Bu mektup Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde anesteziyoloji profesörü, yoğun bakım uzmanı Ercan Türeci'den geldi. Türeci "Sınır Tanımayan Doktorlar" örgütünde çalışıyor. Yılda birkaç defa dünyanın çeşitli yerlerine gidip insanlara yardım ediyor. Kabil'e İtalyan bir hekim örgütü olan Emergency'nin daveti üzerine gitti. Kabil'de üç ay çalışacak. Bu Ercan Türeci'nin ilk mektubu.
***
Cümleten meraba,
Ofiste, oturma odamızdaki duvarda bir kağıt var. Üzerinde Kabil’deki hastanelerin adları ve adresleri. Toplam 24 taneler. Mayın, bomba, şarapnel, kurşun ve delici-kesici silah yaralısı; ez cümle salt travma vakası kabul eden Emergency-Kabil hastanesinin aciline Aralık ayında gelen yaralı sayısı 307. Burada göz ardı edilmemesi gerekenler; bu sayıda ölenlerin hariç olduğu, bu sayının 24 hastane içersinde bir ayda salt bize gelen yaralıların sayısı olduğu ve bu sayının tüm Afganistan değil, yalnızca Kabil ve yakın çevresindeki hadiselere dair olduğu. Bu somut örnekten yola çıkınca; gündemi Irak ve Suriye oluştursa da, adeta unutturulan bu yoksul ülkedeki savaş ve mağdurlarının, diğer ikisinin günlük toplamından bile daha ötelerde olduğunu anlamak zor olmaktan çıkıyor.
Altı yaralı yolda
Saat akşama çoktan devrilmiş; ameliyathane listesi tamam, yoğun bakım stabil, Dışarı çıkıp günlük kayıtları yapmak için ofise yollandım. Daha yoldayken iç haberleşme de kullandığımız cep telefonundan uyarı geldi; “Gazne’de patlama, altı yaralı yolda!” diye.
Ekip ofisteki dinlenme odasında beklemede, herkes kendine göre bir şeyler yapıyor. Ben de geçtim üçlü küçük kanepenin sağ köşesine, arka minderi dik koyup “uzun oturdum”. Taktım kulaklığı kafama, Mabel Matiz dinliyorum gözlerim kapalı. Bir ara tek gözümü açtım baktım, cerrah arkadaşım Paolo’da kanepenin öbür köşesine kıvrılıyor. Malum, en nihayetinde ikimiz için uzun bir gece olacak bu. Yarı uyur yarı uyanık bir saati geçmiş. Yaralıların acile varması üzerine telsizlerden anonslar yükselince, hızla hareketlendik.
Acilin ana bölümü müdahaleye izin verecek şekilde yan yana altı sedye alabilecek dikdörtgen bir alan. Dört sedyede dört hasta; hemşireler Sara, Maria, Giorgia ve Roberto bir yandan hızla damar yolu açıp serum takarken öbür yandan yaralıların üzerindeki giysileri boydan boya kesip çıplak hale getirmekteler. Hemen ardından sondalamaya ve acil yapılması gereken başka bir şey yoksa sabunlu su dolu küçük plastik leğen ve süngerlerle yaralıları yıkamaya başlıyorlar. Ben kendi bazımda bir hızlı “ABC” turunu atıp ilk aşamada doğrudan yapmam gereken bir şey olmadığı için geriye çekilmiş, yapılması gerekenleri izler konumdayım. Kimin desteğe ihtiyacı olduğunu görürsem el atıyorum, işlem tamamlanınca gözler konuma geri dönüyorum. Paolo’da ikisi 5-7 yaşlarında çocuk, ikisi erişkin 4 vakayı (diğer ikisi henüz yoldalarmış) kendi açısından muayene edip kafasında bir cerrahi çerçeve oluşturmaya çalışmakla meşgul. Arada bir gözlemlerimizi paylaşıp fikrimizi pekiştiriyoruz…
O ara kulağıma bir ses geliyor! Bir müzik, hani benzeteceksek sanki vals gibi bir şey. Ulan (afedersiniz), bakıyorum, çıkaramıyorum nerden geldiğini. Sedyeler, hastalar, ekip… Herkes gözümün önünde ama yok, onlardan değil! (Ses kayboldu!)
Arkamda ana bölüme bağlanan uzantı alan var; bir yanında acil hastaların yıkandığı banyo, öbür tarafta da poliklinik/muayene odası olan. Ön tarafı gözlemeyi sürdürürken, içgüdüyle geri geri bir iki adım atıp poliklinik odasının yarı aralık duran kapısından kafayı uzattım. Baktım iki sedye, üzerlerinde de üstleri örtülü iki vatandaş var. Burada hastaların yatakta yatarken çarşafı kefen gibi tepelerine kadar çekme huylarını bildiğim için yadırgamadan yaklaştım ilkine. Üzerindeki şalını kaldırdım, karşımda dağılmış bir kafa ve yüz, ifadesiz açık gözler, son bir derin nefes almak istercesine açık kalmış barut yanığı bir ağız… İçimde bir şeyler aktı sanki! Artık ne göreceğimi bilerek ikincinin üzerine devrilmiş kamizini kaldırırken o ses yine başladı: İlk vatandaşın cebinden geliyordu. Döndüm, soktum elimi çıkardım telefonu. Arayan bir isim ama farsça yazılı kuşkusuz. Tekrar yerine koyup geri çıktım.
Altı, sekiz?!.. Ölüler hesaba dahil değil elbet!
Ana bölümde hummalı faaliyet sürüyor. Artık herkes çıplak, yıkanmış. Çocuklar daha çok şok biraz da -sıcak da olsa- suyun etkisiyle hafiften titriyorlar. Paolo ile hızla ikinci fasıl “ABC” ye ek olarak “DE”yi yapıyoruz. Ama kulağımda baskın olan telefonun sesi. Uzun uzun çalıyor, birkaç saniye susuyor, sonra tekrar çalıyor…
Telefon hala çalıyordu
O zamanlar 12 yaşımdaydım. Bir gece önce his, sonra ses olarak duyduğum gürültüler yüzünden uyanıp yatak odasından çıktığımda evi dolduran onlarca ağlaşan insanı görmüştüm. Annem ve sülalemin bütün kadınları dahil. Babamın trafik kazasında öldüğünü ilk öylece duydum. İnan(a)mamıştım. Telefonun başına gidip bir bir babamın Samsun’daki dostlarını, iş yerinden komşuları ve mekanlarını aradım. Hiç biri telefonuma çıkmamıştı!
(Telefon ısrarla çalıyor!). Omzumda bir el: Paolo! Bana kafasında yaptığı ameliyat sıralamasını anlatmaya çalışıyor “Ercan, önce 7’lik çocuğu alalım.Yüzünden ve karnından yaralı”...
“Paolo!” dedim. Anlayamadı, devam ediyor, bir daha seslendim. Durdu, farklı mı düşündüğümü sordu. (Telefon çok uzun çalıyor!). “Paolo ben ameliyathaneye gidiyorum!” dedim, “Sen sıralamanı yap, gel, başlayalım”. Kapıya yönelip dışarı çıkarken telefon hala çalıyordu!
Şark cephesinde yeni bir şey yok
Motosikletinin minderine Taleban tarafından mayın konan yerel polis! Oturuyorsun, patlıyor. Niyeyse(!) ardındaki arkadaşın oracıkta ölüyor da, sen vücudunun bir bölümü “garip” bir şekilde yok, kalıyorsun. Çok uğraşılmana rağmen; 12 ünite kan, litrelerce sıvı kullanılan uzun bir ameliyat, ancak üç gün yaşayabiliyor, kurtarılamıyorsun zira öyle bir hal yok… Yan yana iki yatak; birinde anne, öbüründe üç yaşında Ab Rashid! İkisi birden vurulmuş. Anne yattığı yerden vizitlerde beyaz gömleklileri görünce ağlayan oğlunu teselli edip susturmaya çalışıyor. Üç yaşındaki çocuk kurşunu göğüs omurgasından yediği için geri kalan hayatında, daha başlamış bile sayılmayacak hayatının geri kalanında felçli olacak… Şark cephesinde yeni bir şey yok!..
Kar yağıyor, bu akşam sessiz olacak
Hayat buysa eğer, bu gidişatın yavaşladığı tek hal, soğuk ve kar! Soğuklarda çocuklar ve kadınlar evden pek çıkmıyor veya uzaklaşmıyor dolayısıyla mayına basmıyor, çevrede patlayan bombalardan ve çatışanlardan daha az mağdur oluyorlar. “Taleban bi Serhad”, Pakistan Talebanı daha az soğuk olduğu için Pakistan’a çekiliyor. Yerel vuruşanlar daha az ortalığa çıkmayı veya çıkmamayı ve vuruşmamayı yeğlediklerinden hayat “yavaşlıyor”!.. Bizim için de yavaşlıyor: Havaya bakıp, ‘Bu akşam “sessiz” bir gece olacak!’ diye konuşabiliyoruz. Kar yağıyor ve hakikaten öyle oluyor!
Hani haksızlık olacağını bilmesem, ‘Yoksa burada her mevsim kış, hava da hep kar, soğuk mu olsa acep?!..’ diye düşünesi gelmiyor da değil insanın!..
Yüreğim kaldırmıyor artık
Bilen bilir, vedalaşmayı sevmem. Bir yerlere gideceksem sessiz-sedasız gitmeyi ya da “köşedeki bakkaldan peynir ekmek almaya gidip 15 dakika sonra dönecek”mişcesine gitmeyi yeğlerim. Kabil’e gelmeden birkaç hafta önce Mois ağabeye uğradım. Ağabeyim iyice ihtiyarladı! Şuradan da belli ki eskiden ‘İhtiyarsın!’ dediğimde kırk laf söylerdi, şimdilerde her lafa “Biliyorsun ben yaşlı bir adamım!” deyip bana fırsat bırakmıyor!..
Neyse, onunla vedalaşmayı da hiç istemediğim için önceden gittim. Odasında biraz sohbet ettik, sonra birlikte çıktık. Nişantaşı’ndan Osmanbey’e kadar yürüdük. O metroyla devam edecek, ben yürüyeceğim. Hep tembih ettiği gibi dikkatli olmamı, kendimi kollamamı öğütledikten sonra, “Öyle çoluk-çocuk resimleri gönderme!” dedi; “Yüreğim kaldırmıyor artık!” Söz verdim, “Tamam ağabey!” deyip. Sözümü tutmaya çalışıp başka şeyler anlatmaya, başka türlü anlatmaya çalışayım; sanki başka bir dünyada, başka bir türlü yaşıyormuşcasına…
Bari disiplinli aç kalayım
“Emergency Surgical Centre for War Victims - Kabul”. Üçüncü gelişim. Değişiklik adına söylenebilecek iki temel olgu var: Biri yeni ameliyathane-yoğun bakım kompleksi inşaatı ki plan ve görülene bakılırsa hakikaten çok güzel bir şey olacak... İkincisi ise kaldığımız evdeki yeni aşçı Zarif.
Birinciyi geçelim. İnşaat Haziran’da bitecekmiş. Sonrasında bir daha gelirsem fotoğraflarını gönderirim. Aşçıya gelelim, o önemli!..
Şimdi, 10 yıldır gidip geliyorum “misyon”lara. Gittiğimiz yerler, yaşadığımız hal ve koşullar belli. Arife tarif gerekmezmiş; yapan, yapış tarzı ve yapılan nedeniyle pek iştahlı değilimdir “misyon” zamanları. Hele ki Cemal Süreya’nın dediği üzere mutlulukla ilgisi olan kahvaltıyı bizim, benim tarzımda yapmanın hiç mümkünatı yok. Bu yüzden, “Ulan nası olsa aç kalıcam, bari disiplinli aç kalayım, diyet hesabı olsun da döndüğüm zamanlarda endazeyi kaçırmaya mazaretim ve vücut itibariyle de “kontenjan”ım olsun!” politikası gütmeye başladım, ilk defasında gittiğim Pakistan’dan bu yana. Her bir çalışmada, süreye bağlı olarak 4 ila 10 kilo verip geri geliyorum.
Tabii burada bir başka önemli etkenin de altını çizmem gerek. Eskiden Mois ağabey (Kısa Şişman) ve Ercü’ye (Uzun Şişman) bakıp, “titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime”yi terennüm ederek yeme-içmede ölçülü olmaya gayret ederdim. Kader mi diyelim, kapitalizm mi?!... kalben değilse de mekanen ayrı düştük şimdilerde… Ama eksik olmasın Murat (Hancı) boşluğu dolduruyor ve Mois ağabey ile Ercü’nün toplamı kadar “uyarıcı” etki yaratıyor her görüşmemizde. Hoş onun savı giysilerin beden ölçülerinde yapılan değişiklik!.. Yoksa eskiden de “L” giyiyordu, şimdi de! Ama şu “XL, XXL” gibi şeyler çıktı çıkalı “L”larda bozulmuş, ondanmış… Onda bir değişim yokmuş aslında!..
İlginç salatalar
Şimdi Vedat (Milor) gibi ne otuz ay önceden rezervasyon yapılıp anca gidilebilen yerlerden, ne de oraların falanca-feşmekanca aşçılarından söz edecek değilim! Onun gibi malzemeler, yemekler, uygun şaraplar üstüne de ahkam kesecek halim yok. Adam gidip oralarda zıkkımlanıyor, üstüne bir de yazıyor; sonra naçizane arkadaşıyım diye lafları yemek de bana düşüyor! Neyse, Vedat’ı ait olduğu yerde bırakıp biz dönelim kendi dünyamıza!
Zarif; genç, temiz, titiz bir aşçı. Temizliği mutfağın eski ve şimdiki hallerinden bariz gözlemliyorsunuz zaten. Aşçılığı da hiç fena değil. Eskilerle kıyasladığınızda hayli eli-ayağı düzgün yemekler yapıyor. Hatta işin artistik halleriyle bile ziyadesiyle alakalı ve bunu salatalarıyla göstermeye çalışıyor. Baktım akşamları (öğlen yemeklerimizi ofiste yiyoruz. Menü de önceki akşamdan kalanlar) geldiğimizde masada ilginç salatalar olabiliyor, ben de fotoğraflarını çekmeye başladım. Belki bir belgesel yaparım diye!.. Bizimkiler de ne zaman öylesi bir salata varsa hem haber veriyorlar makinemi getirmem için, hem de ben fotoğraf çekmeden ellemiyorlar. Hatta bazen bu salatalar ilginç tartışmalara neden de olabiliyor!.. Mesela fotoğraflarda gördüğünüz bir tanesindeki elmadan hayvanın ne olduğu masada tartışma(!) konusu olmuştu: Ördek, kaz, kuğu, kobra ve hatta Fluffy?!..
Mubin hakkında iki hikaye
Mubin ameliyathanenin sorumlu hemşiresi. Malum, yiğit lakabıyla anılır; onunkisi “Divana”, bildiğiniz divane yani. Rus işgali ve savaş sırasında ciddi-şaka hiçbir ortamda hiç kimseyi ve hiçbir şeyi takmaması nedeniyle almış bu lakabı. Hakkında anlatılan bir dolu hikayeden en meşhur ikisini aktarayım: Mücahitler Ruslara karşı savaşmakta. Dağlarda bir ana kamp, tüm üst düzey molla mücahit komutanlar bir arada. Değerlendirme toplantısı sonrası sohbet başlıyor. Mubin’in ağabeyi de önde gelenlerden. Bu nedenle baş molla-komutan muhabbette bizimkine de söz veriyor. Ama o ara Mubin’i bilenlerin huzursuzlanmasını ve işaret falan uyarmaya çalışmasını gözden kaçırıyor veya aldırmıyor. Neyse, lafı alan Mubin patlatmış açık saçık bir fıkrayı! Mollalar şokta, diğerleri mosmor…
Yine bir kamp molasında güya Mubin’in damarına basacaklar, ‘yaparsın, yapamazsın!’ diye üzerine gitmişler. Seninkisi laflar bitince gayet sakin kalkmış yerinden, oturmuş uçaksavarın başına. Bütün kampı çadır boyu hizadan taramış. Herkes tam siper yerlerde…
Şimdilerde ona açıktan “divana” diyebilen iki kişi var; biri en iyi arkadaşı olan benim yoğun bakım başhemşirem Yusuf, öbürü de ben. Bu geldiğimde bir şey dikkatimi çekti. Çok sağlam ve çevik olduğunu bildiğim Mubin semelemiş tavuk gibi adeta! Sürekli ve “deli deli” kahkahalı konuşmaların adamı; bir kezinde yoğun bakımdan gelip “Mubin yok mu” diye sorduğumda, “Ameliyathanenin sessizliğinden belli değil mi olmadığı?!..” yanıtını verdiren Mubin, sessiz fersiz dolanıyor ameliyathanede. Bir kaç kez de dinlenme odasındaki elektrikli ısıtıcının önünde çömelmiş titrer bulunca sordum buna, “N’oluyo?..” diye. Meğer bizimkisi son ramazanda bir gün nefsine yenilip gündüz vakti yengeyle halvet olmaktan kendini alıkoyamamış. Eh, şer’an da 60 gün oruç tutması gerekiyormuş bedel olarak. Onu gerçekleştirmeye çalışırken soğuk ve açlık nedeniyle süngüsü düşmüş elbet. Maksat muhabbet olsun; 31 Ocak’ta 60 günü tamamlayıncaya kadar her Allah’ın günü boğuntuya getirip bir güzel tartakladım bunu ameliyathanede, “Oruç yersin ha, hem de ne için?.. Cehennemn alevinde odun olacaksın!..” diyerek. Millete seyir çıktı! Son gün bizim Zarif’e rica edip yaptırdığım koca çikolatalı keki ameliyathanede dağıttım Mubin’in şerefine! Şimdi maaşını almasını bekliyoruz, Yusuf’la bana ziyafet çekecek, ek ceza olarak!..
Bilek güreşi
Fotoğrafta iple bağlı ayvayı tutan Mir Alam, ameliyathanede personel. 30 yıldan fazladır süren bir savaşın getirisi, Afganistan’daki çoğu vatandaşın engelli olması gibi onun da bir bacağı yok. Laf aramızda Emergency’nin böyle güzel bir politikası var, elden geldiğince çok engelli çalıştırmak gibi.
Neyse; Mir, şekilde görülebileceği üzere kalıplı bir vatandaş. Klasik selamı meraba deyip ardından bilek güreşi için kolunu uzatmak. Valla bir ara eğrisi doğrusuna denk geldi; biraz da fizik bilgisi, momentum, tutuş falan kullanıp yeniverdim ben bunu! Olay oldu ameliyathane ve yoğun bakımda. İkide bir ameliyathaneden gelip kolunu masaya dayıyor ve güreşe davet ediyor.
Baktım kurtuluş yok; eh ayva delisi, nar seveni olduğumu artık herkes biliyor, “Getir iki kilo ayva, yaparız bida!” dedim ben buna. Allah’ın kışı olmuş, nerde bulunacak ayva! Ama sen git ta dağdaki köyüne, tavanarasında eski usul kütüklere sapından iple asılı saklanmış ayvaları topla, gel. Sabah sabah daldı yoğun bakıma, koydu poşeti önüme, “hadi!” dedi. Domuzluğum tuttu, “Bunlar az, eksiğini narla tamamla, o zaman!” dedim. Başağrısını tedaviyi de üstlenince “unvan”ı kurtardım şimdilik!
Emergency kodu, Fluffy ve Sher
Sağlıkçıların malumu, bir “mavi kod” anonsu vardır. Hastanelerde herhangi bir şekilde gelişen bir kalp durması söz konusu olduğunda, diğer insanları farkına vardırmadan ilgili hekim ve personeli uyarıp, söz konusu bölüme yönelmelerini sağlamak için yapılan anonstur. Mavi kod sözcükleri oda numarası, kat veya servis adıyla yinelenerek uyarı ve adres verilmiş olur.
Bizde mavi kod (: blue code) olarak değil de “emergency …” diye geçerli bu anons. Genelde acile sıfırlamış ya da sıfırlamak üzere hasta geldiğinde gündeme gelen bu kod telsizden yükseldiğinde herkeslerden önce ben koşturmak durumundayım. Hastanedeysem sorun yok da evdeysem biraz bela bu iş! Bahçede iki köpeğimiz var, Fluffy ve Sher (farsça; aslan).
Herkes kendince ilgileniyor ama daha çok artık terfi edip proje koordinatörü, yani “bir numara” olan Luca bakıp besliyor bunları. Beyaz ağırlıklı, kısa bacaklı ve “yalak” olanı Fluffy. Siyah, adına uygun daha ağır takılanı ise Sher. Ben ki köpek (dört ayaklı olanı) seven adamım, bunlar beni illet ediyorlar. Red Kit’in Rin Tin Tin’ine bile rahmet okutacak düzeyde aptal, neredeyse dünyanın en salak köpekleri bunlar herhalde! Fol yok, yumurta yok; sineğe böceğe takıp biri havlamaya başlıyor, gaza gelen öbürü peşinden! Bir tantana kopuyor, bakıyorsun, ortada hiçbir şey yok! Eh, işimin getirdiklerinin gereği benim çalışma, eve geliş-gidiş saatim diye bir şey yok. Gecenin yarısı, sabahın körü gidip gelmem gerekebiliyor. Normal zamanlarda özellikle Fluffy’nin iki ayak üzerine kalkıp yürüyerek aşırı sırnaşmaları ve yalama teşebbüsleri haricinde sorunsuzuz. Ama öylesi ekstrem saatlerde çağrı geldiğinde hastaneye gitmek için odadan çıkıp bahçeye geçtiğimde vaveyla kopuyor. Yahu üç senedir geliyorum, hala mı tanıyamadınız be mübarek hayvanlar?!.. Hayır, herkes yorgun, uyuyor; dinar bandosu gürültüsü insanların en son ihtiyaç duyduğu şey!
Beterin beteri de var elbet. Bir de “emergency” kodu geldiğinde evdeysem, fırladığımda aynen komedi filmi gibi oluyor işler: Üzerine dalaşan iki köpekle, sanki öyle bir şey olmuyormuşcasına koşmaya çalışan bir adam! Hayır, ısırmıyorlar ama sürekli üstüme atlamaya çalıştıklarından tırnakları pantolondan etime geçiyor ve acıtıyor. Ev zamanına denk gelen her kod anonsundan sonra üç gün bacaklarımda çiziklerle dolaşıyorum!
Bir mayın yaralısı
Afganlıların müthiş duyarlı oldukları iki tıbbi mesele var; trakeostomi ve uzuv kesme! İkisi için de hasta ve/veya yakınlarını ikna etmek epey zor. Trakeostomi için bir yerde ikna ve onam sağlanabiliyor ama amputasyon söz konusu olduğunda zorluk katsayısı hiç abartısız neredeyse imkansıza yakın düşüyor ve “Öldür, ölsün! Ama kesme!” halleriyle karşılaşabiliyorsun. Bu yüzden her bir cerrahi işlem için tekrar tekrar onam almak durumunda kalınıyor. Ve arada şayan-ı hayret kararlara da tanık olunabiliyor!
En son örneği geçen perşembe yaşadığım vaka. Mayın yaralısı erkek erişkin hasta tam üç günlük yolculuk sonrası akşam vakti bize ulaştı. Karın, bacaklar;enfeksiyon, kangren, şok… felaket bir tablo. Acil ameliyata aldık, ardından yoğun bakım. Sabaha kadar başında uğraştım. Cuma resmi tatil olduğu için ben hariç ekipteki herkes için “off day”. Sabah yatak başında ameliyatı yapan cerrah Azim ile konuşuyoruz, cerrahi olarak tablonun ağırlığını ve ne kadar zorlandığını anlatıyor. Hala da yapılacak işi var, ama benden onay bekliyor. Hastanın amcası geldi, önce ben konuştum. Teşekkürler, dualar ede ede çıktı. Sonra Azim ile konuşmuş. O da vakanın hem çok ağır olduğunu çok da zaman yitirildiği için bir bacağın kesilme ihtimalinin yüksekliğinden söz etmiş. Bir saat sonra aynı amca kapıya uyduruk bir minibüs “ambulans” ile dayandı. Hastayı Pakistan’a (Afganlılar için tıbbi “üst mercii” Pakistan!) götüreceklermiş. Hasta boğazında tüp, solunum aygıtında. Hayati sistemleri beş ayrı ilacın sürekli infüzyonuyla zor hal bir çizgide duruyor; amca yanımda, baba telefonda, “götüreceğiz!” diyorlar. “Ambulans”taki hemşire hastanın entübe olduğunu duyduğu anda vaz caymış, adama daha fazla para teklif edip ikna etmişler. Artık medikal koordinatör olan Michela da evden kalkıp iknada yardıma geldi. Yok; Nuh diyorlar, peygamber demiyorlar! “Üç günlük yoldan size getirdik diyordunuz, şimdi bu haliyle niye götürmek istiyorsunuz?” sorusunun yanıtı yok! Aslında belli elbet de, yok!.. Hele o amca; işin başını o çektiği belli, onun lafının üstüne kimse bir şey diyemiyor. Bir ara tepem atmış, kendimi tutamayıp, “Doktor musun lan sen?” diye bağırdım! Hayır, Türkçe demişim zira herkesin şaşkın, anlamaz bana bakıyor olduğunu görünce anladım Türkçe konuştuğumu. Velhasıl o uyduruk minibüse koyup götürdüler çocuğu sırf amputasyon yapılabilir diye! Sanki başka bir çözüm varmışcasına ve en az altı saat çekecek olan yolda öleceği aşikar iken!
Akif, uzun yazsan ya…
Neredeyse dört hafta öncesi, saat geceyarısına geliyor, odamda Akif’in (Kurtuluş) “Ukde” sini okuyorum. Gerçi ona da kızıyorum ya!.. Roman yazıyor 150 sayfa! Yahu güzel kardeşim az uzun yazsan şunu da, yüreğimiz hayata ve insana dair umudunu daha bir uzun zaman için tazeleyebilse ya! Yok, anca dirhem dirhem! Hoş şairliği de böyle ya bunun…
Neyse, dalmış okurken telsizden peş peşe anonsların hemen ardından bana yönelik acil çağrı yükseldi. Kapıya kadarki “klasik” Fluffy-Sher “muhabbet”inin ardından yanımda silahsız güvenlikçi (kapıdan kapıya, yani karşıdan karşıya güvenlikçisiz geçmek yasak), hızla çıktım evden. Koşarken baktım durum olağanüstü! Zira caddenin çapraz karşısındaki hastane kapısı ve duvar boyunca askeri polise ait 6-7 arazi aracı durmakta ve kapının önünde de bir karmaşa. Ellerinde AK-47, M-16 otomatik tüfeklerle 15-20 kişilik bir askeri polis grubu ile bizim kapı güvenlikçileri göğüs göğüse itişmekte. Bu arada polislerden gaza gelip namluya mermi sürenler ve onları yatıştırmaya çalışan kendi arkadaşları… Benim çevrem bir anda bizim kapı güvenlikçileri tarafından sarıldı, Farsça bağırtılar arasında kalabalık yarılıp kapıdan içeri sokuldum. Hastane bahçesi ve acilin önü de başka bir alem. Silah yok ama ortalık üniformalılar tarafından basılmış gibi. Bağırış çağırış, itiş kakış gırla. Aradan geçip acile girdim. Sedyede dağ gibi genç bir vatandaş!
“Ölecek” diyemiyoruz
Paolo geldi, kulağıma konuşurken ben kendi işlerimi yapıyorum. Hasta şokta, periferik nabız yok, koma skoru neredeyse 3! Paolo, anlatıyor, “Ercan, kurşunlardan bir tanesi ikinci ya da üçüncü göğüs omurunu parçalamış. Kemikten arteryel kanıyor, sağ akciğer de yırtılmış kanıyor, yapabileceğimiz bir şey yok!”.
Michela, “Ne yapacağız?” dedi. “Çok genç!” diye yanıtladım refleks olarak. “Üstelik ortalığa bakarsan şiddetli bir ‘sosyal endikasyon’ da söz konusu”. Paolo’nun gerildiğini biliyorum. “Sinyor Negro!” dedim, şakalaştığımız zamanlarda yaptığım gibi Negri olan soyadını değiştirerek, “Gel biz bunu ameliyathaneye alalım, sen buna ‘packing-macking’ bir şeyler yapar kanamayı durdurursun…”.
Paolo, “Ercan nasıl kanıyor görüyorsun, zaten her şeyi de sıfırlamış!” diye itiraz edecek oldu. Dedim, “Sen yap, ben kanamış olanı ve kanayacak olanı doldururum! Baksana ortalık lüzumsuz adam dolu, yatırır hepsinden kan alırım. Bu gece de bunun başında bekler, ölmesine izin vermem! Yarını da Michela çözümler!”
Paolo bu işin çok kafasına yatmadığını bir yandan gözlerini gözlerime dikip kendine has mimikler, öbür yandan da, elleri ve omuzlarıyla yine kendine has İtalyan vücut dili hareketleri yaparak ameliyathaneye yollandı. Ben de sedyeyle birlikte peşinden…
Paolo beş saatten fazla uğraştı. Ameliyatta dokuz, hemen ardından yoğun bakımda beş ünite kan kullanmak zorunda kaldım. “Dünya menfaat dünyası!..”, deyim yerindeyse bahçede ve hastane önünde “Yakalattığım” üniformalı herkese kan bağışlattım bu arada. Sonrası anestezi-yoğun bakımcıların iyi bildiği tıbbi teferruat, sabahladım (istatistiki veri değil ama görülen o ki insanlar genelde öğleden sonra vuruşmaya başlıyorlar, kış ve yol koşulları nedeniyle hastaneye gece ya da geceyarısından sonra gelebiliyorlar. bana da sabahlamak düşüyor).
Sabah ortalık biraz sakinlemiş, üniformalı nüfusu çok azalmıştı. Yusuf babasının geldiğini söyledi. Aldık içeri. Esmer tenli, kısa beyaz sakallı, hani Türk “filim”lerinde iyi yaşlı adamı oynayan tip gibi bir amca. Ama gözlerinde ve yüzünde ve o kadar muazzep bir bakış ve ifade vardı ki anlatılabilecek gibi değil. Karınca incitmek istemezmiş gibi yürüyor ve fısıldayarak konuşuyordu bizimle, sürekli oğluna bakarken. İşte, “Ölecek” diyemiyoruz da, klasik, “Durumu çok ciddi…” ile başlayıp, “Allah’tan umut kesilmez…” ile çıkıyoruz ya; işte o minval bir iki cümle söyleyip Yusuf’a döndüm tercüme etsin diye. Yusuf biraz daha uzun konuştu. Amca, Yusuf’a uzun konuşup lafını bitirdi, yüzünde o tarifsiz ifade ile oğlunu öptü, elini kalbine götürüp klasik Afgan selamı verdikten sonra -Farsçada da aynı- teşekkür deyip çıktı. Yusuf da bana dönüp hikayeyi anlattı: Amca yani baba; tanrı yeryüzüne inseydi bence meslek olarak seçeceği işi yapmış olan bir kişi, emekli öğretmen. İki oğlu var. Küçüğü henüz öğrenci. Daha 30 yaşında olan ve geceki tantananın sebebi olan Faisal ise yeteneğiyle sivrilmiş, üst düzey bir siyasetçinin korumalarının başı olarak çalışmakta... Ha, bir de; amca kalp hastası olduğu için Yusuf benim dediklerimi tam diyememiş, yani oğlunun öleceğini söyleyememiş! Onca senedir bu işi yaparım, kendimce bir çok hüzünlü ve acılı durumla karşılaştım ama “kaka” ile olduğu kadar etkilendiğim zamanlar iki elin parmaklarını geçmez. İşte Faisal ve babası ile “tanışmam” böylesi oldu!
Nedir, sonra yanıma gelen Michela’ya, “Yok, bakma sen öyle konuştuğuma! Gerçek şu ki, içeri aldıktan sonra her hasta ‘yukarıdaki’ ile benim aramda –haşa huzurdan- ‘kişisel mesele’ haline geliyor! Ben içimden geldiği gibi yapacağım yine!” deyip gönderdim onu. Sonrasında hakikaten çok uğraştım! Her Allah’ın günü vizit vesairede; Paolo’nun, “Boşa uğraşıyorsun!” diyen hafif müstehzi, diğer “senior” cerrahların anla(ya)maz bakışları arasında çok çabaladım. “Birisi” de, artık benim yüzüme mi baktı, yoksa Faisal’ın mı, ya da ikisi birden mi bilemem, ama fotoğrafta gördüğünüz hale getirebildim onu.
Faisal hayata tutundu
Paralanmış bir omurga ve akciğerle gelen Faisal hayata tutunduktan sonra adeta yoğun bakımın parçası haline geldi. Bilinç açık ve felçli yatarken; ölen-kalan, gelen-giden, bütün harala-güreleye tanık olmasına karşın hiç depresif takılmıyor, hepimize gülümsüyor. Başparmağını hep yukarda tutup, sessizce selamlar dağıtarak bize moral vermeye çalışıyor. Monitörü alarm verdiğinde hiç panik olmayıp gözucuyla ekrana bakıyor ve örneğin düşük oksijen satürasyonu alarmı gördüğünde yine hiç telaşlanmayıp gırtlağındaki oksijen bağlı filtreyi eliyle çıkarıyor, bir de kulağına götürüp dinleyerek monitör hatası değil oksijen gelmediğinden emin olduktan sonra yine sessizce elini kaldırarak silindirin değişimi için işaret vermeye çalışıyor! Kan sodyumu düşük, serum sale’miz yok; ‘tuz ye!’ dediğimden Yusuf’un üzerine bir batman tuz döktüğü yumurtayı gıkını çıkarmadan yiyor ve buruşan suratı baktığımı gördüğünde tebessüme dönüşüyor… Öte yandan nişanlısı dahil ailesinden kadınların kendisini görmeye gelmesini kesinlikle istemiyor! Diğer ziyaretçileri geldiğinde de çarşafını çenesine kadar çekip trakeostomisini gizleyerek onları karşılıyor. Ve Faisal bana şimdiye kadar felçli oluşuna, tekrar yürüyüp yürüyemeyeceğine dair hiç soru sormadı, bir kez bile olsun. Ama arada bir usulca sormayı sürdürdüğü bir soru var: Trakeostomisini ne zaman çıkaracağım?..
Farkında değildim. Saat dört civarı şift değişiminde hemşirelerin günlük görev değişimi yapmasını beklerken çoğu kez yaptığım gibi; köşede oturup kulaklıklar kafamda, halet-i ruhiyeme uygun müzik dinler ve yoğun bakımı izlerken fark ettim ilk. Kendisine trakeostomisiyle ilgili bir “takvim” verdiğimden beri sürekli yapıyor! Fotoğrafa bakarsanız sizde anlayacaksınız ne yaptığını.
Evet. Ol hikayat böylesi! Denildiği ve dediğim üzere; havalar soğuk ama kalbimiz fırından yeni çıkmış taze ekmek gibi sıcak.
Baharda görüşmek üzere; selam ve kalbi sevgiyle… (ET/HK)