Burgaz adasından Margharita Panayotidhou Mavraki’nin anısına
11 Eylül gecesi hayatımın ilk spor toto kuponunu bir ergen hevesiyle doldurmuş, fikrine danışmış olduğum babama teslim ederek odama uyumaya gitmiştim.
Ertesi sabah uyandığımda babamın şehre inmeyip evde kalmış olmasına fazlasıyla şaşıracak, askerî darbe yüzünden teşebbüsüm yarım kaldığı gibi bir daha tekrarlanmamak üzere rafa kalkacaktı.
Evin çocukları, abimle ben, fonetik olarak enteresan gelse de “örfi idare”ye pek anlam verememiş, fazlasıyla tecrübeli ebeveynimiz ise mevzuya anında vâkıf olmuşlardı.
Sokağa çıkma yasaklarının saat düzenine sıkıca uymamız gerektiği bize hemen öğretildi; Burgaz küçücük bir ada olsa da evden uzaklaşamayacağımız, hele hele ormanlık mıntıkaya gidemeyeceğimiz, asla Hristos tepesine çıkıp futbol oynayamayacağımız kesin bir dille ifade edildi.
Neyse ki imdadımıza eski püskü bir voleybol filesiyle topu yetişmişti; o zamanlar bugünkü gibi kapkara asfalt değil de bej renkli ince bir beton dokuyla kaplı Sarnıç sokakta ebeveyn, amca ve teyzelerden oluşan büyükler grubuna çocuklar ve ergenler de dahil olmuş, kıyasıya voleybol maçları yapıyorduk. Nesillerine uygun olarak ebeveynlerin hepsi mazilerinde İstanbul’un şanlı amatör spor kulüplerinde muhtelif sporlar yapmış olduğundan, kurallara kesinlikle riayet ediliyor, biz çocuklara da şefkatle müsamaha gösteriliyordu.
Eczacıbaşı kadın voleybol takımı
Aslında ben kendimi bilhassa voleybol hususunda gayet istidatlı buluyordum, ne de olsa çocukluğumuz boyunca annemle babam, abimle beni Eczacıbaşı kadın voleybol takımının maçlarına götürmüş, en azından görsel tecrübe kazandırmışlardı.
Selcan, Mübeccel, Violet, Meral, Filiz, Canan, Nezahat, Aylin, Fitnat, Özden… isimlerini tek tek hatırlamam mümkün olmasa da çehrelerini dünmüş gibi hatırlamama ne demeli? Antrenörleri Cengiz Göllü’nün güven veren babacan tavrını da hiç unutmamışım. Eczacıbaşı’nın o yıllardaki istikrarlı başarısının arkasında antrenörün bize yansımayan, oyuncuları zorlayan tarafları olmuş muydu acaba?
Aslında başka herhangi bir spor dalının karşılaşmalarına, mesela futbol maçlarına neden götürülmüyorduk diye düşünmüşlüğüm de yok değil.
Geçenlerde bu hususta danıştığım annemle babam için bu nispeten yakın hatıra ne yazık ki epey silikleşmiş vaziyetteydi; belki de aktif olarak yapılan sporlardan sonra pasif bir seyirci olmak yeterince ilginç olmamıştı onlar için. Mevzuyu abimle konuştuğumda, o da sadece voleybol maçlarına ve bilhassa kadın takımlarının maçlarına gitmemizin nedenini hatırlayamadı.
Ben, “Seyircilerin biz çocuklara ve bir kadın olarak annemize en hürmetli yaklaştığı spor dalı olduğu için mi acaba?” dediğimde, “Olabilir!” dedi. “Belki de babamız çaktırmadan voleybolcu kadın sporcuları seyretmek için o maçları tercih ediyordu!”
Katar’da plaj voleybolu ve futbol…
Geçtiğimiz hafta plaj voleybolu dünyası skandal bir haberle çalkalandı: Almanya’nın meşhur oyuncuları Karla Borger ve Julia Sude, Katar’daki uluslararası turnuvayı boykot ettiklerini ilan ettiler. Mazereti “Ev sahibi ülkenin gelenek ve kültürüne saygı” olan bikini giyme yasağı oyuncuları çileden çıkarmıştı.
Karla ve Julia, Doha’daki aşırı sıcaklar göz önüne alındığında bikinin şart olduğunu, bu koşullarda asıl Katar’da plaj voleybolu turnuvası düzenlemenin sorgulanması gerektiğini ifade ettiler.
Üstelik yine aynı günlerde, The Guardian tarafından yapılan bir araştırmada FIFA 2022 Dünya Futbol Şampiyonası inşaatları sürerken en az 6 bin 500 göçmen işçinin Katar’da iş kazalarında öldüğü açıklanmıştı.
Bu sadece Pakistan, Bangladeş, Hindistan, Sri Lanka ve Nepal kökenli işçilerin sayısıydı; 2010’da başlayan inşaatlarda Filipin ve Kenya kökenli olup iş cinayetlerine kurban gidenler bu toplama dahil değildi.
Organizasyonda mükemmellik arayışı
Bir zamanların efsane takımını oluşturan “Doğulu cadılar”dan herhangi birinin aşırı yorucu antrenmanlardan öldüğü bilgisini haiz değilim; fakat başarının arkasındaki çalışma şartlarını neredeyse askerî bir disipline, top darbelerini dayağa, zorlayıcı egzersizleri bir işkenceye dönüştürmüş “Şeytan” lakaplı antrenör Hirofumi Daimatsu günümüzde kadın voleybolculara aynı şeyi yapsa tepki görmez miydi?
2. Cihan Harbi’nin travmasını üzerinden attığını kanıtlamaya girişmiş Japonya’nın gurur vesilesi, dünya ve olimpiyat şampiyonu Japon kadın voleybol millî takımı, hakkında yaratılmış animelerden de anlaşılabileceği gibi neredeyse mitolojik bir varlığa dönüşmüş.
Fakat şimdiye kadar fazla röportaj bile vermemiş olan kadın voleybolcular, Julien Faraut imzalı Doğulu cadılar (Les sorcières de l’orient/The witches of the orient) belgeselini layıkıyla onurlandırıyorlar.
2021 Fransa yapımı 100 dakikalık filmin uluslararası prömiyeri Rotterdam Uluslararası Film Festivalinde gerçekleşti. Faraut daha önce tenisçi McEnroe hakkında çektiği belgeselle televizyonlarda görmeye alıştığımız klasik spor belgesellerinden farklı bir çizgi tutturduğunu ispat etmişti; yoluna animasyon yüklü bir eserle devam ederken seyirciyi kesinlikle tatmin ediyor.
Cadılık makbul mü?
Japonya’da cadılık hoş karşılanmayan bir kavram olmasına rağmen, kahramanlarımızın Amerika ve Avrupa’da kısa zamanda gösterdikleri olağanüstü başarı sonucunda yabancı gazetecilerin kendilerine uygun gördüğü bir sıfat.
50’li yıllarda, bir tekstil fabrikası olan Nichibo Kaizuka’nın takımı olarak parlayan “cadılar” çok sert çalışma şartları altında sabahları fabrikada çalışıyor, öğleden sonra aynı fabrikanın voleybol antrenmanlarına katılıyorlardı. Ülkede gösterdikleri başarı sonrasında takım bir anda millî takıma dönüşmüş ve küllerinden doğmaya girişmiş Japonya’nın gezegen çapında gurur vesilesi olmuştu.
Filmde ilerlemiş yaşlarına rağmen “cadılar”dan bazılarını, Kinuko, Yuriko, Yoshiko, Yoko ve Katsumi’yi gayet formda görüyoruz. Nezih bir ortamdaki masanın etrafına toplanmış yemek yerlerken maziyi anmaları her ne kadar benzer film sekanslarını hatırlatsa da, belgeseldeki genel atmosfer ve görsel çeşitlilik, animasyon, efektler ve müzik sayesinde bir süre sonra havalanıyor, bir daha da yere konmuyoruz.
Kahramanlarımızdan bazısı spor salonunda dayanıklılığını kanıtlarcasına hâlâ kondisyon tutuyor, kimisi voleybolu gayet sert smaçlarla hem oynamaya devam ediyor hem de gençlere öğretiyor.
Savaştan yıkık çıkmış bir coğrafyada, mütevazı ailelerden geldiklerini anlıyoruz. Kiminin annesi, kiminin babası ölmüş, kimi tamamıyla yalnız kalmıştı. İşte biraz da bu yüzden güven veren imajıyla antrenör Daimatsu genç kadınlar için güven aşılayan bir ikondu. Güçlü bedeni ve sağlam duruşuyla hayranlık uyandırıyordu.
Metotlarını sorgulamak mümkün değildi; fakat “cadılar” yurt dışında büyük başarıyla tamamladıkları turne ve dünya şampiyonasından sonra fazlasıyla yorgun düştükleri için voleybolu bırakmayı bile düşündüler. Ancak, böylesine mühim başarılar elde edildikten sonra millî takıma sırt çevirmeleri ne yazık ki söz konusu olamadı.
Oysa Daimatsu adeta pestillerini çıkarıyordu. Fabrikada hem işçi hem voleybolcu oldukları için uyku saatleri gayet kısıtlıydı. Güçlü bir takım oluşturmak için disiplinli çalışmak şarttı, ama Daimatsu kadınları bir sadist gibi zorluyordu. Yerden kalkamayacak kadar yorulmuş, atılan topa artık hamle yapamayacak vaziyetteki oyuncuların üzerine topları atmaya devam etmesi sadizmin dik âlâsıydı. O zamanlar çekilmiş arşiv filmlerinde söz konusu dinamik seyirciye birebir yansıtılıyor ve insana “OHA” dedirtiyor.
Haftada altı gün, yılda 51 hafta çalışmanın arkasından gelen rekor, 258 yenilgisiz maç kolay kazanılmıyormuş meğer!
Fiziksel dayanıklılık herkese lazım!
Her şeye rağmen genelde filmin tonu, Kaizuka ve K-RAW imzalı müzik, görsel ve fonetik efektler, çeşit çeşit animasyon sayesinde, gayet hafif ve eğlenceli; vintıç dünyasının şefkatli kollarında zevkle geziniyoruz. Miles Davis’e göz kırpan K-RAW’un Witches Brew parçası dışında Portishead, Monserrat Figueras ve Takeo Watanabe de atmosferi katmerlendiriyor.
Filmde voleybol sporu hakkında da bazı ipuçları aktarılıyor. Mesela, Japon takımının başarısının arkasında paslara verilen aşırı önem mi yatıyordu?
Yoksa judo düşüşü denen, kendilerini bedenlerinin yanıyla yere atarak topları zor pozisyonlarda oyuna dahil etmeleri mi onları rakiplerine göre üstün kılıyordu?
Aslında bu hareket için Daimatsu judodan değil de Japonya’da Daruma olarak tanınan hacıyatmazlardan mi esinlenmişti?
Kesin olan bir şey varsa o da “cadıların” o zamanlar “Canım acıyor!”, “Çok zor!” veya “Çok sıkıcı!” deme lükslerinin olmadığı. Bu yolu seçmişler, dirayetle devam ediyorlardı: “Daimatsu’ya güvenmemiz isteniyordu, biz de ona güveniyorduk!”
Fakat âdet günlerini onunla paylaşmıyor, kendi aralarında âdet gören arkadaşlarını kayırmak için dahiyane formüller üretiyorlardı: “Birbirimizi kolluyorduk!”
Daimatsu ne de olsa günümüzün Myanmar’ı, bir zamanların Burma’sında savaşmış bir kahramandı. Bölüğünü aşırı zorlayıcı şartlara rağmen tropikal ormanda uzun bir süre yaşatma başarısını göstermişti.
Aynı şekilde, kahramanlarımız voleybolcu kadınlar için de sporu bıraktıktan sonra hayatla mücadele etmek çok kolay göründü; yorgunum, açım, uykusuzum, çok sıcak, çok soğuk gibi şikâyetler asla edilmez oldu.
İlham verici belgesel
Heyecanla izlenen filmin sonundaki kreşendo, voleybolun olimpik branş olarak kabul edildiği ilk olimpiyat, 1964 Tokyo oyunlarıyla yaşanıyor. Yalnız Japonya değil, uydu yayın sayesinde tüm dünya Rusya ile oynanan kadın voleybol finaline kilitlenmiş…
Yönetmen ufak tefek tuzaklar bile kuruyor, fakat film boyunca bizi kıvama getirdiği için maçı o anda oynanıyormuşçasına yaşattığı kesin!
Voleybol estetiği tavan yapıyor, ekibin senkronizasyon gücü, capcanlı reflekslerin muhtelif dışavurumları, ani kararlar alınmasındaki başarı, birbirinden çok farklı dinamiklere parlak tepkiler, hızlı ve atik davranışlar…
Adeta emprovize bir koreografiyle karşı karşıya olduğumuzu hissediyor, başlarının arkasında gözleri varmışçasına her bir dinamiği fırsata çeviren, aralarında kaş göz işaretine bile ihtiyaç duymadan uyumlu, mükemmel ekip özelliğini taşıyan kahramanlarımıza bir kez daha hayran oluyoruz.
Yıllardan beri Türkiye’nin gururu Eczacıbaşı kadın voleybol takımı ve merhum Cengiz Göllü hakkında da bir an önce bu yaratıcılıkta bir belgesel çekilmesi hoş olmaz mı?
Üstelik kadın sporcuların vücut görüntüleri daha fazla buzlanma müdahalesine uğramadan ve havalandırması doğru dürüst çalışmayan kapalı mekânlarda, bedenin serbestçe hareket etmesine engel olan ağır kıyafetler giyme zorunluluğu empoze edilmeden! (RL/AS)