken şu kolluksuz amire soracağım (nispeten temiz yüzlü), 'bir şey mi oldu' diyeceğim, vatandaş olarak.
Siyah arabalar ve kendinden emin dönüşler
Yollar ıssız, daha doğrusu ıssızlaştırılmış. Belayı sezmiş, panjurları indirip kabuğuna çekilmiş bir vahşi batı kasabasına giriyorum - girmiş bulunuyorum. Uzaktan hırçın motor hırlamaları yaklaşıyor, kazıklı yoldan mahalleye giren kavşaktan keskin, kendinden emin dönüşler yapıyor devasa siyah arabalar. Yeni Dünya sahiline yaklaşan sunturlu İspanyol yelkenlerini izleyen yerliler gibi sessizce duruyorum kaldırımın kıyısında. Amiral gemisi yanımdan geçip gidiyor.
Bir el sallanıyor içeriden dışarıya- o kalın parmaklar ne kadar tanıdık. Beyaz Adam -ha beyaz ha uzun adam- gelmiş. Ayağını bastığı yer onun artık.
Yürüyorum ama yürümemeliyim. Duruyorum, o da olmuyor. Görevli memur beylere sormalıyım belki, 'ne yapayım' diye.
Onlar da bilmiyor.
Onların da tabanları tutuşmuş, betonun yerine kor dökmüşler sanki. Kimse yüzüme bakmıyor ama hissediyorum, binlerce göz sırtımdaki çantayı kurcalıyor.
Henüz korku görmemiş bir çocuk Altın Ordu süvarisini takip ediyor koşturarak; siyah arabalardan çatık kaşlı bir bıyık bağırıyor, 'çekil lan kenara' (gördü). Atlılar geçiyor peşisıra, Cengiz gibi, Hülagu gibi akıyorlar mahallenin içlerine. İstanbul'a da böyle girdiler herhalde, kaldırımda eli ayağı birbirine dolaştı milletin.
Üstümüz başımız güç kokuyor
Kervan ileride bir yerde duruyor. Güç. Üstümüz başımız güç kokuyor, en kaba, en çıplak haliyle kuvvet.
Daracık caddemiz bu kadar pazu görmemişti Haçlılardan, Orhan Gazi'den beri. 'Kayıtsız kalmalı' diyorum kendime. Lüks arabasının beygirini, egzozunu kulaklarımda patlatana nasıl başımı çeviriyorsam şimdi de direnmeliyim.
Bakmak, gücün değirmenine su taşımak demek. Dondurmacıda duruyorum.
'Kavunum yok' diyor dondurmacı, bir gözü arabalarda. Şeftali zaten yok, çikolata-beyaz olsun. Kovaya elini daldırdıkça sakinleşiyoruz biraz.
Bir ara 'bizim vergilerimizle...' diye başlayan cümleyi bile kurabiliyorum. 'Bir de peçete' rica ediyorum en yazlıkçı sesimle. Hava sıcak, çabuk eriyor.
Sipahiler atlarından inmiş, sağımda solumda ordugah kuruyorlar. Gözlerimi kırbaçlıyorum, önünüze bakın diye dürtüyorum. Nereye geldi acaba?
Değiştirecek bir kaldırım, sığınılacak bir çıkmaz, bir ara sokak yok. Tek yol var o da O'na çıkıyor. 'Gitmeden bir görsen' diye fısıldıyor beynimin hinliğe çalışan lobu. Hinlik hainlik hep kazanır; kalabalığa doğru yürüyorum.
Taraflardan çok muhafız var
Hazırlıksız ve bayraksızız, ama telefonlarımız var; Çeke çeke 'Reis' naraları atıyoruz yeniçerilerin arasından.
Ağzım bir şeyler geveliyor, tanımadığım cümleler kuruyor, yan yana gelmeyecek kelimeleri birleştiriyor (üzüm üzüme baka baka mı kararır, yoksa en başından kara mıydı?).
Taraftardan çok muhafız var, çeşitli boy ve ebatlardalar. Yüzlerinde okunan ilk ifade bağlılık, sadakat; daha derinlerden fışkıransa, hata yapma korkusu.
Hata yapmamak için her an hata yapabilirler, beni kazara ortadan ikiye ayırabilirler, fazla bağlılıktan kemiklerimi kırabilirler (alıngan ve duygusal bir tarafları da var, belli). Ürperiyorum.
Havada uçuşan tüm duygu parçacıklarını bastıran, hepsinin üstüne çıkıp yerleşen en baskın his bu korku hissi. Taraftar muhafızlardan, muhafızlar taraftardan, muhafaza edilen de herkesten korkuyor.
Bağrışmalar bile temkinli, sınıf öğretmenini kızdırmayacak ölçülerde. Gözüne girmek, bir an için bile olsa göz göze gelmek için uslu mu olmalı, çığırtkan mı? Biz de bilmiyoruz, uslu bir çığırtkanlık yapıyoruz.
Ne söyleyebilirim? Ola ki o son birkaç metrelik yol açılsa, huzuruna kadar çıksam, ne diyebilirim?
Laf ebeliğinde üstüme yoktu, dilim pabuç kadardı birkaç dakika önce, şimdi ara ki bulasın. Dört bir yanımı asabiyet lejyonları kuşatmışken iki kelam edebilir miyim? Belki hafif kinayeli, ince belli bir sitem? 'Keşke şöyle olmasaydı Sayın C.'? Gitgide kısılan sesim buradan oraya yetişmez. Yetişse açalım ağzımızı yumalı gözümüzü; ama yetişmez.
Ekose cekete dokunacak kadar yakın olmak...
Bir el hareketi; müfreze yol veriyor aniden, kümesten çıkan tavuklar gibi çarpışa çarpışa koşturuyoruz (ben niye/nereye koşuyorum?). Aşık maşuka kavuşacak, sözlü arzuhalini iletecek, belki yem de dilenecek biraz.O üç-beş adımda hava biraz daha boğuluyor. Toplu bir gaz sıkışması yaşıyormuş gibi, ampule yapışmak için birbirlerini döven sinekler gibi çarpışıyor yerli ve terli vücutlar.
Herkes ceplerini yoklayıp gün olur lazım olur diye bir kenara koyduğu kelimeleri arıyor telaşla. İtişip kakışırken yalnızca tükürüklü heceler çıkıyor ağzımızdan.
Ekose cekete dokunacak kadar yakınım artık. Kelimeleri sırasıyla dizebilsek, dinler mi bizi?
Muhtemelen hayır. Kimse dinlemesini de beklemiyor zaten; kendi yarattığı ve yönettiği hortumun merkezinde hareketsiz, duruyor. Göz göze geliyoruz aniden. Kendimi onun gözlerine koyuyorum; Kalabalığın arasında dondurma yalayan şortlu, sırt çantalı, nemli bir surat.
Her gün neler görüyordur kim bilir. Koskoca C.'nin karşısında ayıp mıdır, 'indir lan o elindekini' diye elime vursa sadık ve asabi fedailer, derdimi kime anlatırım?
Yalnızca bir lekeyim, her an temizlenebilecek, bir daha esamesi okunmayacak basit bir leke. Ayıpsa ayıp diyorum, artık dönüşü yok bu işin. Dondurmayı yalıyorum yakışıksızca, gözlerimi asfalta düşürmeden.
Ne şiş yansın, ne ben
Baksın, baksın da anlasın istiyorum - ama emin de olamasın; ne şiş yansın ne ben.
Sabırsızlanıyor, bitse de gitsek bakışları yerleşiyor yüzüne. Hayranları can sıkıntısını seziyor, kaybolan dikkatini yakalamak için bağrışmalar, sızlanmalar, itişmeler, dövünmeler şiddetleniyor. Üç paralık cesaretim yine kabarıyor o boşlukta, 'ilk cümleyi bulsan gerisi çorap söküğü...' diye fısıldıyor ürkek nefsime.
Dondurmamın kenarları akıyor, parmaklarım yapış yapış. Hadi uygun cümleyi buldum, lafa nasıl başlarım, hadi başladım sonunu nasıl getiririm? Bu kadar sığ yerde balıklama atlanır mı?
Halbuki Şikago'nun küçük esnafı bile yaklaşabiliyormuş fötr şapkalı Sicilyalı beye, 'Don Carlo, bizim dükkandan çok haraç kesiyorlar, ödeyemiyoruz' diyorlarmış, ellerini önlerinde kelepçeleyerek. 'Efendim bir sürü adaletsizlik...' Efendim mi? TRT muhabirliği yapacaksak ağzımızı hiç açmayalım daha iyi.
'Ya itiraz et, ya sonsuza dek...' Etrafımızdaki çember daralıyor. Şişman bir kraliyet fotoğrafçısı hayranları teker teker O'nun sağına soluna diziyor. Zihnim dilime dikiş atıyor, 'senin iyiliğin için' diyor. Fotoğrafçı beni de omzumdan çekiştiriyor, kolumdan sürükleyerek O'nun önüne yerleştiriyor. Nişan alıyor makinasıyla,
'Çök çök çök' diyor.
Elimde dondurmamın külahı, çöküyorum. (AE/PT)