Salgın hastalıklar tüm tarih boyunca yoksulları zenginlerden daha fazla etkilemiştir. Eğer böylesi kritik bir noktada sosyalistler "kamusal fayda" temasını işlemeyeceklerse ne zaman işleyecekler?! Doğrusu insana tuhaf geliyor.
Türkiye tamamen kilitlenmis durumda. Konu malum: domuz gribi. Bu pandemik hastalık Türkiye'de hemen herkesin bir numaralı kaygısı bu aralar. Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında benim gibi aşı olanların sayısı ürkütücü biçimde az. Astımlı, kronik hastalar bile inatla aşı olmuyorlar.
Bir bildikleri olsa gerek! Özellikle çocukları olan hanehalkları aşı yaptırıp yaptırmama konusunda tam bir kafa karışıklığı yaşıyor. Medyanın son günlerdeki degişmeyen konularından birisi. Tam bir kör döğüşüdür gidiyor. Abbas Güçlü'nün Kanal D'deki programında saygın bir doktor, Dr. Haluk Eraksoy, gençleri aşı yapmaya ikna etmek için elinden gelen herşeyi yapıyor. Bir başka doktor, "evet iyi olur yapılsa, amma ben yaptırmam, ben zaten emeki doktorum" diyor. Adı Ahmet Rasim Küçükusta. Uzmanlığı Eraksoy gibi virüsler ve aşı da değil. Birşeyler bilip de söylemeyen siyasetçilerin edası var onda.
Milletin kafası iyice karışıyor haliyle. Televizyon programlarında halka sorulduğunda "Başbakanımız yaptırmayacağı için ben de yaptırmayacağım" diyenler de oldukça fazla. Belli ki liderinden etkileniyor birçok insan Türkiye'de. Devlet Bahçeli de "Domuz gribi ölümlerine inanmıyorum. Hiçbir önlemim yok. Her şey Cenabı Allah'ın takdiridir" diyerek tarihe bir not düşerek hepimizi aydınlatmış oldu! Hem dünya görüşünü hem de bilimsel yaklaşımını görmüş olduk, halkın bilgilenmesi açısından çok hoş oldu.
Bir de tabii İslam dini için domuzun farklı bir yeri var, muhtemelen bazı kişiler çocuklarını, torunlarını domuzla ilgili herşeyden, domuz gribi aşısı dahil, esirgemek istiyorlar. Kimbilir.. Kaç kişi ve kim bunu böyle yapıyor, bilmiyoruz tabii. Böyle kaygıları olanların sayılarının çok olmayacağını ummaktan başka birşey elden gelmiyor. (Bir gazetede çıkan şu yazıyı okumaz, bu zihniyeti görmezseniz sahiden eksik kalırsınız.)
Konunun çetrefilli olduğu zaten ortada. Bu salgın hızla yayılıyor. Gerçi ölüm oranı oldukça düşük, bazı tahminlere göre hastalığa yakalananların binde biri. Ama hızlı yayılınca, yani sayı çok artarsa, ölen insanların sayısı da hızlı artacak gibi görünüyor. Aşı sonuç vermezse oldukça hazin tablolar görmemiz işten bile değil. Umalım ki böyle birşey hiç gerçekleşmesin.
Tayyip Erdoğan dahil birçok kişi aşının bireysel bir seçim meselesi olduğunu söylüyorlar. Herkes araştırıp kendi kararını kendisi verecek! Kulağa hoş ve mantıklı gelen neoliberal bir söylemle karşı karşıyayız. Bıçak sırtında bir karar ama neoliberal ideolojiyle son derece uyumlu. Adeta borsada ve piyasadaki ekonomik aktörlerin belirli bir bilgiye sahip olduktan sonra istedikleri yatırımlara girişmesi gibi birşey. Ama piyasa ekonomisinin zaten en büyük zaaflarından birisi bazılarının daha iyi, daha derin bilgiye sahip olması, küçük yatırımcıların ise bu konuda daha dezavantajlı olması, biliniyor ki, ciddi bir sorun teşkil edebiliyor.
Piyasa ekonomisinde, tamam iyi güzel de, yeterli enformasyonu olmayan küçük ve zayıf yatırımcılar için strateji üretmek son derece zor, kararların yanlış anlınması yaygın raslanan bir tutum. Domuz gribi vakasında da öyle: konu direk bilimi ve halk sağlığını ilgilendirdiği için gözlerin bilim insanlarına çevrilmesi beklenirken bu ne kadar oluyor epey tartışmalı. Kaldı ki oralarda da farklı düşünenler var. Böyle bir durumda gönül ister ki bilim kurullarının dediklerini izleyip ülkece bir politika oluşturulabilinsin. Herkes kendi kararını yine kendisi versin ama referans noktaları konunun uzmanlarından alınsın. Herkes gereği gibi çağdaş bilimsel biçimlerde aydınlatılsın.
Bana ilginç gelen bir konu da bazı sosyalist arkadaşlarımın domuz gribine karşı takındıkları tavır oldu. Biliniyor ki neoliberalizm sosyalistlerin uzun yıllardır eleştirdikleri bir ideoloji. Neredeyse tüm kötülüklerin asli kaynağı olan neoliberal kapitalizmin eleştirisi sosyalistlerin adeta bir "takıntısı" olmuştu. Çok da haksız değillerdi. Neoliberalizm eğer bir söylemse, bu söylemin en merkezi karakteristigi bir "kamusal fayda" fikrinin reddiyesi üzerine bina edilmesiydi. Gerçi bu söylem artık ekonomik alanda 2008 kriziyle oldukça ciddi yara aldı, ama etkisini yitirdiğini soylemek için henüz erken.
Besbelli sosyalistlere bile bulaşmış biraz neoliberalizm. Oysa sosyalistlerin bir "kamusal fayda" adına konuşmaları gerekmez mi? Bunları herkesin önünde güçlü bir şekilde dillendirmeleri boyunlarının borcu değil mi? Tartışmak lazım. Dikkat edilirse sağlık çalışanları bile aşılanmada zorunlu tutulmadı. Oysa onların hastalık kapması çok daha olası olduğundan işlerine gelememeleri durumunda hastalarına gereken itinayı gösterememeleri ihtimal dahilinde ki bu da halk sağlığı açısından son derece önemli sonuçlara yol açabilir. "Halk" lafı son otuz yıldır alerji yarattığı için neoliberalizmde "halk sağlığı" da önemsenmiyor.
Eğer böylesi kritik bir noktada sosyalistler "kamusal fayda" temasını işlemeyeceklerse ne zaman işleyecekler?! Doğrusu insana tuhaf geliyor. Toplumsal sınıflar, etnik kimlikler ve "ezilenler" hakkında bu kadar duyarlı olan kesimlerin tüm toplumu kucaklayan bir sorunda alternatif bir söylem geliştirmemeleri sahiden biraz ironik olacak. Belki vardır da benim gözüme çarpmamışsa şimdiden tüm kalbimle onlardan özür dilerim.
Söz "ezilenlerden" açılmışken bu domuz gribi meselesinin sınıfsal boyutunu tartışmadan olmaz. "Doğal seçilim" kuramının da öngördüğü gibi, büyük doğal afetler en çok da yoksulları vurur. Salgın hastalıklar tüm tarih boyunca yoksulları zenginlerden daha fazla etkilemiştir. Zenginlerin diyetleri besin değeri yüksek yiyeceklerden oluşurken (malum besin zincirinin tepesinde olmalarından dolayı) yoksullar için bu söz konusu değildir.
O nedenle de yoksulların bağışıklık sistemi elbetteki daha zayıftır. Hal böyle olunca da, tüm salgın hastalıklarda, özellikle de pandemilerde, asıl büyük fatura her zaman yoksul insanlara kesilir. Ayrıca besin zincirinin tepesindekilerin sağlık hizmetlerine ulaşma kolaylıkları da bu sarmalı tetikler. Tamiflu'larla, pahalı antiviral ilaçlarla ve pahalı, egzotik ve besleyici besinlerle donatılmış üst sınıflar için sorun çok daha kolay atlatılabilirken yoksullar için ne tür stratejiler geliştirmelidir sosyalistler? En ucuz ve en etkili korunma yöntemi olan aşı için kampanya yapmalı mıdırlar? Böyle bir kampanyanın riskleri neler olabilir? Acilen tartışmak lazım.
Eğer böyle bir konuda "kamusal fayda" ve "toplumsal" olan üzerine kafa yorulup projeler üretilmeyecekse "1980'lerden beri neoliberal kapitalizmin sonucu emekçilerin işlerinden aşlarından edilmeleri..." gibi söylemler bu saatten sonra kime inandırıcı gelecek?(AK/EÜ)
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi (Prof. Dr.) , Atatürk Enstitüsü müdürü. Türkiye’de evrimsel düşüncenin gelişimi, demografik dönüşüm, toplumsal kuşaklar, modern Türkiye siyaseti ve blokzincir teknolojisinin sosyal...
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi (Prof. Dr.) , Atatürk Enstitüsü müdürü. Türkiye’de evrimsel düşüncenin gelişimi, demografik dönüşüm, toplumsal kuşaklar, modern Türkiye siyaseti ve blokzincir teknolojisinin sosyal ve ekonomik etkileri gibi konularda çalışıyor. Orada Bir Köy Var Uzakta (İletişim) kitabının yanısıraJournal of Peasant Studies, Middle Eastern Studies, New Perspectives on Turkey, British Journal of Middle Eastern Studiesgibi çok sayıda ulusal ve uluslararası dergide yazıları yayımlandı. İzmir Bornova Anadolu Lisesi'nden sonra Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği'ni bitirdi. Yüksek lisans çalışmasını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde, doktorasını Ohio State Üniversitesi Tarih Bölümü'nde yaptı.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.