"Eğer devlet 'bir araya getirir' ise açıkça 'ayırabilir' ve 'ayırır' da. Ve Eğer devlet 'millet' adına, belirli bir 'millet' adına güç kullanarak bir araya getiriyorsa, o zaman ayrıştırır, dağıtır, dışlar ve yasaklar."
İtiraf ediyorum çok da iyi bir çeviri olmadı ama Butler ve Spivak'in söylemek istedikleri üç aşağı beş yukarı böyle.
Bu alıntıyı yaptığım sırada daha İmralı Süreci diye bir süreç başlamamış, halk kendini -halk diyerek genelleme yapmak da yanlış bu nedenle- düzeltiyorum bir kısım halk kendini barış olacak diye umutlandırmamış, herkesin birbirine gayet nefretle baktığı bir dönemdi. Her gün olduğu gibi dağlarda da ovalarda da Kürtler ve Türkler farklı isim ve elbette farklı amaçlarla birbirlerini öldürüyorlardı. Öldürdükleriyle övünüyorlardı da. Kim kendi duvarına bir çizik çekerse iyi hissediyor, kimin çizik sayısı diğerinden fazlaysa o daha güçlü oluyor ya da öyle sanıyordu.
Ölüm demek, ölüm yazmak o kadar çok sıradanlaşmıştı ki artık kanıksamıştık handiyse.
Ölüm değildi, sayı idi. Bir ölünün ardından "şehit oldu" gibi dokunaklı kelimeler sarf ederek yüce bir kılıfa büründürüp, dini duyguları da işin içine katarak, aslında tam olarak şu "dini duyguları istismar ederek" gencecik insanların ölümünü sıradanlaştırıyorduk. Halen de...
Ancak bir farkla; bugün o yukarıdaki alıntıyı yaptığım güne kıyasla biraz- çok olmasa da biraz - daha umutluyum ben. Pazartesi ve Salı günlerini yaşamadan Çarşamba'ya geçebilseydik eğer biraz değil çok daha fazla umutluyum diyebilirdim.
Kendime mantıklı açıklamalar yapabiliyordum.
Diyordum ki bu kez başka, ben bu kez inanıyorum Başbakan'ın samimiyetine. Bakın ne uğruna olursa olsun bitireceğiz bu savaşı diyor. Belki naif bir tutumdu ama inanmak istiyordum iste. Naifse naif, eyvallah.
Diyordum ki birinci heyet İmralı'ya gitti. Bu bir mucize. İşte müzakereye dahil edilmesi gereken asıl kişiyi dahil ediyorlar sonunda. Her ne kadar hükümet bu görüşmeleri devlet yapıyor dese de ben bu olumlu görüşmeden başta hükümeti sorumlu tutuyordum ve belki de ilk defa bir konuda gönülden destekliyordum. Gözlerim mi kapanmış, buna da eyvallah!
Diyordum ki BDP siyasetçileri ve Kürt halkı ne kadar da sağduyulu davranıyorlar. Paris katliamı sonrası yapılan cenaze töreninde halk, barışa aç olduğunu, süreci desteklediklerini gösterdi iste. Daha ne yapsınlar! Büyütüyor muydum? Buna da eyvallah.
Diyordum ki ana muhalefet partisinden bir milletvekili her şeyi göze alıp, bir taziyeye gidiyor, insan olduğu için, insanca.
Diyordum ki biz artik savaşa doyduk. Ölmekten yorulduk. Şehit lafı duymaktan bunaldık. Kandan, nefretten utandık. Halk da barış istiyor artık. İnsanlık adına istemese de ekonomi adına, ülkenin geleceği adına istiyor. Başbakan istiyor, 'en doğrusunu o bilir' diye düşünüp istiyor belki. Olsun varsın. İstiyor ya!
"Başbakan Mardin'de, HDK heyeti ise Karadeniz'de barıştan bahsediyor'"diyordum. Mutluydum. Umutluydum. Saftım belki. Gözlerim barış gelecek hayaliyle körelmişti. Hepsine eyvallah.
Sonra dün yani pazartesi günü İstanbul'a karışmış yürürken tiz bir ses duydum önce, sesin geldiği yöne baktım. İncecik ve gencecik bir kız çocuğu elinde bir tomar broşürle 'müzakere değil mücadele istiyoruz' diye sesleniyordu yanından gecen insanlara. O incecik ve gencecik kızın tiz sesi bizi savaşa davet ediyordu. İçimden bir şey aktı. Hani insan aşık olunca "içimden bir şey akıyor onu görünce" der ya, tarifi anlamsız sadece yasamış olanın anlayabileceği bir an o. Benim de içimden bir şey aktı işte. Öyle bir his diyelim; aşk olmayan, onun kadar güçlü.
Belki o an'dı beni Sinop'ta ve Samsun'da yaşananlara hazırlayan. O incecik, gencecik kızın savaş çağrısından sonra onlarca yüzlerce insanin tok, çirkin sesleriyle savaş naraları atmaları beni çok da şaşırtmadı.
Ama üzgünüm, sıkkınım ve utanıyorum. Yaşadığı yerde ölmek isteyen ben, kalbimim bir yerini hep Karadeniz'e vermiş, aslen Karadenizliyim demişimdir. Öyleyim de. Utancım da bundan. HDK heyeti Karadeniz programını iptal etti. Bu elbette bir son değil, doğuya doğru gidildikçe daha da kötüleşecekti durum muhtemelen.
Savaşı bitirmek, barış surecini anlatmak adına yola çıkmış olan grup böylece yola devam etmeme kararı aldı. Şimdi birileri 'geçit vermedik' gibi söylemlerle ortalarda zafer çığlıkları atıyorlardır. Yazık ki eğer süreç durursa bugün barışa geçit vermedikleri için sevinç naraları atanlar, yarın kırmızı beyaz bayrağa sarılıp 'şehit' olarak döndükleri memleketlerde ağıtlarla uğurlanırlar diye korkarım.
Ben naif olmayı, saf olmayı, gözü barış hayaliyle körelmiş olmayı, hatta aptal olmayı kabul ediyorum. Hepsine eyvallah. Yeter ki süreç bitmesin, birileri vazgeçmesin, birileri korkmasın, birileri sahip çıksın gelinen düzeye.
Artık devlet mi, hükümet mi, partiler mi, halk mı, kısaca bizi bölen ve birleştiren kim varsa.
Ölmeyelim daha... (SK/HK)