11 Eylül gecesi hayatımın ilk spor toto kuponunu bir ergen hevesiyle doldurmuş, fikrine danışmış olduğum babama teslim ederek odama uyumaya gitmiştim.
Ertesi sabah uyandığımda babamın şehre inmeyip evde kalmış olmasına fazlasıyla şaşıracak, askerî darbe yüzünden teşebbüsüm yarım kaldığı gibi bir daha tekrarlanmamak üzere rafa kalkacaktı.
Evin çocukları, abimle ben, fonetik olarak enteresan gelse de “örfi idare”ye pek anlam verememiş, fazlasıyla tecrübeli ebeveynimiz ise mevzuya anında vâkıf olmuşlardı.
Sokağa çıkma yasaklarının saat düzenine sıkıca uymamız gerektiği bize hemen öğretildi; Burgaz küçücük bir ada olsa da evden uzaklaşamayacağımız, hele hele ormanlık mıntıkaya gidemeyeceğimiz, asla Hristos tepesine çıkıp futbol oynayamayacağımız kesin bir dille ifade edildi.
Neyse ki imdadımıza eski püskü bir voleybol filesiyle topu yetişmişti; o zamanlar bugünkü gibi kapkara asfalt değil de bej renkli ince bir beton dokuyla kaplı Sarnıç sokakta ebeveyn, amca ve teyzelerden oluşan büyükler grubuna çocuklar ve ergenler de dahil olmuş, kıyasıya voleybol maçları yapıyorduk. Nesillerine uygun olarak ebeveynlerin hepsi mazilerinde İstanbul’un şanlı amatör spor kulüplerinde muhtelif sporlar yapmış olduğundan, kurallara kesinlikle riayet ediliyor, biz çocuklara da şefkatle müsamaha gösteriliyordu.
Eczacıbaşı kadın voleybol takımı
Aslında ben kendimi bilhassa voleybol hususunda gayet istidatlı buluyordum, ne de olsa çocukluğumuz boyunca annemle babam, abimle beni Eczacıbaşı kadın voleybol takımının maçlarına götürmüş, en azından görsel tecrübe kazandırmışlardı.
Selcan, Mübeccel, Violet, Meral, Filiz, Canan, Nezahat, Aylin, Fitnat, Özden… isimlerini tek tek hatırlamam mümkün olmasa da çehrelerini dünmüş gibi hatırlamama ne demeli? Antrenörleri Cengiz Göllü’nün güven veren babacan tavrını da hiç unutmamışım. Eczacıbaşı’nın o yıllardaki istikrarlı başarısının arkasında antrenörün bize yansımayan, oyuncuları zorlayan tarafları olmuş muydu acaba?
Aslında başka herhangi bir spor dalının karşılaşmalarına, mesela futbol maçlarına neden götürülmüyorduk diye düşünmüşlüğüm de yok değil.
Geçenlerde bu hususta danıştığım annemle babam için bu nispeten yakın hatıra ne yazık ki epey silikleşmiş vaziyetteydi; belki de aktif olarak yapılan sporlardan sonra pasif bir seyirci olmak yeterince ilginç olmamıştı onlar için. Mevzuyu abimle konuştuğumda, o da sadece voleybol maçlarına ve bilhassa kadın takımlarının maçlarına gitmemizin nedenini hatırlayamadı.
Ben, “Seyircilerin biz çocuklara ve bir kadın olarak annemize en hürmetli yaklaştığı spor dalı olduğu için mi acaba?” dediğimde, “Olabilir!” dedi. “Belki de babamız çaktırmadan voleybolcu kadın sporcuları seyretmek için o maçları tercih ediyordu!”
Katar’da plaj voleybolu ve futbol…
Geçtiğimiz hafta plaj voleybolu dünyası skandal bir haberle çalkalandı: Almanya’nın meşhur oyuncuları Karla Borger ve Julia Sude, Katar’daki uluslararası turnuvayı boykot ettiklerini ilan ettiler. Mazereti “Ev sahibi ülkenin gelenek ve kültürüne saygı” olan bikini giyme yasağı oyuncuları çileden çıkarmıştı.
Karla ve Julia, Doha’daki aşırı sıcaklar göz önüne alındığında bikinin şart olduğunu, bu koşullarda asıl Katar’da plaj voleybolu turnuvası düzenlemenin sorgulanması gerektiğini ifade ettiler.
Üstelik yine aynı günlerde, The Guardian tarafından yapılan bir araştırmada FIFA 2022 Dünya Futbol Şampiyonası inşaatları sürerken en az 6 bin 500 göçmen işçinin Katar’da iş kazalarında öldüğü açıklanmıştı.
Bu sadece Pakistan, Bangladeş, Hindistan, Sri Lanka ve Nepal kökenli işçilerin sayısıydı; 2010’da başlayan inşaatlarda Filipin ve Kenya kökenli olup iş cinayetlerine kurban gidenler bu toplama dahil değildi.
Organizasyonda mükemmellik arayışı
Bir zamanların efsane takımını oluşturan “Doğulu cadılar”dan herhangi birinin aşırı yorucu antrenmanlardan öldüğü bilgisini haiz değilim; fakat başarının arkasındaki çalışma şartlarını neredeyse askerî bir disipline, top darbelerini dayağa, zorlayıcı egzersizleri bir işkenceye dönüştürmüş “Şeytan” lakaplı antrenör Hirofumi Daimatsu günümüzde kadın voleybolculara aynı şeyi yapsa tepki görmez miydi?
2. Cihan Harbi’nin travmasını üzerinden attığını kanıtlamaya girişmiş Japonya’nın gurur vesilesi, dünya ve olimpiyat şampiyonu Japon kadın voleybol millî takımı, hakkında yaratılmış animelerden de anlaşılabileceği gibi neredeyse mitolojik bir varlığa dönüşmüş.
Fakat şimdiye kadar fazla röportaj bile vermemiş olan kadın voleybolcular, Julien Faraut imzalı Doğulu cadılar (Les sorcières de l’orient/The witches of the orient) belgeselini layıkıyla onurlandırıyorlar.
2021 Fransa yapımı 100 dakikalık filmin uluslararası prömiyeri Rotterdam Uluslararası Film Festivalinde gerçekleşti. Faraut daha önce tenisçi McEnroe hakkında çektiği belgeselle televizyonlarda görmeye alıştığımız klasik spor belgesellerinden farklı bir çizgi tutturduğunu ispat etmişti; yoluna animasyon yüklü bir eserle devam ederken seyirciyi kesinlikle tatmin ediyor.
Cadılık makbul mü?
Japonya’da cadılık hoş karşılanmayan bir kavram olmasına rağmen, kahramanlarımızın Amerika ve Avrupa’da kısa zamanda gösterdikleri olağanüstü başarı sonucunda yabancı gazetecilerin kendilerine uygun gördüğü bir sıfat.
50’li yıllarda, bir tekstil fabrikası olan Nichibo Kaizuka’nın takımı olarak parlayan “cadılar” çok sert çalışma şartları altında sabahları fabrikada çalışıyor, öğleden sonra aynı fabrikanın voleybol antrenmanlarına katılıyorlardı. Ülkede gösterdikleri başarı sonrasında takım bir anda millî takıma dönüşmüş ve küllerinden doğmaya girişmiş Japonya’nın gezegen çapında gurur vesilesi olmuştu.
Filmde ilerlemiş yaşlarına rağmen “cadılar”dan bazılarını, Kinuko, Yuriko, Yoshiko, Yoko ve Katsumi’yi gayet formda görüyoruz. Nezih bir ortamdaki masanın etrafına toplanmış yemek yerlerken maziyi anmaları her ne kadar benzer film sekanslarını hatırlatsa da, belgeseldeki genel atmosfer ve görsel çeşitlilik, animasyon, efektler ve müzik sayesinde bir süre sonra havalanıyor, bir daha da yere konmuyoruz.
Kahramanlarımızdan bazısı spor salonunda dayanıklılığını kanıtlarcasına hâlâ kondisyon tutuyor, kimisi voleybolu gayet sert smaçlarla hem oynamaya devam ediyor hem de gençlere öğretiyor.
Savaştan yıkık çıkmış bir coğrafyada, mütevazı ailelerden geldiklerini anlıyoruz. Kiminin annesi, kiminin babası ölmüş, kimi tamamıyla yalnız kalmıştı. İşte biraz da bu yüzden güven veren imajıyla antrenör Daimatsu genç kadınlar için güven aşılayan bir ikondu. Güçlü bedeni ve sağlam duruşuyla hayranlık uyandırıyordu.
Metotlarını sorgulamak mümkün değildi; fakat “cadılar” yurt dışında büyük başarıyla tamamladıkları turne ve dünya şampiyonasından sonra fazlasıyla yorgun düştükleri için voleybolu bırakmayı bile düşündüler. Ancak, böylesine mühim başarılar elde edildikten sonra millî takıma sırt çevirmeleri ne yazık ki söz konusu olamadı.
Oysa Daimatsu adeta pestillerini çıkarıyordu. Fabrikada hem işçi hem voleybolcu oldukları için uyku saatleri gayet kısıtlıydı. Güçlü bir takım oluşturmak için disiplinli çalışmak şarttı, ama Daimatsu kadınları bir sadist gibi zorluyordu. Yerden kalkamayacak kadar yorulmuş, atılan topa artık hamle yapamayacak vaziyetteki oyuncuların üzerine topları atmaya devam etmesi sadizmin dik âlâsıydı. O zamanlar çekilmiş arşiv filmlerinde söz konusu dinamik seyirciye birebir yansıtılıyor ve insana “OHA” dedirtiyor.
Haftada altı gün, yılda 51 hafta çalışmanın arkasından gelen rekor, 258 yenilgisiz maç kolay kazanılmıyormuş meğer!
Fiziksel dayanıklılık herkese lazım!
Her şeye rağmen genelde filmin tonu, Kaizuka ve K-RAW imzalı müzik, görsel ve fonetik efektler, çeşit çeşit animasyon sayesinde, gayet hafif ve eğlenceli; vintıç dünyasının şefkatli kollarında zevkle geziniyoruz. Miles Davis’e göz kırpan K-RAW’un Witches Brew parçası dışında Portishead, Monserrat Figueras ve Takeo Watanabe de atmosferi katmerlendiriyor.
Filmde voleybol sporu hakkında da bazı ipuçları aktarılıyor. Mesela, Japon takımının başarısının arkasında paslara verilen aşırı önem mi yatıyordu?
Yoksa judo düşüşü denen, kendilerini bedenlerinin yanıyla yere atarak topları zor pozisyonlarda oyuna dahil etmeleri mi onları rakiplerine göre üstün kılıyordu?
Aslında bu hareket için Daimatsu judodan değil de Japonya’da Daruma olarak tanınan hacıyatmazlardan mi esinlenmişti?
Kesin olan bir şey varsa o da “cadıların” o zamanlar “Canım acıyor!”, “Çok zor!” veya “Çok sıkıcı!” deme lükslerinin olmadığı. Bu yolu seçmişler, dirayetle devam ediyorlardı: “Daimatsu’ya güvenmemiz isteniyordu, biz de ona güveniyorduk!”
Fakat âdet günlerini onunla paylaşmıyor, kendi aralarında âdet gören arkadaşlarını kayırmak için dahiyane formüller üretiyorlardı: “Birbirimizi kolluyorduk!”
Daimatsu ne de olsa günümüzün Myanmar’ı, bir zamanların Burma’sında savaşmış bir kahramandı. Bölüğünü aşırı zorlayıcı şartlara rağmen tropikal ormanda uzun bir süre yaşatma başarısını göstermişti.
Aynı şekilde, kahramanlarımız voleybolcu kadınlar için de sporu bıraktıktan sonra hayatla mücadele etmek çok kolay göründü; yorgunum, açım, uykusuzum, çok sıcak, çok soğuk gibi şikâyetler asla edilmez oldu.
İlham verici belgesel
Heyecanla izlenen filmin sonundaki kreşendo, voleybolun olimpik branş olarak kabul edildiği ilk olimpiyat, 1964 Tokyo oyunlarıyla yaşanıyor. Yalnız Japonya değil, uydu yayın sayesinde tüm dünya Rusya ile oynanan kadın voleybol finaline kilitlenmiş…
Yönetmen ufak tefek tuzaklar bile kuruyor, fakat film boyunca bizi kıvama getirdiği için maçı o anda oynanıyormuşçasına yaşattığı kesin!
Voleybol estetiği tavan yapıyor, ekibin senkronizasyon gücü, capcanlı reflekslerin muhtelif dışavurumları, ani kararlar alınmasındaki başarı, birbirinden çok farklı dinamiklere parlak tepkiler, hızlı ve atik davranışlar…
Adeta emprovize bir koreografiyle karşı karşıya olduğumuzu hissediyor, başlarının arkasında gözleri varmışçasına her bir dinamiği fırsata çeviren, aralarında kaş göz işaretine bile ihtiyaç duymadan uyumlu, mükemmel ekip özelliğini taşıyan kahramanlarımıza bir kez daha hayran oluyoruz.
Yıllardan beri Türkiye’nin gururu Eczacıbaşı kadın voleybol takımı ve merhum Cengiz Göllü hakkında da bir an önce bu yaratıcılıkta bir belgesel çekilmesi hoş olmaz mı?
Üstelik kadın sporcuların vücut görüntüleri daha fazla buzlanma müdahalesine uğramadan ve havalandırması doğru dürüst çalışmayan kapalı mekânlarda, bedenin serbestçe hareket etmesine engel olan ağır kıyafetler giyme zorunluluğu empoze edilmeden! (RL/AS)
bianet’te staj yapmayı ben de beklemiyordum. Staj başvuru formunu “Moleküler Biyoloji ve Genetik mezununu almazlar zaten,” diye düşünerek doldurdum. Sonra o malum e-mail geldi. Nasıl bir heyecanla başladıysam zaman da çok çabuk geçti burada. Güzel zaman çabuk geçermiş.
Stajdan önce, günümüzde çok ihtiyaç duyulan hak odaklı haberciliği icra etmeye, sahip olduğum okuma ve yazma becerilerini bir alana yönlendirmeyi düşünüyordum. Okur-yazarlığımı faydalı bir şeye dönüştürmek istiyordum. Staja geldiğim ilk gün dedim ki “Ben ekoloji, kadın ve LGBTI+ haberleri yapacağım. Marjinalleşmiş gözüken bu alanları gazetecilik sektöründe daha çok parlatacağım”. En azından hedefim buydu. Dikmece’deki ekolojik yıkıma dair haberimden tutun Macaristan’daki Onur Yürüyüşü'nün yasaklanmasına kadar içime sinen birçok haber yazdım. Atölye BİA’da Boğaziçi öğrencileriyle birlikte Evrim’den ve Orhan hocadan Toplumsal Cinsiyet Atölyesi aldım. Ben de öğrencilerle birlikte toplumsal cinsiyet, çocuk ve hak odaklı habercilik nasıl yapılır, onu öğrendim.
Zorluklar
En zorlandığım kısmı söyleyebilirim bu süreçte, bazen haber yaparken daha soğukkanlı olmak gerekiyor. Ben bunu yapabildiğimi düşünüyordum fakat geçen gün Macaristan’daki Onur Komitesi'yle konuştuktan sonra habere yazmak için Stonewall İsyanı’na bakmam gerekti. Yaşananlardan ötürü birden gözümden yaşlar boşalmaya başladı. Lubunya tarihi okuyunca bendir…
Ruken’in beni hem bir gazeteci hem de bir feminist olarak desteklemesi, motive etmesi çok değerliydi. Evrim’in birden içinden gelen şarkı söyleme isteği ve attığı feminist sloganlar, Vecih’in ve Murat’ın benimle ilgilenmesi, Hikmet’in sessizliği ve komik cevapları, Ali’nin hem alaycı hem ciddi mizacı, Korcan’ın yerinde duramaması, Leyla’nın sohbetleri (dedikoduları)… bianet’teki bu samimi detaylar yapbozun parçaları, bu parçaları birleştirdiğinde aslında ortaya bir aile tablosu çıkıyor. Aradaki bağ yapay ve hiyerarşik değil, oldukça organik. Herkes güleryüzlü! Ben de bu ailenin bir parçası oldum.
Asıl yanımda oturan üç kişiyi sona bıraktım. Aile tablosundaki eğlenceli iki kardeş: Tuğçe ve Aren, özellikle ikisi birlikte olduğunda onlarla eğlenmemek mümkün değil. Tuğçe’nin sivridili ve gülme efektleriyle, bira arkadaşım Aren’in mizahi yönü birleşince antidepresan etkisi yaratıyor. Bir de benimle birlikte başlayan canım stajyer arkadaşım Gülsüm, her defasında “Çok konuştum. Kafanı şişirdim,” deyip durmasa… Konuş be konuş! Gülsüm’ün fotoğraf makinesinde bir sürü anı da bıraktık. En güzel stajyerlik dönemim olarak kalacağına eminim. İyi ki stajımı bu samimi aile tablosunda yapma şansı buldum. Mişko, Mêşo ve Küba’yı özleyeceğim. (DT/TY)
Doğa Tekneci'nin bianet'te yayımlanan haber ve yazılarını görmek için tıklayın.
"Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor."
Erken saatte başlayan bir okulun mesaili çalışan bir müzik hocası olarak, bayram tatili çok kıymetli oluyor. Ne yapsam, nerede dinlenirim diye düşünürken yıllardır merak ettiğim Nesin Köyü geliyor aklıma, bu tarihte kamp olacağını bile düşünmemişim, sadece kalıp ortamı solumak isterken, şansıma derslere denk geliyorum. Doğasıyla, manzarasıyla, kütüphanesiyle insanı öğrenmeye teşvik eden bir yer burası. Bildiğimiz okullara benzemiyor. Çok etkileniyorum ve Ali Nesin’le okul hakkında bir söyleşi gerçekleştiriyorum. Bizi kırmıyor, okulunu anlatıyor. Keyifli okumalar!
Matematik ve Oyun kampının ismi çok oldukça ilgi çekici, üstelik davetkar. Matematik bir oyun mu? İsme nasıl karar verdiniz?
Matematikte yirminci yüzyılın başlarında bulunmuş oyunlar kuramı vardır. John von Neumann da bu konuyu kitaba ilk taşıyan matematikçidir. Hatta Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filminden bildiğimiz John Forbes Nash da bu kuramın katkısı sayesinde ekonomi ödülünü alır.
Çocukların tatil günü bir kursa veya kampa katılmasını teşvik edip, matematikten korkmasını engelleyecek bir başlık aynı zamanda…
Matematiği bir anlamda oyun olarak görebiliriz. Doğaya karşı tek başına oynanan bir oyun. Matematik doğayı, doğanın yasalarını, evrende hangi kuralların işlediğini anlamamıza yardımcıdır sonuç olarak. Bir mücadele veriyor, dünyada kimsenin bilmediği sorular üstüne çalışıyorsun. Bilinmeyeni bulmaya uğraşıyorsun. Bu bir oyun değil de ne?
Peki içeriği nasıldı bu kampın?
Biz bu kampta birçok oyun oynadık. Bu oyunlar tüm bilginin satranç gibi ortada oynadığı oyunlar. Son derste oynattığım hapishane oyunu en zoruydu. Malesef Covid sebebiyle kaybettiğimiz Conway’in yüzlerce oyunundan biridir. Çözemeyeceklerini de biliyordum ama çocuklar çok meraklıydı ve zekice sonuca ulaşmaya yaklaştılar. Şaşırtıcı bir sonucu vardır bu sorunun.
Genelde kimler geliyor derslerinize?
Bazen anneler babalar “Çocuğumu yollayacağım kampa.” diyorlar, ben de Aras Kargo ile alıyoruz diye espri yapıyorum. Çünkü ailesinin dayatması ile gelmesini tercih etmiyorum çocukların. Kendi istekleriyle gelsinler istiyorum. Kimisi yapamıyor, eksikliğini gidermek istiyor, kendi isteyerek geliyor. Böyle akıllı çocuklar da var. Anlamadığı şeyi aşağılamıyorlar, kedi uzanamadığı ciğere pis der misali…
Okullarda matematik dersi çok önemli değil mi? Nasıl buluyorsunuz eğitimi?
Biz dünyaya matematik sayesinde anlıyoruz, elimizde başka bir veri yok. Ama sanki matematik bu kadar önemli değilmişçesine müfredatta çok fazla detaya kaçılıyor. Ayrıca nelerin öğrenilmesi gerektiğinin dışında nelerin öğrenilmeyeceğine de karar veriyorlar ve bu haksızlık. Daha iyi öğrenen ve ilerlemeye açık çocukların daha çok öğrenmesini nasıl engelleyebilirsiniz ki? Bu yüzden müfredatın mutlak doğru olarak görünmesine karşıyım ve konuların öğrenciye göre düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Öğretmenler de çocukların matematiği sevmemesine sebep oluyor sanki…
Maalesef evet. Kusura bakmasınlar ama öğretmenler de yeterli değil çoğu okulda, çünkü sınavla gelmiyorlar. Onlar yetersiz olunca da öğrenciler matematikten daha kolay soğuyor…
Peki Matematik Köyü’nden çıkan öğrencilerin geri dönüşleri nasıl?
Bilinen bir gazeteci geçenlerde bize yazmış, yeğenleri gelmiş bizim kampa ve hala anlata anlata bitiremiyorlarmış. Öğrencilerin hepsinin öğrenme seviyesi farklı ve biz onlara burada alan da tanıdığımız için hepsi kendi öğrenme hızında zevk alarak matematiği deneyimleyebiliyor. Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor.
Daha çok bilgi ve kaynağa ulaşması için öğrencilere ne önerirsiniz?
Ben öğrencilere hep, kendini annenle, babanla, mahallenle kısıtlı tutarsan ilerleyemezsin diyorum. Evrensel bir eğitim almalı ve kendini Oxford’daki, Cambrigde’teki, Harvard'daki yaşıtlarınla yarışmalısın diyorum. Dünya çapında olmak için müfredat dışına çıkmak şart özetle. Bizim zamanımızda imkanımız yoktu, sadece sahaflardan kitap toplardık ama şimdi imkan çok, internet var ve yabancı dil daha yaygın. Araştırsınlar ve neyin kendilerine göre olduğunu anlayacaklar. Okumalarını ve düşünmelerini tavsiye ediyorum kısacası.
Düşünmek çağımızda önemini kaybediyor ama sanki…
Ben de birkaç gündür bunun üstüne düşünüyorum. Şunu gözlemliyorum, gençlerin çoğu anlamaktan ve düşünmekten vazgeçmiş durumda. Peki neden? Çünkü bir şeyi anlamak için karşıda anlaşılacak bir şeyin bulunması gerekiyor. Mesela benim küçüklüğümde annem ve babam bana bir bisiklet almıştı. Bisikletin freni bozulmuştu ve ben vidayı sıktım. Meğer gevşetmek gerekiyormuş. (Gülüyor.) Ama bu şekilde çözdüm, anladım. Çünkü bir çok şey mekanikti ve anlaşılırdı. Şimdi ise çoğu şeyi anlamak çok zor, yeniliklerin hızına yetişilemiyor ve çocuklar bu dünyanın anlaşılmaz olduğuna karar verdikçe düşünmekten de vazgeçiyorlar. Anlayamam bunu diyerek sadece bana hangi tuşa basıcam ya da ne yazıcam onu söyle noktasına geliyorlar, anlamamayı kabul etmek de eğitim hayatına sirayet ediyor, çocuklar ezberliyorlar, ne yapmam gerekir diyerek icraat istiyor. Bu da çağımızın çocuklarının büyük handikapı.Bu ya pandeminin etkisi ya da modern çağın temel problemi. Mekanik olmayan anlamadığımız şey sayısı arttıkça meraktan da uzaklaşılıyor.
Peki daha iyi anlamak için önerdiğiniz başucu matematik kitapları var mı?
Türkiye’de çok fazla çeviri kitap yok. Kendi kitaplarımı önerebilirim. Onları kendi çocuk halimi düşünerek yazdım. Çünkü okur kitlesini, daha doğrusu seviyesini neye göre belirleyeceğinizi bilemediğinizde en doğru eylem kendinizden yola çıkmak oluyor. Bir de TÜBİTAK Yayınları’nı önerebilirim naçizane.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Köyümüzü ziyaret etmek isteyenler, nesinkoyleri.org sayfasından yıl içindeki etkinliklerimizin tarih ve detaylarına ulaşabilirler.
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı...
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı ve üç yıl orada çalıştı. İstanbul’a döndükten sonra doktorasını da tamamlayarak, birçok yerde ders vermeye başladı. Yazmaya olan tutkusunu keşfetti ve yedi kitap yayınladı. Hâlâ tiyatro yazarlığı eğitimine devam ediyor ve bağımsız yayınlarda kültür sanat haberleri yapıyor.