Nermin Yıldırım’ın Dokunmadan isimli romanını henüz bitirdim. Ve öyle terapötik bir hali vardı ki kitabın, üzerine bir şeyler yazmadan edemedim. Bir kitabı anlatmak ne kadar mümkün olabilir bilemiyorum. Okuyun ve üstüne biraz dertleşelim demek isterdim daha çok. Yine de bir şeyler karalayacağım elimden geldiğince.
Dokunmadan 29 yaşındaki genç bir kadının, öleceğini öğrenmesi üzerine hayatla bir hesaplaşmaya girişmesi, kendini bildi bileli hissettiği derin suçluluk hissinden kurtulmak için ilk günahının peşine düşmesini konu alıyor. Çocukluk arkadaşı Mahsun’dan zorla alıp en yakın arkadaşı ilan ettiği oyuncak ayıyı gerçek sahibine teslim etmek için uzun, bitmek bilmeyen bir yolculuğa çıkmasını…
Çıkılan yol öyle bir yol ki sadece fiziksel dünyada değil romanın ana karakterinin içsel dünyasında da kilometreler kat ettiren, kendine dair çok fazla şey keşfettiren bir yol. Bir iç muhasebenin, bir hesaplaşmanın romanı da denebilir…
Omzundaki ağır yüklerin nereden geldiğini anlamaya çalışan Adalet’in sadece kişisel yaşamına değil ülkenin haline, yaşadığı coğrafyada olup bitenlere dair de ağır suçluluğunu, ‘uzak’ yaşamının utancını içimize işleyen, belki de bu haliyle yakın gelen ve ‘dokunan’ bir kitap.
Gazetelerden kestiği haberleri biriktiren Adalet’in ülkenin yakın geçmişiyle hesaplaşması, gittiği her şehrin rüzgarının ona yaşanan dehşet verici olayları anımsatması, sadece anımsatmaması olayların içine sokarak yaşatması ile gelen bir mide bulantısı, kusma hissi, kusamamak… Yaşadığımız toprakların bize 'hediye ettiği' onca yükü, onca suçluluğu kusamamak… ‘İyileşme’nin ve tüm bunları kusabilmenin dokunmaktan, temas etmekten geçtiğini öyle tane tane anlatmış ki yazar, sonunda ne olacağını merak etmeyi bırakıyor insan, yolculuk içinde kayboluyor.
İnsanı kendi geçmişine, hem yakın hem uzak mazisine götüren, anlatılan hikayeden bağımsız olarak anlatış biçimiyle de geçmişte bir yerlere çeken bir hali var romanın. Ara ara gelen rüzgarın fısıltılarının okuyan için de bir serbest çağrışım yolu açtığı düşünülebilir belki. Ana karakterin geçmişe her gidişi, ‘Benim geçmişimde neler oluyordu acaba?’ sorusunu hatırlatıyor kişiye. Kendi geçmişimize dahi dokunmak yeterince zorken, sadece medyadan takip ettiğimiz hayatların yükleriyle devam etmek zorunda olduğumuz, herhangi bir yaraya iyi gelemiyor olmanın suçluluğuyla dolup taştığımız şu zamanlarda ilaç gibi geliyor dolayısıyla. Kendi halimize mi yoksa ülkenin haline mi ağlayacağımızı bilemiyoruz çünkü. Hiçbir yaraya iyi gelememenin nasıl bir yara olduğunu fark ediyoruz okurken, acıyı paylaşamamanın nasıl bir ağırlık olduğunu...
Çaresizliği de çok güzel hissettiriyor aynı zamanda, aşkı da. Yol uzarken ve bitmeyecek gibi görünürken bile varılan her yeni noktada kendine dair bir şeyi bulduğun, ulaşmanın değil yolculuğun başlı başına bir mesele, tarif edilemez ama anlamlı bir mesele olduğunu anlatıyor.
Aklın sınırlarına da dokunuyor üstelik, aklına sahip çıkmanın gerçekten mümkün olup olmadığına da. Kitap bu haliyle bir terapi sürecini anımsatıyor işte bana. Uzun, yorucu, ağrılı, yüzleştirici ve oldukça anlamlı... Kendini bulduğun, sürecin içine derinlemesine daldığında başlarken varmayı hedeflediğin yerin bile değiştiği, dönüştüğü… Senin de kendini ararken başka bir sen olduğun. Okuyana terapi gibi gelmesi belki bundandır.
Kitaba getirebileceğim tek eleştiri sonuyla alakalı olabilir. Kitap boyu süregelen naif anlatımdan uzaklaşıldığını düşündüm, karakterin değil yazarın sesini duyuyormuşum gibime geldi. Roman boyunca gayet doğal ilerleyen hal, son bölümde yerini ders vermeye bırakmış göründü, halbuki buna ihtiyacı yok kitabın. Öğretici olma kaygısı gütmeden, başladığı gibi devam etse ve bitse daha doğal olurdu sanki. Anlattıkları ve hissettirdikleriyle zaten pek çok şey öğretiyor çünkü.
Velhasılı okunası, temas edilesi bir kitap Dokunmadan. Okunduktan sonra bıraktıklarıyla yüzleşilesi… Dokunmayı öğrenmek için cesaretlenilesi… (BK/YY)