Dr. Ersin Arslan'ın öldürülmesi, 24 Nisan yaklaştığı için olmalı, aklıma öldürülen bir başka doktoru, Rupen Sevag Çilingiryan'ı getirdi.
Bence hekimler ölüme çok aşina olsalar da, tüm ölümleri "yüreklerinde hissetmeliler"! Arslan'ı da, Çilingiryan'ın yaşadığı ölümü de...
O bir hastası ya da hasta yakını tarafından öldürülmedi!
O devlet adına askerlik yaptığı sırada, toplumun sağlığı için halka tıbbi bir konferans verdikten bir gün sonra tutuklandı ve gözaltına alınıp bir süre sonra da öldürüldü.
O kendisine hekimlik ruhsatı veren "devlet"i tarafından öldürüldü!
Onun için bugüne kadar hiç bir Sağlık Bakanı herhangi bir açıklama yapmadı!
Dr. Arslan'dan farklı bir başka şanssızlığı daha var onun: Bir "mezarı" bile yok!
Size gününde denk gelmesi için "gecikmiş" bugünkü yazımda ondan Dr. Rupen Sevag Çilingiryan'dan söz edeceğim.
Yürürlükteki bir kanun
Ama ondan önce cumhuriyetin ilk yıllarına götüreceğim sizleri:
Tarih, 29 Mart 1928 Perşembe. Yer TBMM. 3. Dönem, 1. Yasama yılı; Elli Dördüncü İnikat (Birleşim), Birinci Celse. Açılma Saati : 14.25.
Meclis Reisi: İsmet (İnönü) Bey, Kâtipler: İshak Rafet Bey (Diyarbekir), Necip Ali Bey (Denizli).
Gündemin ikinci sırasında yer alan kanun "Tababet ve suabatı sanatlarının tarzı icrası hakkında (1/33) numaralı kanun lâyihası ve Sıhhiye ve Adliye Encümenleri mazbataları. (1)
"REİS: (Kanunun) Heyeti umumiyesi hakkında mütalaa var mı? (Hayır sesleri). Maddelere geçilmesini kabul edenler el kaldırsın... Kabul etmeyenler el kaldırsın.. Kabul edilmiştir."
Kanunun maddelerinin görüşülmesine geçilir:
"Tababet ve Şuabatı sanatlarının tarzı icrasına dair Kanun
Madde 1. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde tababet icra ve herhangi suretle olursa olsun hasta tedavi edebilmek için Türkiye Darülfünunu Tıp Fakültesinden diploma sahibi olmak ve Türk bulunmak şarttır. (abç)
REİS: Mütalaa yoktur. Maddeyi kabul edenler el kaldırsın... Kabul etmeyenler el kaldırsın... Kabul edilmiştir."
Diğer maddeler sırayla görüşülür sıra 30. Maddeye gelir:
"Madde 30. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde dişçilik sanatını icra ve diş tabibi unvanını taşıyabilmek için Türk olma ve Türkiye Darülfünunu ve Dişçi 'Mektebinden diploma almak lâzımdır,
REİS: Mütalâa yoktur efendim. Maddeyi reye koyuyorum. Ka'bul edenler el kaldırsın... Kabul etmeyenler el kaldırsın... Kabul edilmiştir."
Kanunun görüşülmesi sürdürülür:
Aynı şekilde 47. maddede "ebelik sanatını icra için Türk olmak" koşulu getirilir.
63. maddede "Türk olmayan kadınların hastabakıcılık sanatını ifa edemeyecekleri" kanun hükmü olur.
77. madde ise "Türkiye'de mevzuatı kanuniyeye müsteniden hakkı müktesepleri tanınmış olan ecnebi tabipler, diş tabipleri, dişçiler ve ebeler sanatlarını bu kanun ahkâmı dairesinde icra edebilirler" şeklindedir ve sonunda kanun kabul edilir.
Kanun Numarası: 1219 Kanun Kabul Tarihi: 11/04/1928 Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 14/04/1928 Sayı : 863.
Gelelim 11 Ekim 2011 tarihine. Bir gece yarısı AKP Hükümeti bir kararname yayınlar:
663 sayılı bu kanun hükmünde kararnamenin 58 maddesi uyarınca yukarıda söz ettiğim kanunun 1. Maddesi şöyle değiştirilir:
"Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde tababet icra ve her hangi surette olursa olsun hasta tedavi edebilmek için tıp fakültesinden diploma sahibi olmak şarttır."
Artık Türkiye'de hekimlik yapmak için "Türk olma" koşulu kaldırılmıştır.
Buradaki "Türk" tanımının "anayasada tarif edildiği kapsamda" olduğu kabul edilmiş görünse ve o günlerde ülkedeki "Türk ırkından gelmeyen" hekimlerin çalışmaları engellenmese de 1. maddede yapılan son değişiklik dışında, bugün hâlâ yürürlükte bulunan kanun diş hekimleri, ebe-hemşire ve hastabakıcıların "Türk" olmalarını koşul olarak öngörmektedir.
Kaçı "Türk"tü?
Bu kanunun çıkmasından biraz önce 1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde sağlık hizmetlerini sunanların sayılarını Prof. Dr. Erdem Aydın şöyle veriyor:
"1925 yılında ülkedeki tüm resmi kurumlardaki (Sağlık Bakanlığı, Askeri, İl Özel İdareleri gibi) hekim sayısı 1631'dir. Bunun yanında 600 kadar da serbest çalışan hekimin bulunduğu tahmin edilmektedir. O tarihte 74 il ve 326 ilçe bulunmakta, il merkezlerinden 61'inde sağlık müdürü görev yapmaktadır. İlçe merkezlerinden 96'sında hükümet tabibi bulunmamaktadır. Diğer yandan ise Sağlık Bakanlığı'nın elinde hekim ve öteki sağlık elemanının sayıları ise şöyledir: Hekim 560, sağlık memuru 554, ebe 136, hemşire 69, eczacı 4"
Burada sayıları verilen kişilerin etnik kökenlerine ilişkin bir veri sunulmuyor. Ama serbest çalışan hekimlerin yüzde 80'inden fazlasının "gayri müslim" TC vatandaşlar olduğunu ve etnik köken olarak da "Türk" olmadıklarını biliyoruz.
Ya meslek örgütü
Türkiye'de Tabip Odaları ilk kez Etibba Odaları adıyla yukarıda söz ettiğimiz "Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair" kanuna dayalı olarak yayınlanan "Etibba Odaları Nizamnamesi"nin geçici maddesine göre kurulmuştur.
1929 yılında önce İstanbul Etibba Odası kurulmuş ve İstanbul Vali Vekili Bey'in nezareti altında Sıhhiye Müdürü Ali Rıza Bey tarafından yapılan teklifle Yönetim Kurulu Asil ve yedek adayları şöyle belirlenmişti: "Dr.Tevfik Salim (Sağlam) Paşa Hazretleri, Dr.Esat Nurettin Bey Efendi, Dr. Tevfik Recep Bey Efendi, Dr. Neşet Osman Bey Efendi, Dr. Refik Münir Bey Efendi, Dr.Hayrullah Bey Efendi, Dr.Rıfat Bey Efendi, Dr. Fuat Süreyya Paşa Hazretleri, Dr. Ömer Lütfi Bey Efendi, Dr.Abdülkadir Bey efendi."
Bu adaylar arasından seçilen ilk yönetim kurulu "oy birliği" ile şöyleydi:
"Dr. Tevfik Salim Paşayı riyasete (Başkanlığa), Dr. Esat Bey'i kitabete (sekreterlik), Dr. Neşet Osman'ı muhasipliği, Dr. Tevfik Recep'i veznedarlığa "müttefikan intihap eylemişlerdir".
İsimlerden anlayacağınız üzere "Türk" nitelemesini vatandaşlık bakımından da saysak, bu listelerde bir tane bile etnik kimliği, Ermeni, Rum ya da Musevi hekim olmadığı anlaşılacaktır. Yine elimizde net sayılar yok, ama şu kadarını çok rahat söyleyebiliriz ki, o tarihte İstanbul'daki Türk kökenli hekimlerin sayısı çok azdı.
Türk Tabipleri Birliği ve Tabip Odaları farklı bir noktadan da olsa, genel olarak "Türk vatandaşı" olmayan hekimlerin Türkiye'de hekimlik yapmalarını düzenleyen 663 sayılı KHK'nın başka maddeleriyle birlikte bu maddesine de özellikle karşı çıktılar.
Başka bir deyişle ne ilk oluştukları, ne de kuruluş kanununun yayınlandığı 1953 yılından bu yana bu konuda farklı bir düşünceyi savunmadılar, bunu bir mücadele konusu olarak öngörmediler, üst örgütlenmenin adının "Türk" sözcüğü ile nitelenmesine "esas"tan itiraz etmediler. Bazıları gündeme getirse de bu hiç bir zaman bir "mücadele" konusu haline getirilmedi.
Aslında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti de 663 sayılı KHK'deki bu değişikliği yalnızca hekimlerle sınırlı tutarak sağlık alanında çalışanların "etnik kimlik"leri açısından aynı tutumu benimsediğini açıkça ortaya koymuştur.
Sonuç olarak bu ülkede "Türk" etnik kimliğini taşımayanların sağlık hizmeti vermesi hiç bir zaman mümkün olmamış, Kürt, Ermeni, Rum, Musevi ve diğer etnik kimliklere sahip hekimler de bu özellikleri göz ardı başka bir deyimle "Türk"leştirilerek hizmet vermeye devam etmişler ve etmektedirler.
Şimdi bu ön bilgilerden sonra biraz daha gerilere gidelim ve Dr. Rupen Sevag Çilingiryan'dan söz edelim:
Rupen Sevag Çilingiryan'ın kısa yaşam öyküsü
Rupen Çilingiryan 15 Şubat 1885 de İstanbul'un Silivri ilçesinde doğar. "Kara" gözlerinden ötürü sonradan "Sevag" adını da alır. Adı böylece "Rupen Sevag Çilingiryan" olur, daha sonraları ise yalnızca "Rupen Sevag" (Ruben Sewak) diye tanınır.
Sevag ilköğrenimini Silivri'de tamamladıktan sonra Bahçecik (İzmit)'e geçti, sonra İstanbul Berberyan Okulu'na devam ederek 1905'te mezun oldu.
Edebi yeteneğinden başka, bilime karşı eğilimli görüldüğünden, başöğretmeninin telkin ve tavsiyeleriyle İsviçre'nin Lozan şehrine gitti.
Tıp eğitimini Lozan Tıp Fakültesi'nde gördü. Bu sırada Alman yurttaşı olan Helene (Yanni) Appel ile evlendi. Onunla Lozan'da karşılaşmıştı, ikisi de üniversite öğrencisiydi: Rupen tıp eğitimi görürken Yanni pedagoji okuyordu.
Anlatılanlara göre "ilk görüşte aşktı" onlarınki. Bir kır gezisinde karşılaşmışlardı, kara kaşlı, kara gözlü Rupen'le, sapsarışın, mavi gözlü Yanni. Sonrasında buluştuklarında, aşklarının kesinleştiğini fark ettiler.
Ailesinin pek fazla bir geliri olmadığı için Rupen, Lozan'da binbir güçlükle okuyor, ailesine yük olmamak için gün geliyor dönemin İstanbul Patriği Ormanyan'dan mektupla yardım istiyordu.
Yanni ise varlıklı bir Alman aileden geliyordu; tiyatroyla ilgileniyor, sahneye çıkmak için can atıyordu. Appel'ler için kızlarının bu köylü görünümlü "şarklı"yla evlenme isteğini kabullenmek kolay olmadı. Sevag'ın gönderdiği, "kızınız ve benim için ebedi mutluluğu lütfetmeniz arzusuyla" diye biten mektuba verdikleri cevap hiç sıcak değildi. Ancak çok geçmeden onlar da bu zeki ve dürüst gence ısındılar.
Rupen okulunu bitirince Lozan'da bir hastanede çalışmaya başladı, Yanni ise öğretmenlik yapıyordu. Hayatını İstanbul'da sürdürmek, orada tıp dersleri verip şiir yazmak istiyordu. Yanni Appel sevgilisinin isteğini kabul etti; Ermenicesini bir hayli ilerletmişti, Ermeni okullarında ders verebilirdi.
1914'te İstanbul'a geldiler. Savaş başlamak üzereydi. Mezun olduktan sonra birçok hastane ve kliniklerde çalıştı.
Ermeni kökenli hekimler I. Dünya Savaşı öncesi, tüm Osmanlı coğrafyasında emsal teşkil edecek bir kampanya başlatmışlardı. Amaç, hekimlerin, çağın yeni bilgileri ışığında, konferanslar ve açıkoturumlarla yetilerini geliştirmekti.
Dr. Rupen Çilingiryan, bu kampanyaya aktif şekilde katıldı. Onun dikkat çekici ve ufuk açan konuşmaları, yankı uyandırdı.
Rupen bu dönemde asker olmamak için her yolu denedi ama, tabip-subay olarak askere alındı. Görev yeri Makriköy'dü (Bakırköy).
Yazınsal önemi ve değeri
Sevag Ermenice basında şiirleri çıkan, gelecek vaat eden bir şairdi. Sevdadan, yurt sevgisinden, halkının acılarından ve yepyeni bir dünya hayalinden söz ettiği şiirleri büyük beğeni toplamıştı.
İlk şiirleri 1905 de "Masis" dergisinde yayınlanmıştı.1908 devriminde arkadaşlarıyla birlikte Surhantag (Atlı Haberci) gazetesini çıkardı. 1910'da Garmir Kirk (Kırmızı Kitap) adlı şiir kitabı yayımladı.
İstanbul'daki Ermeni entelektüeller arasında önemli bir isimdi. dönemin diğer entelektüelleri ile yakın arkadaşlıklar kurmuştur. Hayal gücüyle beslenen sanat adamı ile bilim adamlığı, onun kişiliğinde iç içe geçmişti. Hekimlikle birlikte insanlığa olan aşkını, vatan ve insan sevgisini, edebiyat alanında da çalışarak sürdürdü.
İşiyle ilgili olarak da yazardı. 1913'te Azadamard (Özgürlük Savaşı) dergisinde yayımladığı "Bir Doktorun Defterinden Koparılmış Yapraklar" dizisi okuyanlarda heyecan yaratmıştı.
Eserlerinde, aşk, doğa, sosyal sorunlar ve ilişkiler, millet severlik, toplumsal hak ve özgürlük, eşitlik konularını işlemiştir.
1909 Adana olayları etkisinde kalarak ürettiği eserlerde milli duygulara yaptığı vurgularla öne çıkar. Bu olayların onun yaşantısındaki önemli dönüm noktalarından birisi olduğu söylenir.
Rupen Sevag bir şair yazar, bir şair, bir aydın, bir düşünür, bir hekim, ve bir kanaat önderi olarak yaşadığı toplumun yaşamında çok önemli roller üstlenmiştir. Sosyal adaletsizliğe karşı tepkisini "Sokak Süpüren", "İnsaniyet" adlı yapıtlarında görmek mümkündür.
Bu özelliklerinden ayrı olarak, Sevag'ın aynı zamanda yetenekli bir ressam olduğu da kayıtlara geçmiştir.
Yanni ve Rupen'in iki çocukları vardı: Oğullarına Levon, kızlarına Şamiram adını verdiler.
1915'te, şair Taniyel Varujan, Siamanto-Adom Yarcanyan gibi birçok Ermeni aydınları gibi, faili meçhul olarak yok edildiler, bugün bir mezarı bulunmamaktadır.
Sevag'ın ölüm haberi İstanbul'a bir haftalık gecikmeyle ulaştı. Yani Appel o günden sonra anadili Almancayı bir daha hiç ağzına almadı, ömrünün sonuna kadar tek bir Almanca kelime etmedi. Levon ve Şamiram'la birlikte Fransa'ya yerleşti, orada öldü.
Bugün Erivan da adı ile anılan "Rupen Sevag Okulu", Fransa nın Nice şehrindeki Ermeni Meydanı'nda ise "Rupen Sevak Anıtı ve Müze Evi" bulunmaktadır.
Tutuklanması ve Yanni'nin Mücadelesi
24 Nisan 1915'te İstanbul'da Ermeni aydınları tutuklanıp Çankırı ve Ayaş tarafına sürüldüğünde kaçmayı düşündü, ancak bu düşüncesini gerçekleştiremeden askerlik yapan bir hekim olarak 22 Haziran 1915 tarihinde İstanbul'da tutuklandı. O güne kadar hakkında herhangi bir soruşturma yoktu. O sırada da neden tutuklandığına dair bir açıklama yapılmamış, hatta evi dahi aranmamıştı.
Almanya ve Osmanlı devlet arşivlerindeki belgelere göre Çilingiryan tutuklanır tutuklanmaz karısı Yanni Appel, ailesinin de desteği ile her gün Alman elçiliğine gider, diplomatları kocasını kurtarmak için araya girmeye zorlamaya çalışır. Büyükelçi Wangenheim'la dahi görüştü, ancak adamın o soğuk nezaketini aşıp umursamazlığını kırmayı başaramadı. Büyükelçi Wangenheim "Alman ulusunun çıkarları" diyor, başka laf etmiyordu. Yanni aynı dili konuştuğu bu adamın kalbine bir türlü nüfuz edemiyor, umudunu gittikçe yitiriyordu.
Kısacası Osmanlı'nın müttefiki ve soykırımda suç ortağı olan Almanya bile Çilingiryan'ın serbest kalmasını sağlayamadı.
Osmanlı yetkililerinin gayri resmi olarak Alman Konsolosluk yetkililerine Çilingiryan'ın kitleleri etkileme gücüne sahip olduğu ve "tehlikeli" olduğu ve ondan korkulduğu söylenir.
Bu çabalar işe yaramaz ve Çankırı'ya, gözaltında bulunan diğer entelektüellerin yanına sürülür.
Çankırı günleri
Dr. Rupen Sevag'ın Çankırı'daki günlerini bu katliam'dan sağ kalanlardan, '24 Nisan 1915'te İstanbul'da toplanan Ermeni aydınlar arasında nadir sağ kalanlardan; Vostan gazetesi editoru, yazar, öğretmen ve Ermeni Ulusal Meclisi lideri Mikayel Şamdancıyan, "Teotig (Teotoros Lapçinyan) Huşartzan Abril 11'i" (11 Nisan Anı Kitabı) adlı kitabında yer alan anılarında şöyle anlatmaktadır:
"1915 haziranının sonlarında ilk kafilenin ayrılması ve on dokuz kişi için İstanbul'a dönme izni çıkmasını takip eden bir buçuk ay boyunca Sevag'la birlikteydim. O sıralar, İstanbul'a dönmesine izin verilmiş olan altı arkadaşımla birlikte kalıyordum. Rupen Sevag da Çankırı'ya yeni gelmişti. Hemen bize katılmasını kararlaştırdık. Sosyal ve neşeli kişiliğini İstanbul'dan bilirdim. Onun gelişiyle, evimiz hemen bayram neşesiyle doldu.
Kafilemiz Çankırı'ya vardığında aramızda "sekiz doktor" vardı; şehirdeyse hiç doktor yoktu. Doktor dostlarımız, mesleki bilgileriyle yöre halkına yardım ettiler. İçlerinde en çok Sevag'a itibar edilirdi. Doktor Dinanyan İstanbul'a dönme izni aldığında, ameliyat ettiği bir Türk kızın pansuman işini ona devretti. Kızın babası, bir çeteci olan, Arabacı İsmail, ameliyatı istediği paraya yapmadığı için Dinanyan'a diş biliyordu. Dinanyan, İstanbul'a dönmek için yola çıkacağı gün ve saati adam öğrenmesin diye akla karayı seçmişti."
Sevag'ın ölümünden önceki günler
Şamdancıyan'ın anlattıkları bir aksiyon filmi gibi, heyecan dozu yükselerek sürüyor:
"Bir gün, vakit öğleyi epey geçtiği halde Sevag yemeğe gelmedi. Birbirimizi bekletmemek için tam öğle saatinde evde olurduk. Sevag her zaman çok dakikti, sıra dışı bir şey olduğu kesindi. Endişe içinde bekliyordum. Nihayet geldi. Çok kötü görünüyordu. Sofrada üçüncü bir arkadaşımız daha vardı; Sevag, o kalkana kadar bir şey konuşmadı. Sonra, çekinerek, pansuman yaptığı kızın babasının kendisini iki saat evde alıkoyduğunu anlattı. Yüzsüz adam, Ermeni kırımlarının büyük bir şiddetle sürdüğünü, Çankırı Ermenileri için de bu yönde bir emir gelmesini beklediklerini ve kurtulmak istiyorsa çok geç olmadan İslamiyete geçmesi gerektiğini söylemişti. 24 saat içinde Vali'ye başvurarak din değiştirme talebinde bulunmasını istiyordu. Ertesi gün bayramdı. Sevag adamdan, çocuklarının hatırı için, kendisine bu teklifin yapılmamasını istemiş, adam da emrin her an gelebileceğini, elini çabuk tutmasını söyleyip onu bırakmıştı. Tehdidi görmezden gelemezdik, zira felaketin yayılmakta olduğunu duyuyorduk. Daha üç dört gün önce Ankara'da 2000'den fazla erkek katledilmişti. Sevag'ın kararı hakkında tek bir söz etmedik, çünkü ne olacağı belliydi. Sevag istenen başvuruyu hiç yapmadı. arkadaşlar arasında panik yaratmamak için, olan biteni kimseye anlatmadık. Sırrımızı sadece Diran Kelekyan biliyordu.
Bu sırada Çankırı ittihat kâtibi-i mesulünün çabalarıyla, mutasarrıf Asaf Bey başka yere gönderildi, çünkü Ermenilere karşı açıkça olumlu bir tavır içindeydi. Asaf Bey, Adana katliamından sonra günah keçisi ilan edilerek beş sene görevden uzaklaştırılmış olan Dörtyol mutasarrıfı Asaf'tı; bu cezanın ardından aldığı ilk görev Çankırı mutasarrıflığıydı. Asaf'ın ardından mutasarrıflık görevini vekaleten Kastamonu vilayeti jandarma komutanı üstlendi. Reşit Paşa valilikten henüz uzaklaşmamıştı. Sevag, mutasarrıf vekiliyle çok samimi bir ilişki kurmuştu. Çoğu akşam onun hükümet binasındaki odasına giderdi, birlikte rakı içerlerdi.
Sıra Sevag'da
İkinci kafile de aramızdan ayrılıp, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü o yollara revan oldu. Onları uğurladıktan sonra hükümet konağına çağırıldık. Sevag, Varujan ve Kelekyan da dahil olmak üzere otuz yedi kişi kalmıştık. Otuz yedi kişilik bir liste geldi. serbest bırakılacak, İstanbul dışında dilediğimiz bir yere gidebilecektik. Listedeki beş kişi ya önceden İstanbul'a dönmüş veya iki kafileden biriyle ayrılmıştı. Buna karşılık, arkadaşlarımızdan beşinin adı listede yoktu. Bu beş kişiden ikisi, en sevgili dostlarımız Varujan ve Sevag'dı. Telgrafla İstanbul'a, Dahiliye Nezareti'ne başvurup bizimle birlikte muamele görmeleri gerektiğini belirttiler. Zira bizden ayrı tutulmaları için hiçbir sebep yoktu.
Bunun üzerine, İttihat kâtib-i mesulünün girişimleriyle bu beş kişinin Ayaş'taki arkadaşlarımızın yanına gönderilmelerine karar verildi. Çankırı'da hiç Ermeni sürgün bırakmama kararı alınmış, şehre siyasi ve askeri esirler gelmeye başlamıştı. Meğer, beş arkadaşımızın Ayaş'a gönderilmesi kararı verildiğinde, oradaki arkadaşlarımız da ebediyete intikal etmiş durumdaymış.
Ayaş Yolları
Bir Ayaş türküsü vardır, bu türküyü ilk kez ilkokul 1. sınıfa başladığım gün duymuştum. Öğretmen sınıftaki herkese "okula alışsın" diye bir şeyler söyletmişti, bir kız arkadaşım da bu türküyü söylemişti: "Ayaş Yollarını Aştım da Geldim".
Bu aşk türküsünün ikinci kıtası "Ayaş yollarında kervanın mı var / Beni öldürmeye fermanın mı var / Ağlamaya sızlamaya dermanın mı var" şeklindedir. Buradaki "kervan" ve "ölüm fermanı" sözlerinin bilinen bir hikâyenin konusu başka olan bir türkünün içinde, halk belleğinde itirafı olabileceği aklıma geldi, Ayaş Yolları'ndaki Sevag ve arkadaşlarının yolculuğunu okuyunca.
İktidarlar ne kadar tersini isteseler de halklar gerçekten unutmuyor sanırım.
Şamdancıyan'ı dinlemeyi sürdürelim:
"13 ağustos 1915 Perşembe sabahı beş kişi iki arabayla yola çıktı. Yanlarında bir atlı jandarma ve bir zaptiye vardı. Mutasarrıf vekili, Sevag ve arkadaşlarının Ayaş'a sağ salim varmaları için elinden geleni yaptı. Sevag'ın arabasını süren, mutasarrıf vekilinin Kastamonu'daki arabacısıydı. Vekil, Sevag'ı o sırada tesadüfen Çankırı'da bulunan arabacıya, emniyetini sağlamasını sıkı sıkıya tembih ederek teslim etti.
Aynı gece saat 12'de, Tüney'den Çankırı'ya gelen bir telefonla, katledildikleri haberi ulaştırıldı. Çankırı jandarma birliği komutanı Nureddin ve kâtib-i mesul Oğuz, telefon başında haberi sevinç çığlıklarıyla karşıladılar.
Geceleyin, mutasarrıf vekili, bu cinayet haberlerinden, özellikle de sevgili dostunun öldürülmesinden kudurmuş bir halde, Nureddin'i huzuruna çağırıp ona ağır ithamlarda bulundu.
Bütün bunları ertesi gün mutasarrıf vekiline yaptığımız başvuru üzerine öğrendik. Vali Reşit Paşa uydurma bir tahkikat sonucunda katil olarak 11 zavallı köylüyü Çankırı cezaevine attırdı. Beş arkadaşımızın yola çıkmasından 24 saat sonra, İstanbul'dan, onların da diğer 32 kişiyle aynı muameleye tabi tutulmalarını bildiren bir telgraf gelmişti. Ne yazık, insanın kara talihin amansız çarkını geriye çevirmesi mümkün değildir.
Sevag'la birlikte Vahan Kehyayan, Artin Boğosyan, Tanyel Çıbukyaryan ve Onnik Mağzacıyan adlı arkadaşlarıyla birlikte "Çankırı'nın Kalecik'e yakın olan hududu dâhilinde Kayalıkdere mevkiinde" işkence edilerek öldürülürler.
Dr. Rupen Sevag Çilingiryan cinayeti 'davası'
İttihat ve Terakki'nin kurucu ve önderlerinden, dönemin Dahiliye Nazırı Talat Paşa, Çilingiryan'ın öldürülmesinden sonra, 28 Ağustos 1915'te, Çankırı Mutasarrıflığına bir telgraf çekerek, Çilingiryan'ın "serbest olarak ikamet ettirilmesini" ister.
Oysa bu telgrafı çekmeden önce Sevag'ın öldürülmesi olayında doğrudan belirleyici olduğu bilinmektedir.
Yanni Appel'in başvurusuyla harekete geçen Almanya'nın, en üst diplomatik düzeyde cinayeti takip etmesi, anlaşılan İttihat Terakki hükümetini zor durumda bırakıyor. Bunun üzerine Talat Paşa, önceki telgraftan üç gün sonra 31 Ağustos'ta bu kez Çankırı'ya bir telgraf çekerek, öldürüldüğü anlaşılan Çilingiryan'ın "cânilerinin behemehâl ta'kip ve derdestleri"ni istiyor. Bunun üzerine 19 kişi hakkında 31 Ocak 1916'da soruşturma açılıyor.
Bunların dokuzu Çilingiryan ve arkadaşlarının yanı sıra başka altı kişiyi daha öldürmekle suçlanıyor. Bu dokuz kişiden altısı 2 Eylül 1915'te; Çilingiryan ve arkadaşlarına eşlik eden bir polis ve bir jandarma ise 28 Kasım ve 1 Aralık 1915'te tutuklanmıştır. Cinayeti işleyen Kürt Alo ve çetesinden pek çok isim ise hiç yakalanmamıştır.
Bu katiller Çilingiryan ve arkadaşlarını sağ salim Ayaş'a ulaştırma konusunda "namus sözü" vermiş Çankırı Mutasarrıf Vekili İzzet Bey'in girişimiyle yakalanıyor.
Soruşturmayı hazırlayan Ankara Divan-ı Harb-i Örfi, dosyayı yargılamanın yapılması için İstanbul'a yolluyor, dosya oradan Kastamonu'ya gidiyor.
Dosya şehirden şehre dolaşırken Talat Paşa, 13 Mayıs 1916'da, Ankara Vilayetine, Adalet Bakanlığı ile ilişkiye geçerek, cinayet suçundan hapiste bulunan tutukluların serbest bırakılması emrini veriyor.
Diğer bir telgrafta, Talat Paşa'nın özel olarak affını istediği kişilerin, Kürt Alo çetesi üyeleri olduğu anlaşılıyor. Talat Paşa, 13 Mayıs tarihli telgrafına rağmen, muhtemelen Adalet Bakanlığı ile yazışmalar uzadığı için, söz konusu kişilerin tahliye edilmemesi üzerine, ikinci bir telgraf çekerek işlemlerin hızlandırılmasını istiyor.
7/8 Haziran 1916 tarihli üçüncü telgrafında Talat Paşa bu kez, soruşturma henüz devam ederken, yani kesinleşmiş bir karar çıkmadan, bütün hukuk kurallarını hiçe sayarak tutukluların affını istiyor.
Sonuç olarak, soruşturma dosyaları Dahiliye Nezareti koridorlarında, vilayetler arası yazışmalarda "kayboluyor" dava açılmıyor ve yargılama yapılmıyor.
Kürt Alo hiç mahkeme karşısına çıkmıyor, tutuklu adamları da affediliyor. Sonradan Suriye cephesinde devletine "hizmet" etmeye devam ettiği biliniyor. Onun burada da Der Zor'a sürülen Ermenilerin katledilmesinde görev almış olma ihtimali çok yüksek.
Cinayeti Azmettirenler
Cinayeti azmettirenler ya da planlayanlar ise hiçbir ceza almadan kurtuluyorlar.
Divan-ı Harb-i Örfi'de kayıtlarına göre cinayetler, İttihat ve Terakki Çankırı Katib-i Mesulü Cemal Oğuz organizasyonunda işleniyor.
Cemal Oğuz cinayetlerden suçlanarak 3 Nisan 1919'da tutuklanıyor. Duruşmalarda deli numarası yapan Oğuz, akli dengesinin yerinde olup olmadığının tespiti için Gümüşsuyu Hastanesi'ne sevk ediliyor ve sonunda 29 Kasım 1919 tarihli duruşmada sağlık nedenleriyle dosyası ayrılıyor.
Ayrı bir dava ile yargılanan Oğuz, 8 Şubat 1920'de Çilingiryan ve arkadaşlarının cinayetini azmettirmek suçundan beş yıl hapse mahkum ediliyor. Sonunda Askeri Temyiz Mahkemesi bu kararı bozuyor ve Oğuz cezasız kalıyor. 5 Ekim 1920'de İngilizler tarafından Malta'ya götürülen Cemal Oğuz'un, 1921 yılının kasım ayında Kastamonu üzerinden Ankara'ya geldiği ve Mustafa Kemal'in ekibine katıldığı biliniyor.
Son olarak Çilingiryan'ın eşi Yanni Apell, Osmanlı'nın müttefiki olması nedeniyle cinayetin aydınlatılması girişimlerini belli bir noktada bırakan Almanya hükümetine yazdığı mektupta şöyle diyor: "Kesin bir emirle kurtarılabilecek ne varsa kurtarmaya çalışınız. Eğer elinde bulunan boyun eğilmez imkânlarını kullanmazsa, suçsuz kadınların, çocukların, hastaların ve yaşlıların göklere yükselen kanı, Almanya'ya bir lanet olarak dönecektir."
Kaynaklar
* Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluş Yıllarında Sağlık Hizmetleri
* Türk Tabipleri Birliği Tarihi
* Çilingiryan ve Dink , Semra Pelek
* 1915 Yazıları, Taner Akçam, İletişim Yayınları
* Agos gazetesi, 20 nisan 2007
* Rupen Sevag Dr.med.Sarkis Adam
* Dr. Çilingiryan Davası, Yusuf Sarınay