bianet vesilesiyle 2000’li yılların başında tanıştığımız yazar Şeyhmus Diken bir yaz günü aradığında, Yüksekova’daki serin köyümüzdeydim. Diyarbakır’da “Diyarbakır Gün” ismiyle bir gazete çıkarılacağını söylüyor ve benim de gelip bir süre orada çalışmamı istiyordu.
O serinliği bırakıp kendimi Diyarbakır’ın kavurucu sıcaklarına attığımda yıl 2003’tü. PKK’nin silahlı güçleri hâlâ Türkiye dışındaydı ve açıkçası şehirde tarifi zor bir sükûnet hâkimdi. Gözler, ABD’nin Mart’ta başlayan işgali üzerine Irak Kürdistanı’ndaydı (o zamanın tabiriyle Kuzey Irak) ve herkes mevcut çatışmasızlığın rehavetine kapılmış görünüyordu. Açıkçası öyle bir ortamda Diyarbakır’daki yerel bir gazetede çalışmanın hiçbir cazibesi de yoktu.
Aslında 2000’li yılların başında da Kürt hareketi her zamanki gibi çözüm için mücadele ediyor, taleplerini dillendiriyordu ama bu enerjinin Diyarbakır sokaklarına yansıdığı pek söylenemezdi. Sanırım bu ortam 2006’da aralarında çocukların da olduğu onu aşkın kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan Mart 2006 olaylarına kadar böyle devam etti. Sonrası ise malûm; Terörle Mücadele Kanunu değiştirildi, çocuklar hapse atılmaya başlandı, operasyonlar yayıldı, PKK eylemlerini artırdı vesaire.
Barış mücadelesi
1999-2004 yılları arasındaki çatışmasızlık döneminin şehre yansıyışıyla Mayıs 2013’ten itibaren PKK’lilerin benzer bir çatışmasızlık ortamı yaratmak için Türkiye dışını çıkışının Diyarbakır’a yansıyışı çok farklı. Diyarbakır’ın bu sefer “barış rehavetine” kapılmaya pek niyeti yok.
Barışın sadece çatışmaların sonlanmasıyla değil, çözümle ve dolayısıyla mücadeleyle gelebileceğinin artık herkes farkında. Hemen her gün, farklı kesimlerden insanların katılımıyla gerçekleşen etkinliklerde barışın koşulları olgunlaştırılmaya çalışılırken geçmişin muhasebesi yapılıyor ve neredeyse her etkinlikten sonra çözüm için öneriler, talepler sıralanıyor.
Kimse, “yukarıdakilerin” bu sorunu çözmesini bekleyip karpuz çekirdeği çitletmeye koyulmuş değil!
“Militarizm, Vicdani Red Hareketi ve Barış Konferansı” için geçen hafta (18-19 Mayıs) gittiğim Diyarbakır’da, belgesel film festivalinden kitap fuarına, Kayıplar ve Toplu Mezarlar-Geçmişle Yüzleşme Çalıştayı’ndan Felsefe Derneği Diyarbakır Şubesi’nin “Dam Üstünde Felsefe” paneline ve daha başka küçük ölçekli etkinliğe katılmak üzere Ankara, İstanbul, Avrupa ve hatta Ayvalık’tan gelen onlarca tanıdıkla karşılaştım.
Diyarbakırlıların barış mücadelesini kendi aralarında tartışmakla kalmayıp farklı kesimlerle diyaloğa geçmesi, şehre bambaşka bir enerji vermiş durumda. Siyaset, kültürel ve sanatsal etkinlikler artık Türkiye’nin batısındakileri Diyarbakır’a çekmeye başladı. Üstelik de gözlemlediğim kadarıyla on yıl öncekinden farklı olarak Diyarbakır’a gelenler buradakilere bir şeyler “öğretme” edasıyla değil, buradan bir şeyler öğrenme hevesiyle yanıp tutuşuyor. Çünkü herkes, Diyarbakırlıların bildiğini bilmek istiyor. Dahası, devletin yoğun baskıları yüzünden İstanbul, İzmir veya Ankara’da toplumsal hareketlerin giderek daha da dar alana sıkışmasının yarattığı bedbinliği aşmak ve bu şehrin enerjisinden faydalanmak için pek çok insanın Diyarbakır’a taşınma planları yaptığını gözlemlemek insanı değişik duygulara sürüklüyor.
Gerçi “barışın” olduğu bir Diyarbakır’da herkes yaşamak ister. Sermaye de! O yüzden de giderek yeni rant alanlarının açıldığını ve kent yoksullarının şehirden uzak diyarlara, gettolara sürülme planlarının yapıldığın biliyoruz. Kürt hareketinin, Diyarbakır’daki “rantsal dönüşüm” sürecinde savaş mağduru kent yoksullarının yanında mı, karşısında mı konumlanacağı tartışılıyor. (Bu arada birkaç arkadaşla, iki gencin Ofis’teki evinde kahvaltı yapıp muhabbeti kentsel dönüşüm tartışmalarına vardırdıktan sonra dağılıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki, evin karşısındaki karakoldan polisler biz çıkar çıkmaz eve dalmış ve gençlere “sizin evinize çok fazla Suriyeli geliyor, dikkatli olun” uyarısında bulunmuş. Her devrin düşman bellenenleri var. Anlaşılan Diyarbakır polisi için de şimdinin düşmanları Suriyeli gençler!)
Diyarbakır’da Newroz veya seyran olmadığı için “sokağın nabzını” tutma telaşına kapılmadan dolaşırken on yıl önceki Suriçi durgunluğunu, Ofis’te yeni yeni açılan kafelerin acemiliklerini, yeniden belirmeye başlayan “beyaz Toros” arabalarını hatırladım. Diyarbakır, 1999’da başlayan çatışmasızlığın daimileşeceğine 2003’te yavaş yavaş inanmaya başlamıştı sanki. Çatışma yoktu ama çatışma sonrası “tazelenme” de görülmüyordu. Savaşın enkazı öylece duruyordu. Devletin bu çatışmasızlık döneminde meseleyi unutturmaya çalışmasına Kürtlerin de rehavetinin eklendiği bir dönemdi. Bu rehavet sadece siyasî değil, kültürel alanda da hâkimdi.
Allahına kadar gey!
On yıl önceki Diyarbakır’la şimdikini karşılaştırmamın iki sebebi var aslında. İlki, tıpkı 2003’te olduğu gibi tekrar çatışmasızlık dönemine tanıklık ediyor olmamız. Diğeri ise tamamen şahsi; “Militarizm, Vicdani Red Hareketi ve Barış Konferansı”nın yapıldığı mekân, on yıl önce çalıştığım Diyarbakır Gün gazetesinin alt katında, Galerya İş Merkezi’ndeydi…
O bana hep bunaltıcı gelmiş olan Galerya’ya bambaşka insanlar, bambaşka tartışmalar taşınmıştı bu sefer. Vicdani retçiler, antimilitarist mücadelenin önümüzdeki dönemde nasıl sürdürülebileceğine dair hararetli tartışmalar içindeydi. Gerçi şehirde çok sayıda etkinlik olduğu için konferansa katılım istenen düzeyde değildi ama tartışmaların niteliği insana umut veriyordu.
Katılımcılar bir taraftan 1990’lardaki devlet uygulamalarını hatırlatırken, öbür taraftan ordunun profesyonelleşmesi karşısında vicdani ret hareketinin nasıl evrilmesi gerektiğine dair fikir üretiyordu. Savaşta ve barışta kadınların rolüne dair de tartışmaların yapıldığı konferansın bittiği akşam, Cegerxwîn Kültür Merkezi’nde Can Candan’ın “Benim Çocuğum” belgeselini izlemeye gittik.
Salon tıklım tıklımdı. Eşcinsel, travesti ve transseksüellerin ebeveynlerinin hikâyesinin anlatıldığı belgeseli Diyarbakırlılar ara ara alkışlayarak izledi. Gösterimin sonunda sahneye çıkan belgeseldeki annelerden biri karşılaştığı ilgiye gözyaşlarıyla yanıt verdi. Gösterim sonrasında tanıdık bir genç yaklaşıyor bize ve şu cümleyi fısıldıyor: “Kürt, Türk, LGBT veya heteroseksüel, tüm ezilenlerin ancak bir araya gelip kenetlenerek özgürleşebileceği giderek daha fazla anlaşılıyor.”
Gösterim sonrasındaki söyleşi esnasında Diyarbakırlı bir gey, ilk önce ablasına açıldığını söyleyip lafı ona bırakıyor. Abla fısıldamak yerine haykırıyor: “Sen Allahına kadar erkeksen, benim kardeşim de Allahına kadar geydir!”
On yıl önce Diyarbakır Gün gazetesinin kültür-sanat sayfalarının editörlüğünü yaparken, şehirde hiçbir etkinlik haberi çıkmayınca İstanbul’da olup bitenleri haberleştirdiğimizi ve haberi “yerelleştirmek” için de sonuna örneğin “Diyarbakırlı sanatseverler şimdiden İstanbul’a bilet alsalar iyi olur” gibi cümleler eklediğimizi hatırlıyorum.
Sanırım şimdilerde aynı çağrıyı tersinden yapmak mümkün. Örneğin ilki Ankara’da bugün (24 Mayıs) yapılmaya başlanan “Demokrasi ve Barış Konferansı”nın ikincisi için Diyarbakır’da hazırlıklar başladı. İstanbullular şimdiden Diyarbakır için bilet alsalar iyi olur! Çünkü Ciwan Haco’nun meşhur şarkısında dediği gibi “Diyarbekir mala mina, Diyarbekir cîhê mina!” (Diyarbekir benim evim, Diyarbekir benim yerim!”) (İA/NV)