Dizi filmimiz Doksanlar. Sımsıcak ilişkiler, komşu komşu hu hular, bakkaldan şekerleme almacalar, ev telefonlarından arkadaşlarla gizli saklı konuşmacalar, güzel kızla fakir oğlanın masum aşkları, aileyle geçirilen saadet dolu saatler, futboldan politikadan dem vuran standart konuşmalar ve daha bir sürü şey. Dizinin mottosu şu imiş: Sokakta oynayan son çocukların dizisi.
Ahhh ah, bu doksanları kim yaşadı? Biz başka doksanlar yaşadık. Türkiye’nin en ağır insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği senelerden bahsediyoruz bir kere. Binlerce insanın faili meşhur cinayetlere kurban gittiği, binlercesinin gözaltında kaybedildiği ve işkenceyle öldürüldüğü, köy meydanlarında insanlara dışkı yedirildiği, burun kulak kesmenin göz oymanın sıradan bir faaliyete döndüğü, tecavüzün, dayağın her yerde öldürürcesine gerçekleştiği, Beyaz Renaultların cehennem gibi arttığı, kurşunların evlerin odaların içinden vızır vızır geçtiği, öldürülen gazetecilerin sayılamayacak kadar çoğaldığı, vahşice zorla baskıyla işkenceyle yerinden edilmelerin insanları feryat figan ettirdiği, yakılan ev ve hayvanların artık istatistiklere giremeyecek denli çok olduğu yıllar Doksanlar.
Turan Dursun’un, Musa Anter’in, Metin Göktepe’nin, Taner Kışlalı’nın, Süleyman Yeter’in, Bahriye Üçok’un öldürüldüğü yıllar değil mi? Bu örnekleri e “başka türlü doksanlar yaşamış insanlar” da hatırlar diye yazıyorum. Hadi bunları da hatırlamadınız, newrozda öldürülen kırk kişi mesela? Tamam, hadi onu da hatırlamadınız, peki Sivas katliamı, onu da mı unuttunuz?
"Hiçbir şey konuşmuyorduk"
Hadi Türkiye’nin üçte biri Kürtlere yapılanlardan bihaberdi diyelim. Geriye kalanlar, bunları da mı duymadı?
Küçük bir anı… Doksanlı yıllarda, ben lisede öğrenciyken, ailemle Hakkâri’de yaşıyordum. Bir akşamüstü, babaannemle birlikte evde sessizce oturuyorduk. Akşam oldu mu kapılar pencereler sıkı sıkı kapatılır, “acaba bu gece de silah sesleri duyacak mıyız” diye endişeyle beklerdik. Henüz kapıları kilitlememiştik. Uzaktan silah sesleri gelmeye başladı. Ben kapıları kilitlemeye koştuğumda sesler artarak kurşunlar oturduğumuz odanın penceresinden vızır vızır uçmaya başlamıştı. Camları delip geçen kurşunların kaç tane insanın ölümüne neden olduğunu biliyorduk, yere yatmak da yetmiyordu. O yüzden illa ki evin en penceresiz en karanlık kısmına sığınmamız gerekiyordu. Yaşlıydı babaannem, güçlükle hareket edebiliyordu. Onu soğukkanlılıkla kaldırıp yerinden, adım adım koridora kadar getirmeyi ve yere uzanmasını sağlamayı başardım. O gün hissettiklerimi hatırlamıyorum. Sadece korkmuyordum. Hatırladığım tek şey bu. Silah sesleri sustuktan sonra bile bir süre koridorda yan yana uzandığımızı ve onun hızlı hızlı soluk aldığını hatırlıyorum. Öyle ağdalı edebi sözlerle konuşmadık, korkmadık, ağlamadık, hatta hiçbir şey konuşmadık. Sanki hiçbir zaman hiçbir şey konuşmuyorduk.
Her evin balkonunda, her evin çatısında, terasında bolca kurşun olurdu. Çocuklar olarak geride kalan kurşunları toplamakla meşgul olurduk bunların yaşandığı günlerin sonrasında. Duvardan geçip annemin odasındaki gardırobu delmiş kurşunun peşine düştüğümü hatırlıyorum. Kurşunları toplarken ne hissettiğimi hatırlamıyorum. O döneme ilişkin duygularımı hatırlamıyorum, sadece neler yaptığımı, neler gördüğümü, nelere tanıklık ettiğimi, neler dinlediğimi hatırlıyorum. Doksanlı yıllar bende de böyle bir etki yarattı. Duygularımı unuttum.
Zayıf coğrafya bilgisi iyidir
O yılları çok daha şiddetli ve sancılı çok daha fazla acı çekerek yaşamış çocuklar çok daha başka anlatıyorlar. Korkularımı, korkusuzluğumu, öldürülen insanları, fısıldaşan yetişkinleri, feri sönmüş gözleri, yol kontrollerini hatırlıyorum. O dönem benim yaşıtım çocukların birçoğunda bayılmaların, sinir krizlerinin, sara hastalığının yaygınlaştığını hatırlıyorum.
Sonra üniversite yılları ve Ankara. Hala doksanlardayız bu arada… Kürtçe konuştuğumuzda bıçak gibi doğrultulan düşmanca bakışlar, Kürtleri öldürmeli diye konuşan insanlar, gözaltı endişesi, telsiz sesleri, karanlık yüzler… Daha bir sürü şey… Bir sürü… Hiç unutmadığım şey ise… 1995’de, üniversitedeki ilk yılımda, ilk tanıştığım öğrencinin ilk sorusu nerelisin olmuştu. Hakkârili olduğumu söyleyince “orası neresi” demişti. Nasıl açıklayacağımı bilememiştim. “Ben sayısalcı olduğum için coğrafya bilgim zayıf, o yüzden bilmiyorum” demişti. Bir daha onunla görüşmemiştim. Kızmıştım. Ancak yıllar geçtikçe “Zayıf olan coğrafya bilgisinin” iyi bir şey olduğunu da anladım. Coğrafyası iyi olanlar başka coğrafyalara tamah edip o coğrafyalardaki insanları öldürüyorlar çünkü.
Demem o ki, doksanlar yüzbinlerce insanın hayatında büyük büyük oyuklar açtı. Hani neredeydi bakkaldan alınan şekerlemeler? Doksanlar yüzbinlerce insanı ailesinden ve sevdiklerinden kopardı, hani mutlu yuvalar?
Doksanlar yüzbinlerce insana travma yaşattı, hani yaşama sevinci? Başlarken, bir dizi filmle girişmiştim lafa. Bütün bunları anlatmadığı için mi eleştireceğim ben bu dizi filmi. Yok eleştirmeyeceğim. Çünkü elbette “öyle doksanlar” da yaşandı Türkiye’de. Bihaber, biçare, bibaht, bizar insanların da doksanları oldu elbet.
Sibel Alaş bir yazısında şöyle demiş: “Oturduğum masada, "doksanlar" diye anılan dönemin fevkaladeliğinden bahsedilmeye başlanınca huzursuzlanıyorum; belli belirsiz, ince, tuhaf bir öfkeyle doluyorum hatta...” Ben de, Sibel Alaş gibi, oturduğum masada “Doksanlar” ne kadar sevimli bir dizi denilince tuhaf bir öfkeyle doluyorum. Doksanları bir de biz yazalım diyorum. Hangi yapımcı ister? Hangi televizyon kanalı ister? Bizim dizinin mottosu şu olurdu herhalde: Kirli savaşta hayatını kaybetmiş sonu gelmeyen çocukların dizisi!
Sizce kaç kişi izler?(DÖ/HK)